Biliyorum, İran konusu hassas bir konu. İran’ı objektif bir şekilde ele alsanız da almasanız da mahallemizin ergenleri bunu kabullenmezler. Ama olsun, sonuç itibariyle bu konu da söyleyecek sözleri olanların, sözlerini söylemeleri gerekir. Eğer adilâne sözler söylemesi gerekenler susarsa ortalık yalancı tarihçilere kalır. Bundan da sadece bugün yaşananlar değil gelecek kuşaklarda etkilenir. Benim ve benden sonra gelen kuşaklar bugün yalan tarih yazıları ve yazarları ile yüz yüze değil miyiz? Kim bilir benim gibi kaç nesile Emin OKTAY denilen adamın tarihi okutturuldu. Yani yakın tarihimizi tarihçi olmayan Emin OKTAY’dan okuduk. Rivayete göre esas soyadı OKTAVİTZ olan Emin’e : “Emin, sen tarihçi değilsin, niye tarih yazıyorsun ‘dendiğinde’ bana yaz dediler, yazıyorum.” Cevabını vermiştir. (Bkz. Yalçın Koçak Dünya Gündemi 17.3.2016)
İran İslam Devrimi, sözde Soğuk Savaş’ın devam ettiği, dünyanın iki kutuplu olduğu yutturmacısının egemen olduğu, bizim ve bizden önceki kuşakların neredeyse yegane uğraşlarının komünizimle mücadele olduğu bir zaman diliminde gerçekleşti. (11 Şubat 1979) Başta İngiltere olmak üzere tüm emperyal güç odakları ve onların üçüncü dünya ve İslam coğrafyasındaki temsilcileri adeta ‘şok’ oldular. Zira onlar bir daha İslam’ın bütüncül kimliği ile varlık göstermeyeceğine inanmışlardı. Emperyal güçlerin imalâtı olan tarihçiler, siyasetçiler, sosyologlar buna inanmışlardı. Ama olan oldu, İran’da İslam adına devrim gerçekleşti. Devrim önderi İmam Humeyni’nin vefatına kadar (3.4.1989) İslami kimliği önde olan bir İran, tüm İslam karşıtlarına karşı sonuna kadar meydan okudu. Hatta sekiz yıl süren İran-Irak savaşı bile devrimcileri pes ettirmedi. Devrim sonrası nice kıymetler suikastlara kurban gitti. Devrim iki temel üzerine bina edilmişti. Birincisi; ‘ tevhid’de vahdet’. İkincisi:’ Şah’a ve Şahlık rejimine karşı olmak’ İmam’ın ifadesiyle tevhid’de vahdetin açılımı mezhepsel ittifak değil, Kur’an’, Sünnet ve Ehl-i Beyt esası üzerinde vahdetti. Keza İmam’ın sağlığında Cumhurbaşkanı olan şu an ki rehber Ali Hamaney’e : “Sizin için devrim ihraç ediyorlar deniliyor doğru mu, siz devrim mi ihraç ediyorsunuz?” Cevap: “Hayır! Biz devrim ihraç etmiyoruz. İslam güzide, hoş kokulu bir çiçek gibi, bahçenizde açan çiçeklerin kokusunu bahçe duvarlarına hapsedebilir misiniz?” şeklinde cevaplandırmıştı.
Günümüz İran’ını dünü ile kıyaslarsak, gerçekten tanımakta güçlük çekeceğimiz muhakkak. Kısa bir süre önce bu günkü Afganistan yönetiminin önemli bir şahsiyeti ile bir kahvaltıda bir araya gelmiştim. O şahsiyet konuşmalarında sık sık Hanefi mezhebine atıflarda bulunarak yönetim ilkelerine ilişkin açıklamalarda bulundu. Ben de nâçizâne kendilerine şu hatırlatmada bulunma zaruriyeti duydum: “ Siz, bir Müslüman olarak Hanefi mezhebi doğrultusunda ibadetlerinizi yapabilirsiniz. Ancak yönetimde sizi bağlayan mezhep ya da mezhepler değil, dinin değişmezlerine bağlı kalarak, değişebilirler konusunda anın fıkhını yakalamak zorundasınız. Eğer Mezhebi dinselleştirirseniz bu sıkıntı doğurur. Mesela yaşadığınız ve yönetiminden sorumlu olduğunuz Afganistan Coğrafyasında Şiilerden oluşan Hazaralar var, keza yanı başınızda İran ve Pakistan’nın çoğunluğu Şiilerden oluşan Pencap Eyaleti var. Yani Şii bir kuşak içerisindesiniz. Dolayısıyla Hanefilik tek referansınız olmamalı. Yani mezhebi din haline getirmemeniz gerekir.’ Mealinde bir konuşma yaptım.
Humeyni sonrası İran, eğer mezhebi öncelikler yerine, İslam’ın değişmezlerini öne almış olsa idiler belki de İslam Devrimi, başta İslam Coğrafyası olmak üzere tüm dünyayı etkilemeye devam ederdi. Ama maalesef şimdi neredeyse tüm İslam dünyasındaki manzara Muhammed İKBAL’in şu veciz sözünü haklı çıkarır hale geldi: “ Kaç bu Müslümanlardan, sığın Müslümanlığa.”
Malûm, İran ve yönetimi sürekli çeşitli toplumsal olaylarla yüz yüze geliyor. İşte son günlerde öne çıkan ve toplumsal protesto boyutuna ulaşan olay, 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ‘Kıyafet kurallarına uymadığı’ gerekçesiyle gözaltına alınması ile başladı, sonrasında da vefat etmesiyle adeta bir kalkışma boyutuna vardı. Mahsa, Kürt kökenli Saggız doğumlu bir bayan. Tahran’a birkaç arkadaşı ile gezmeye geliyor. Ve malûm ölüm olayı cereyan ediyor. Mahsa’nın bazı rivayetlere göre epilepsi hastası olduğu ve ilaç kullandığı ifade ediliyor. Bu bağlamda gerek resmi yetkililer ve muhafazakar basın Mahsa’nın ölümünde ahlâk polisinin herhangi bir dahlinin olmadığını söyleseler de, reformcu basın ve rejim muhalifleri olayın işkence sonucu meydana geldiğinde ısrarcı. Anlaşılan o ki; İran’ın içeride ve dışarıdaki rejim muhalifleri Mahsa’nın ölümünü kullanmakta kararlılar. Bu nedenle olsa gerek İran, yeniden yerel ve küresel anlamda ilgi odağı haline geldi. Hatta birileri saatlerine ve takvime bakmaya başladı bile. Yani rejimin ne zaman yıkılacağının hesabını yapmaya koyuldular. İçeride ve bilhassa Kürtlerin yoğun olduğu kentlerde aşırı protestolar meydana gelirken, devrimden bu yana rejim muhalifi olan Mücahidan-ı Halk Avrupa’nın çeşitli kentlerinde protesto eylemleri gerçekleştiriyor. Gerek İran ve gerekse İran dışındaki olaylar öyle bir noktaya geliyor ki, adeta Türkiye’deki ‘Gezi Parkı’ olaylarını hatırlatıyor. Yani olaylar Mahsa’nın ölümünü, ölüm nedenlerini aşarak, tam anlamıyla devrim karşıtlığına, İslam karşıtlığına dönüşüyor. Belki de ilk defa Tahran duvarlarındaki İmam Humeyni’nin posterleri protestocu kitle tarafından yırtılıyor. Ve devamında Tahran’ın’ Fatıma Meydanı’nda, Vel-i Asr Caddesinde , Talagani caddesinde kadınların başörtülerini yakmaları, saçlarını kesmeleri basit protestolar olarak değerlendirilir mi bilemem. Ancak gelişen olaylar İran yönetiminin şapkasını önüne koyup, yeniden düşünmesi ve nereleri yapıp-yapmadıklarının muhasebesini yapmalarını zorunlu kılmaktadır. Öncelikle Hz. Resül’ün tebliğ, irşad, stratejik ve sosyolojik yaklaşımını- sünnetini dikkate alarak yeni bir strateji belirlemeleri zorunlu gözüküyor. Protestoların bilhassa Kürtlerin meskûn olduğu kentlerde yoğunlaşması da ayrıca ele alınması gereken bir durum. Bu arada ahalisinin ekseriyetinin Azerilerden oluştuğu Tebriz ve yine Türkmenlerin, çeşitli etnik grupların yaşadığı Meşhed’de de olayların devam etmesi yaşananların sadece Mahsa Amini’nin ölümü ile ilgili olmadığını düşündürmektedir. Unutmayalım Amerika- İsrail ikilisinin bölgesel stratejilerinin başında Türkiye, İran, Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerin etnik, mezhebi vs. nedenlerle küçülmelerini, parçalanmalarını, butik devletçiklere dönüşmesini öngörüyor.
İslam’ın temel ilkeleri dikkate alınarak ve öncelikle Hz. Resûl’un (as) sünnetine ittiba ederek muhatabımızı İNSAN olarak görmeye özen göstermeliyiz. Toplumun tepkisini çeken ve çekecek olan konularda yasakçı yaklaşımdan çok eğitici- öğretici yaklaşımları öncelemeliyiz. Yaşadığımız çağ dijital bir çağ. Eğer insana, olaylara bilinçle, merhametle, adaletle yaklaşılmaz ise, toplumsal sorunlara
İnsan ve İslâm gerçekliği ile yaklaşılmaz ise olaylar hem büyür hem de baş edilemez boyutlara ulaşır. Sonunda da hiçbir şekilde ne insani ne de İslami bir ortak payda yakalanamaz.
Askeri okulda öğrenci iken Kore gazisi,” Harp Silah Ve Vasıtaları” dersine gelen bir hocamız bize şu hususu hatırlatmıştı: “Komutan, yönetici emri altındakilerin, yönetiminden sorumlu olduklarının yapabileceği emri verendir. Aksini yaparsa kendisi o emrin altında kalır. ”Umarım inşallah İran, Afganistan ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerde yönetimler merhamet ve adalet terazisini cezalandırmadan yana değil, affetmekten yana kullanırlar. Zira Hz.Resul(as):”Bir yöneticinin affetmedeki hatası cezalandırması hatasından daha efdâldir.”Buyurmakta..
Her Taraf / Süleyman Arslantaş