Ha-şe-a kelimesi gözünü yere indirmek, sesini kısmak, itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, korkmak gibi anlamlara gelmektedir. Cabir’den gelen bir hadiste Peygamber (a.s)ın müminlere yönelerek, “hanginiz, kendisinden Allah’ın yüz çevirmesini ister?” dediği belirtilmektedir. Peygamber’in sorusunun muhatabı olan mü’minler, “biz bundan korktuk” (fe-haşa’nâ) demişler. Huşû kelimesi eğilmek, tevazu göstermek anlamındaki ‘hudû’ (ha-da-a) ile birbirine yakın olmakla beraber, hudû bedenle ilgilidir, boyun eğip inkıyad etmeyi gösterir. Huşû ise, bedende, gözde ve seste olur. Tazarrû (tadarrû) kelimesi de huşû ile yakın bir anlama sahiptir fakat o daha çok kalple ilgilidir. Kalp huşû duyunca, organlar huşû’a gelir.
Sesini kısıp başını eğmiş, tevazu içindeki sakin kişiye, huşû duyuyor denir. (haşi’ın). Bazı lügatlerde ‘haşiu’, ‘rakiu’ yani huşû eşittir rükû etmek şeklinde açıklanmıştır. Kimisi de huşû’u, havf ve feza’ (korku) olarak yorumlamışsa da çok isabetli değildir. Huşû, ses benzerliği olan haşyet (ha-şâ) (korku) kelimesinden de farklıdır. Batmaya yüz tutmuş yıldız ve yağmur yağmadığı için iyice kurumuş arazi için ‘haşea’ fiili kullanılmaktadır.
Arap diline uygun olarak Kur’an’da ‘ha-şe-a’ fiilinin daha ziyade ismi faili (haşian, haşiîne, haşiûn v.b.) kullanılmıştır. Mesela yeryüzü susuzluktan dolayı, ‘ölü tabiat’ denebilecek kadar kupkuru olmuşsa, burada ‘hâşia’ kelimesi kullanılmıştır: “…yeryüzünü kupkuru görürsün” (terâ’l-arda hâşiaten). O ölü toprağı diriltecek, harekete geçirip kabartacak olan hayat iksiri, yağmurdur. (41/Fussilet, 39). Kurumuş toprağa ‘haşian’ kelimesinin kullanılmasına yakından dikkat ettiğimizde, huşû’un aslında tezellül (ayaklar altında sürünme), önemsizlik, varlığının dikkate alınmaması demek olduğunu fark ederiz. Toprağın, yağmursuzluk neticesinde bitkisiz, kuru, kurak ve kıtlık ifade eden halini ‘haşian’ kelimesi ifade etmektedir. (Zemahşeri). Hac suresinin 5. ayetinde aynı anlamı ifade etmek için ‘hâmide’ (ince he ile) kelimesi kullanılmıştır. Yağmurla buluştuktan sonra yeryüzü kabararak depreşip bitkilerle dolunca, sanki kendi hey’eti/kıyafeti içerisinde gösterişli, kendini beğenen, kendini ağırdan satan bir hal almaktadır. Yani yeryüzü, zînetini takınmaktadır. Kuraklık döneminde ise, boynu bükük bir vaziyette, bir nevi melankoli hali yaşamaktadır. (Zemahşeri). Kur’an’ın bu tasviri, susuz yeryüzünü, akranlarına bazı hediyeler verilirken, kendisi bir köşede ilgisiz kalmış, kimsenin onu fark etmediği, dolayısıyla ağlamaklı yüz ifadesiyle, fark edilmemişliğin, değer verilmemişliğin etkisindeki bir çocuğun ruh halini andırmaktadır. Çocuk fark edilip de kendisine de aynı hediyeler verilerek, başı okşanınca nasıl canlanmakta, yüzü gülmekte ise, susuz toprak da su ile onu yaşamaktadır.
Huşû kavramı Kur’an’da bilhassa ahiret bağlamında kullanılmaktadır. Ahiret ahvaline dair çizilen tablolarda, insanların acziyeti mükemmel şekilde anlatılmaktadır. Bunlardan biri, Kamer suresinin ilk ayetlerinde bulunmaktadır. Ayın ikiye bölüneceği o gün, davetçinin, benzeri görülmemiş bir şeye davet ettiği gündür; o gün insanlar gözleri yerde (huşşean ebsâruhum), büyük bir mahcubiyet, korku ve sessizlik içinde kabirlerinden çıkarlar. İnsanlar, çekirge sürüsü gibi çokturlar ama ürkek, çekingen ve sessizdirler. Çekirge temsili, çokluğu ifade için kullanılır. Bir ordunun sayıca çokluğunu anlatmak için “çekirge sürüsü gibi” denir. Hesap yerine giderken insanlar çekirge sürüleri gibi süratli ve sessiz hareket ederler. Kendilerini sevk eden davetçiden (görevlilerden) öne geçmezler, geride de kalmazlar. O gün, kâfirlerin, “bu, zorlu bir gündür!” diyecekleri gündür. İşte bu pasajda huşû kelimesi ‘huşşean’ şeklinde, mübalağa sîgasıyla kullanılmış olup, gözlere nisbet edilmiştir:
“Bakışları utançtan yere bakar vaziyette, etrafa yayılmış çekirge sürüleri gibi, kabirlerinden çıkarlar.” (54/Kamer, 7).
İnsanlar kıyamet gününde davetçiye uyarlar, ona karşı yan çizemezler. Rahmân Allah adına sesler kısılmıştır, fısıltıdan başka ses işitilmez. (ve haşeati’l-esvâtu li’r-Rahmâni fe-lâ tesmeu illâ hemsen) (20/Taha, 108). Bu ayette ‘haşea’ kelimesi sükût etmek, sessizlik anlamında kullanılmıştır. ‘Hems’ kelimesi de kısık ses demektir. İki dudakla dilin hareketinin fark edilemediği gayet kısık insan sesine ‘hems’ denmektedir. İnsanların mahşer yerine sevk edildikleri o anda sadece ayakların yere dokunmasıyla çıkan belli belirsiz sesler duyulacaktır.
Gözlerin huşû’u, zilletten ve kişinin acizlikten dolayı cevap veremeden başı eğik durması anlamındaki ‘inhizal’den kinayedir. Hem zelil kişinin zillet halini, hem de aziz kişinin izzet halini, gözler yansıtır. ‘Huşşean ebsaruhum’ sözü korku, dehşet, pişmanlık ve utanç gibi anlamları ihtiva etmektedir. Kabirlerinden çıktıklarında insanlar, daha önce kendilerine haber verilen o günle yüzleşme vaktinin geldiğini anlamışlardır ama o gün için hiçbir hazırlıkları olmadığından, böyle bir zillet, utanç ve dehşet duygusunu yaşamaktadırlar.
O gün kâfirler kabirlerinden çıkmış, sanki önlerinde dikili bir hedef var da, ona doğru koşar adım gidiyor gibidirler; gözleri büyük bir mahcubiyet içerisinde aşağıya bakmaktadır, kendilerini zillet kaplamıştır. (hâşiaten ebsâruhum ve terheguhum zilleh). (70/Mearic, 43-44). Naziat suresinin ilk 14 ayeti de tıpkı kamer suresinin baş tarafı gibi bir kıyamet sahnesi canlandırmaktadır. O dehşetli kıyamet gününde yürekler yerinden çıkacakmış gibi hızla çarpar; gözler büyük bir yorgunluk/bitkinlik içinde, yere bakarlar. (ve ebsaruha hâşiah). (79/Naziat, 1-9).
İşte böylesine zorlu bir günde kâfirlerin hiçbir yardımcıları yoktur. Gözleri yere inik vaziyettedir ve kendilerini de bir zillet kaplamıştır. (hâşiaten ebsâruhum terheguhum zilleh). (68/Kalem, 43). Suçunu kabullenmiş büyük bir mücrimin haleti ruhiyesi ile dikilmektedirler. Kur’an’ı işittikleri zaman, Peygamber’i adeta gözleriyle yiyip bitirecekmiş gibi bakan insanlar (68/Kalem, 51) işte bunlardı. Ama bugün, aynı gözler yerden kalkmamakta, acınacak halleriyle yere bakmaktadırlar.
‘Haşian’ kelimesi, sadece gözlerin değil, yüzün bir sıfatı olarak da kullanılmıştır. 88. Sureye isim olan ‘ğâşiye’ kelimesi, “her şeyi kaplayıp bürüyen” anlamına gelmektedir. Her şeyi kaplayan o kıyamet saati gelip çattığında, bazı yüzler zillete düşeceklerdir. (vucûhun yevme-izin hâşiah). Çünkü bunlar, kızgın ateşe girecekler, kaynar sudan içecekler, kuru dikenlerden yemek zorunda kalacaklardır. (88/Ğaşiye, 1-7). Bu müjdeyi(!) alan kişilerin yüzlerinde gülücükler açmaz herhalde. Kur’an’ın bu erken dönem vahyinin tasvir ettiği hedef kitlenin, ilk sure olan Alak’ta değinilen, mü’minleri salâttan engelleyen; Müddessir suresinde vahye karşı küstah tavırları anlatılan (18-26. ayetler) ve Kalem suresinde, Peygamber’in, asla itaat etmemesi için uyarıldığı (8-15. ayetler) müstağni, kafir reisler olduğunda kuşku yoktur. İşte topluma, hayata, insana, Din’e, hâsılı her şeye hükmedeceğini, dünyanın tamamen kendi kabzasında olduğunu sanan, bir çırpıda bütün bir vahyi “geleneksel bir sihir” yaftasıyla mahkûm eden o anlı şanlı siyaset ve toplum liderleri, büyük bir zillet içerisinde, gözleri yere eğilmiş, ağızlarını bıçak açmamaktadır!
Bu kâfirler, secde etmeye davet edildiklerinde (68/Kalem, 43) kendilerini büyük bir kibir kuşatıyor (2/Bakara, 206) ve daveti şiddetle reddediyorlardı. Artık o hesap gününe, “inciğin açılacağı” (68/Kalem, 42), yani ak koyunla kara koyunun belli olacağı bir güne intikal etmiş durumdadırlar. Kâfirler o gün azabı gördüklerinde geri dönüş için yol ararlar ama bulamazlar. O anki halleri ne büyük bir zillet manzarasıdır: “Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek (hâşi’îne mine’z-zülli) göz ucuyla gizli gizli baktıklarını görürsün. İman edenler o an şöyle derler: işte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır. Kesinlikle bilin ki, zalimler, devamlı bir ateşin içindedirler.” (42/Şura, 45).
Kur’an huşû kelimesini kalple alakalı kullandığı zaman ismi fail değil de, ‘haşea’ fiilinin fiil-i muzarî formunu tercih etmektedir. Kalplerin huşû’undan bahsedildiğinde, kalplerin incelmesi, hassaslaşması, rikkatli hale gelmesi, kısacası Allah adı anıldığı zaman, kalpte bir depreşim olacak kadar ince bir ruha sahip olmasından bahsediyoruz demektir. Allah adı anılınca ve Allah’ın indirdiği ayetler karşısında mü’min bir kalbin titremesi gerekmektedir. (57/Hadid, 16). Bu, imanın belirtisidir. Bu alanda mü’minler, ehli kitaba benzememek için uyarılmaktadırlar. Mü’minlerin uzak durmaları istenen, Ehli Kitabın vasıfları şuydu: Uzun asırlar sonunda onların kalpleri katılaştı. (fe-tâle aleyhimu’el-emedu fe-qaset qulûbuhum). Kalp katılığı… ‘Qasâ’ fiili kalple birlikte kullanıldığında, kalbin taş gibi kaskatı kesildiğini ifade etmektedir. Kalbin katılaşmasının mecazi olduğu bellidir. Yani insanın hissiz, hissiyatsız, vurdumduymaz, aldırmaz bir yapıda olması, tezekkür, tefekkür, tedebbür, taakkul gibi ‘akleden kalb’in işlevlerinden tamamen uzakta olması, insani hassalarını tamamen yitirmesi anlamına gelmektedir. Bunun içindir ki, artık dönüşü olmayan bir çıkmaza girmiş bulunan bu tür insanları Kitab-ı Kerim, hayvanlara benzetmiş, sonra, hayvan temsilinin de onların seviyelerini karşılamadığını anlatmak için, hayvanlardan da aşağı durumda oldukları belirtilmiştir. (7/A’raf, 179).
Kalpler öyle katılaşır ki, taş gibi olur, hatta taştan da katı olur. Tıpkı İsrail oğullarının olduğu gibi. Kalp katılığını taş istiaresi ile anlatmak, bir kinaye ve tariz içermektedir. Taş deyip geçmemek gerekir, nice taşların içinden, hayatın sembolü olan su fışkırmaktadır, çatlayıp, yukarıdan aşağıya yuvarlanan taşların bu hareketi, Allah korkusuna bağlanır. (2/Bakara, 74). Demek ki taş bile bizim bildiğimiz ‘taş’ değildir. Her kim olursa olsun, Kur’an vahyini görmezden, duymazdan, tanımazdan gelen kimselerin kalpleri ise, bu taşlardan daha soğuk, daha hissiyatsız ve daha ilgisizdirler.
Kur’an, gerek kitap ehli, gerekse diğer müşriklerin Kur’an karşısındaki lakayıtlıklarını kinaye yoluyla anlatmaya devam etmektedir. Eğer bu Kur’an Allah tarafından bir dağın üzerine indirilseydi, o dağın, Allah korkusundan dolayı baş eğdiğini ve paramparça olduğunu (haşian mutesaddian) görebilirdik! (59/Haşr, 21). Oysa Kur’an bizzat kendisi için inmiş olan ve yeryüzünün yegâne bilinçli varlığı olan insan, ne kadar vurdumduymaz, ne kadar hissiz ve duyarsız olmalı, kalbi ne kadar katılaşmış olmalı ki, bırakın Allah’ın haşyetinden paramparça olmayı, kendisinde en küçük bir sarsıntı, bir hareket, depreşme bile olmamaktadır. Bu, sanki Mehmet Akif’in anlattığı şu haldir:
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, ‘iki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Yukarıdaki ayetlerden huşû’un zıt anlamının ‘kalp katılığı’ (kasiyetul kulup) olduğu anlaşılmaktadır. Kalplerin taşlaşmasının önüne ise ancak Allah’ı zikirle geçilir. Kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur. (13/Ra’d, 28). Susuzluktan çatlamış toprağın hayat iksiri yağmur ise, imansızlıktan taşlaşmış kalplerin dirilticisi de vahiydir. Bu yüzden Kur’an, en büyük zikirdir ve Kur’an, kalplerde/sadırlarda olan imansızlık, nifak, benlik, tekebbür, istiğna gibi hastalıklara şifadır. (10/Yunus, 57). Kendilerine Allah’ın ayetlerinin okunması, mü’minlerin kalplerini titretir. (8/Enfal, 2). Allah’ı anmamaktan dolayı kalpleri katılaşanların (39/Zümer, 22) aksine, Allah’tan korkan mü’minler Kur’an’ın etkisiyle tüyleri ürperir, hem bedenleri, hem de kalpleri Allah’ın zikrine ısınır, yumuşar. (39/Zümer, 23).
Kur’an, kendisinin inzal edildiği zamanki Ehli Kitabın tamamını toptancı bir şekilde aynı kefeye koymaz. Onlar içinde, Kur’an’ı dinledikleri zaman derhal ağlayarak secdeye kapanan, huşû’u artan mü’minlerin var olduğunu belirtir ve haklarını teslim eder. (17/İsra, 107-109). İçlerinde Allah’a, kendilerine indirilen vahiylere ve mü’minlere indirilen Kur’an’a, tam bir samimiyetle ve Allah’a tam bir huşû duyarak iman edenlerin var olduğunu kabul eder. (3/Âl-i İmran, 199).
Burada artık sözü, huşû kavramının namazdaki, namazı temsilen secdedeki yerine getirmenin vakti gelmiştir. Secde, insanoğlunun, Allah karşısında bir kul olduğunu, dolayısıyla tevazusunu ifade eden, tekebbürden, istikbardan, büyüklenmeden kaçındığını gösteren belki de yegâne kulluk biçimidir. Çünkü secdede alnını/yüzünü yere süren bir insan, Rabbi’nin büyüklüğünü zikrederek, kendisinin O’nun büyüklüğü oranında küçük olduğunu, sadece Allah’a ibadet edip, sadece O’ndan yardım istediğini belirtmiş olur. Gerçek bir mü’min imanıyla yapıldığı sürece secdeye giden yüzün, hiçbir konuda Allah’a isyan etmesi mümkün değildir. Secde tam bir huşû mahallidir. Çünkü secde, kulun, Allah’tan gayrı hiç kimseye taabbüd etmediğini, sadece Allah’ı rab ve ilah bildiğini gösteren bir ibadet safhasıdır. İzzet sahibi bir mü’min, Allah’ın önünde bedenini yarı yarıya eğerek ve secde halinde yere tam kapanarak, salâtının, ibadetlerinin, hayatının ve ölümünün tamamen ve sadece âlemlerin rabbi Allah’a ait olduğunu, beden diliyle beyan etmiş olmaktadır. Bunun içindir ki kimi Ehli Kitap, Kur’an’ı işittikleri zaman hemencecik secdeye kapanmışlardır. (17/İsra, 107, 109).
Kur’an’da namaz bahsi geçen yerlerde huşû’a pek fazla atıf yapılmamaktadır. Böyle bir atıf Mü’minun suresinde bulunmaktadır. “(Şu özellikleri taşıyan) mü’minler felaha ermişlerdir” mealindeki ilk ayetten hemen sonra, yani mü’minleri felaha erdirici vasıfların ilki olarak, namazlarını huşû ile kılmalarının gereğine dikkat çekilmesi önemlidir. (ellezîne hum fî-salâtihim hâşiûn) (23/Mü’minun, 1-2). Namazda huşû’un ne olduğuna dair Bakara suresinin 45. ayeti bir fikir verebilir: mü’minler sabırla ve salâtla Allahtan yardım dileyebilirler. Sabır ve salâtla Allah’tan yardım dilemek, huşû sahibi mü’minlere ağır gelmez, diğerlerine ağır bir yüktür.
Namazda huşû / namazı huşû ile kılmak, şekille olacak bir iş değildir. Nice insan belki bunu böyle anlamakta ve namaza kendini tam veriyormuş gibi yaparak, tadil-i erkân olarak bilindiği şekliyle, ayakta vücudunu dik, rükûda belini düz tutmakta, ayakta iken secde mahallinden başka yere bakmamaya, gereksiz yere elini kolunu hareket ettirmemeye özen göstermektedir. Halbuki huşû, bu beden durumlarından hiçbiri değildir.
Namazda huşû’u şöyle anlamak gerekir: “salâtı ikame eden” bir mü’min, o anda, kendisinin ve âlemlerin Rabbi Allah emrettiği için O’nun huzurunda bulunduğunu, O’na bir kulluk takdîmesi sunduğunu; Allah’ın ne kadar büyük bir ilah, kendisinin, O’nun ne kadar küçük bir kulu olduğunu düşünmeli; Allah karşısında kendisinin en küçük bir tekebbür, büyüklenme, müstağni tavır ve tutumu var mı, Allah’ın yarattığı kullara tepeden bakıyor mu, mal, zenginlik, evlad ü ıyal, ev, araba, servet gibi dünyalıklar kendisini şımartıyor mu; Allah’ın huzurunda iken şu an hissettiklerini, duyduklarını, biraz sonra günlük hayatta da olduğu gibi duyup yaşayabiliyor mu? İşte bunları düşünmesi, teemmül ve tezekkür etmesi gerekmektedir. Yukarıda geçtiği üzere huşû kelimesinin sözlük anlamlarını hatırlayacak olursak, bir mü’min, namazda, Allah karşısında içten gelen bir mahcubiyet, Allah’ın vereceği her hayra muhtaçlık duygusu içinde şunları düşünmelidir: acaba Allah, şu an ikame ettiğim salâtımı kabul edecek mi, beni de salih/felaha eren kullar zümresine dâhil edecek mi? Ben de, Allah’ın kendilerinden razı olduğu, onların da Allah’tan razı oldukları mü’minler zümresinden olabilecek miyim, işte bütün bunların muhasebesini yapmalı, kafasını, kalbini ve aklını bunlara yormalıdır. İşte o zaman, mü’minin yüzünde, tasannû eseri olmayan, gerçekçi/sahici huşû belirecektir. Bunların hiçbirini yapmadan, tam tersine, tamamıyla dünyevi çıkarlarını düşünen, kesada uğramasından korktuğu ticaretini, bir sakatlığa uğramasından korktuğu (haşyet ettiği) makam ve mansıbını düşünen bir ‘musalli’, yüzüne ne kadar huşû maskesini takmaya çalışsa da, bu maske huşû’u sağlamayacaktır. Allah bunu zaten baştan kabul etmeyecektir. Hâsılı, mü’minleri namazda huşûlu yapan, bedenlerinin duruş ve tutumu değil, kalplerinin ihlâsı ve samimiyetidir. Namazda/secdede mü’minleri, bedensel hareketleri değil, kalpleri ağlatır. Bununla beraber, huşû’unu göstermek için ağlayan bir kişi de, huşû’unu değil, namazından ne kadar sâh oluşunu (Maun suresi) göstermiş olacaktır.
Namaz, huşû’un belki en önemli tecelligahı ise de, tek imkânı değildir. Huşû, bir müslümanın genel sıfatıdır. Müslümanlar hayatın tamamında huşûlu olmak zorundadırlar. Huşû, biçimsel bir görüntü değildir, makyajla sağlanmaz. İçten gelen gerçek bir tevazu ile haddini bilerek kişi huşûlu olur. Yani huşû bir yaşam biçimidir.
Kısacası huşû, Zekeriya ve ailesi gibi, hatta bütün peygamberler gibi, hayır işleri için koşturmak, Allah’a isteyerek, içinden gelerek, umarak ve büyük bir titizlikle yalvarmak, Allah’a karşı tam bir tevazu/mahcubiyet içinde olmaktır. (21/Enbiya, 90). Sonuç olarak huşû, kulun Allah karşısında güçsüzlüğünü anlayıp idrak etmesi, kulluğunun ve acizliğinin gereğini Allah’a ibadet olarak yerine getirmesi demektir. Huşû, Allaha ve mü’minlere karşıdır; kâfirlere karşı ise izzetli ve dik duruşlu olmak gerekir.
Allah, Müslüman erkek ve Müslüman kadınlara, mü’min erkek ve mü’min kadınlara, kendilerini adamış erkeklere ve kendilerini adamış kadınlara, sözlerine sadık erkeklere ve sözlerine sadık kadınlara, sabreden erkeklere ve sabreden kadınlara, Allah karşısında güçsüzlüğünü anlayan (huşû) erkeklere ve güçsüzlüğünü anlayan kadınlara, karşılıksız yardımda bulunan erkeklere ve yardımda bulunan kadınlara, oruç tutan erkeklere ve oruç tutan kadınlara, ırzlarını koruyan erkeklere ve ırzlarını koruyan kadınlara, Allah’ı çok zikreden erkeklere ve Allah’ı çok zikreden kadınlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (33/Ahzap, 35).
Allah razı olsun. Allah’a emanet olun.