Rabbimiz Allah biz müminlere, fitne tamamen ortadan kalkıncaya ve Din tamamen Allah’a has kılınıncaya kadar kâfirlerle savaşmayı emreder. (2/Bakara, 193; 8/Enfal, 39).
Mekke kâfirlerinin Müslümanları Mescid-i Haram’dan çıkmak zorunda bırakmaları, hiç tartışmasız ‘fitne’ olarak adlandırılmıştır. (2/Bakara, 217). Küçük bir Müslüman müfrezesi, Bedir savaşına takaddüm eden günlerde, Rasulullah’ın, kıtal yapmalarına dair bir talimatı olmamasına rağmen Mekke’ye ait bir kervana saldırmış, bir kişiyi de öldürmüştü. Mekke oligarşisi bu vakayı, Müslümanların büyük bir ayıbı olarak dillerine dolamışlar, İslam aleyhinde propaganda vesilesi edinmişlerdi. Bu olayı Kur’an şöyle yorumlamıştır: Tamam, haram ayda adam öldürmek büyük bir günahtır ama insanları Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan engellemek, halkını Mescid-i Haram’dan zorla çıkartmak ve Allah’ı küfretmek daha büyük bir günahtır. Tabi ki bu, Allah’a göre böyledir.
İşte, Müslümanların Medine civarında bir müşriki -Peygamber’in iradesi dışında- öldürmeleri değil ama Mekkelilerin zikredilen cürümleri, kelimenin tam anlamıyla fitne idi; fitne buydu. Kur’an’ın, olayın açıklamasına dair beyanı şu ebedi hükümle bitmektedir:
“Fitne adam öldürmekten daha büyük bir günahtır.” (2/Bakara, 217).
Kur’an’ın, adam öldürmekten “daha büyük” dediği günahlara bir kere daha dikkat edelim: Allah’ı küfür; insanları Allah’ın yolundan ve Mescid-i Haram’dan engellemek; halkını Mescid-i Haram’dan ihraç etmek.
Fitne kelimesi esas itibariyle bir davaya inanmış insanların, o davaları uğrunda imtihan edilmeleri, denemeden geçirilmeleri demektir. İslam’a mutlak bir teslimiyetle iman eden ilk Kur’an nesli, Mekke’de ciddi şekilde fitneye tabi tutulmuşlardır. Mekkeliler, egemen oldukları şehirlerinde, Muhammed (a.s)’ın Allah’a atfettiği ve inanmadıkları yaşam biçiminin egemen olmasına doğal olarak izin vermezlerdi. Fitne de buydu işte! Ama onlara bakılırsa, fitne çıkartan asıl, Muhammed (a.s)’dı. Çünkü Muhammed’in (sav) yeni Dini, Mekke’deki sosyal ve siyasî hayatı tepeden tırnağa yerinden ediyor, kurulu düzen sarsılıyordu.
Mevdudi, fitneyi “kâfirlerin hâkimiyeti ve politik üstünlükleri” olarak tanımlamakta ve şunları da ilave etmektedir: “İnsanın insana hükmettiği ve Allah yoluna tabi olmanın imkânsız olduğu bir toplumda, fitne hüküm sürüyor demektir.” (Mevdudi, Tefhim, I/155).
Kâfirlerin hâkimiyeti ve politik üstünlükleri niçin fitnedir? Çünkü kâfirlerin hâkimiyeti, bütün mülkün sahibi olan Allah’ın küfredilmesi demektir. Allah’ın mülkünde Allah’ın otoritesini sınırlandırmak, Allah’ın yegâne ilah oluşunu tartışılır hale getirmek, tevhidi sulandırmaktır. Allah’ı gereği gibi (hakkıyla) takdir edememektir. Belli insanları Allah’a ortak yapmaktır. Kısacası, Allah’ın biz insanlar için seçmiş bulunduğu, hiçbir beşerin yanlışlaması mümkün olmayan yegâne doğru yaşam biçimi İslam’a alternatif yaşam biçimleri icat ve ihdas etmek fitnedir.
Günümüz modern cahiliyyesinde fitnenin daha da giriftleştiğinde kuşku yoktur.
Bu satırları okuyan kimseler şuna katılırlar mı, bilmiyorum: Biz Müslümanların kafa karışıklığımız, daha işin başından, çocukluktan itibaren verilen din eğitimi, dinî kavramların algılanış/yorumlanış biçiminden kaynaklanmaktadır. Din bilinci yeni yeni oluşan körpe dimağlara şirk ve müşrik, küfür ve kâfir, put ve putperestlik, ilah gibi kavram ve kurumlar anlatılırken, bu kavramların Kur’an’da yer aldıkları dönemdeki algılanışları gibi öğretilmedi. Çünkü öğretenler de öyle -yanlış- öğrenmişlerdi. Çocukluğumuzda mesela Ebu Cehil deyince, Allah diye bir mefhumu hiç bilmeyen, Allah’ı tamamen yok sayan; aklımıza gelebilecek er türlü kötülüğü kendisine nisbet edebileceğimiz bir kişi canlandı zihnimizde. Onların ‘Allah’ yerine Lat, Menat gibi heykellere taptıkları zannı galip kılındı zihinlerimizde. Bu cümleden olarak, şirki putperestliğin eş anlamlısı gibi öğrendik. İlah kavramını ‘put’ kavramıyla sınırladık ve dondurduk, daralttık. Müthiş bir anlam kaybımız oldu. İlah’ı putla anlamdaş bilen bir zihnin, Allah’tan başka ilah edinme denilen durumu kavraması mümkün değildir.
Doğal olarak Peygamber (a.s) da bütün gücüyle, bu ateist insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlamaya çalışacaktı.
Bizler şirkin ve küfrün tanrı tanımazlık değil, bilakis Allah’ı kabul etmekle birlikte, Allah’a başka ortaklar icad etmek; Allah’ın otoritesini kendince başka insan-tanrılara, ilahlara paylaştırmak olduğunu epey sonra öğrendik.
Ama hamdolsun, geç de olsa öğrendik…
Allah, yeryüzünde fitnenin kalmamasını, Din’in de tamamen Allah’a has kılınmasını murad etmekte, bu vazifeyi de müminlere yüklemektedir.
Demek ki, Din’in Allah’a has kılınmaması gibi bir durum da vaki imiş.
Din’in Allah’a has kılınması, Din’i ikinci, üçüncü Allah’ların -haşa- tasallutundan kurtarmak amacını güden bir ifade midir? Hayır! Din’in, Allah’ın dışında, kendisine tanındığı, Allah’ın uluhiyetine ortak kılınan beşerlerden arındırılması, tevhidin yüzde yüzlük bir netliğe ulaştırılması anlamını ifade ediyordu.
Din’in Allah’a has kılınmamasını ben şöyle anlamaktayım: Din Allah’a has kılınınca, emir ve otorite tamamen Allah’a ait yapılmaktadır. İnsan, Allah’ın Din olarak vaz ettiği yaşam biçimine göre yaşamaktadır. Hüküm mercii Allah olmaktadır. Allah’ın adı en ulyâdır. Din, toplumu toplum yapan sosyolojik unsurlardan biri değil, bilakis hayatın içi, hayatın özü, hayatın ta kendisidir. Hiçbir insan şerikleştirilmemiştir.
Din’in Allah’a has kılınmaması, emir ve otoritenin Allah’a tanınmaması demektir. Allah, toplumun kahir ekseriyetinin en mukaddes(!) mefhumudur; vatan, bayrak, bağımsızlık, milli birlik ve bütünlük, milli şef, istiklal marşı gibi bir dizi “milli ve manevi değerlerimiz”den biridir. Allah mefhumu o kadar kutsal ki, tartışılmasına bile izin verilmez. Allah’a saygısızlık edenler horlanır, hatta devlet tarafından birtakım cezai müeyyideler bile takdir edilir. Peygamber mefhumu, kutlu doğum haftası, üç aylar, Ramazan ayı, teravih namazı, Cuma namazları, hac ve umre ibadetleri daha bir rağbet görür.
Bir anlamda, ‘din’ alanında da açılımlar yapılmıştır.
Bunlar tamam da, bu ‘müspet’(!) gelişmeler, Din’in Allah’a has kılınması anlamına gelmemektedir. Bilakis, şeriklerin sayısı artmış, şirkin kıvamı ilerlemiş de olabilir. Neden, biliyor musunuz? Çünkü Din’in, yani Din’in bazı unsurlarının, bir lütuf olarak, var olma hakkı tanınmıştır! Değil mi ki Müslümanlar hep hak istiyorlardı, işte istedikleri hakları -gecikmeli de olsa, birtakım ezalar, cefalar çektikten sonra olsa da- verilmiştir! Dolayısıyla dindarların, artık bu verilen hakların kadr ü kıymetini bilmeleri, ona göre biraz daha ‘çelebi’ olmaları gerekir; daha ılımlı, kadirşinas olmaları beklenir.
Dikkat edilirse, egemen sistemden sürekli hak talebinde bulunan, özgürlük isteyen Müslümanlar, istedikleri hak ve özgürlükleri gecikmeli de olsa, parça parça da olsa almaktadırlar. Geç olsun da, güç olmasın demişler…
Kâfir bir rejimden hak ve özgürlük talebinde bulunursanız, bir gün o listede sıralı maddelerin tükeneceğini hesaba katmalısınız.
Kimden, hangi hak ve özgürlüğü istiyorsunuz?
Kâfir bir sistemden özgürlük talebinde bulunmak nebevî bir yöntem midir? Musa Peygamber’in İsrailoğullarını Mısır’dan, Firavun’un tahakkümünden çıkartması, özgürlük talebi midir?
Bir ülkede şirk ve küfür düzeni var oldukça, fitne kalkmamış, Din de Allah’a has kılınmamıştır. Çünkü Din hala hükmedilen konumundadır; yasalarla, ‘toplumsal mutabakat’la, ‘mahalle baskısıyla’ v.b. zapt u rapt altına alınmaya devam etmektedir. Din’in, ülkenin başını ağrıtan bazı ideolojilerden, birtakım terör olaylarından -rejimin nazarında- bir farkı yoktur. Rejimin abûs suratlı, eli sopalı eski patronları gitmiş, oldukça ılımlı, yeni gülen yüzlüleri gelmiştir. Onlar da, ketmedilen ‘hak’ları iade ediyorlar.
Bu durumda, özgürlük peşinde olan ve aradıkları özgürlükleri bir şekilde elde eden insanlar, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, farkında olarak veya olmayarak fitnenin ortadan kalkmaması ve Din’in Allah’a has kılınmamasına katkıda bulunmuş olmaktadırlar.
Burada, son demokratikleşme paketinin önemli bir maddesi olan ‘başörtüsü’nü örnek verebilirim.
On yıllardan beridir, İslam’ın bugünkü kürede, küreye vaziyet eden Sistem’le ilgili sorunu, başörtüsüne indirgendi. Başörtüsüne kamuda özgürlük tanıyan yasal düzenleme resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Böylece İslam’ın Sistem’le olan ‘sorun’u da depoya kaldırıldı. Depoda bir süre bekletildikten sonra, yoğaltma işlemine tabi tutulacaktır. Oysa bu hadisede ilk fitne, Müslümanların, Din’i dünyadan/devletten ayıran bir siyasal düzenden başörtüsü hakkı istemeleri olmuştur. Açıkçası, tağuttan başörtüsü özgürlüğü istenmiştir.
Başörtüsünün meşruiyeti, örtüsüzlüğe kıyaslanarak, başını örtmek isteyenin de en az başı açık olan kadar hakkı olduğu denklemiyle sağlanmıştır! Yani, örtüsüzlük ne kadar saygınsa, başörtüsü de o kadar saygındır! Her iki kişisel tercih de, yasal güvence altındadır. Daha doğrusu, örtüsüzlük zaten yasal güvence altında idi, başörtüsüne de denklik sağlanmıştır. Başörtüsü ile örtüsüzlüğü eşit değerde saygın ve yasal saymak, fitnenin var olmaya devam ettiğinin göstergesidir.
İkinci olarak ise İslam’ın tesettür emri başörtüsüne indirgenmiştir. Asıl ‘fitne’ ise, başörtüsü, şirk düzeniyle uzlaşmanın aracı olmuştur.
Konuyu toparlarsak, yeryüzünde fitne tamamen kaldırılıncaya ve Din tamamen Allah’a ait oluncaya kadar mücadele etmek bütün Müslümanlara farzdır. Bu, her müslümanın, namazdan da öncelikli birinci dereceden görevidir. Fitnenin ortadan kaldırılması, Din’in tamamen Allah’a ait olması ve Allah’ın adının yüce tutulması için çalışmayan kimselerin ‘namaz’ından bahsedilemez. (Maun suresi).
Şu anda yeryüzünde fitne, egemenliğini sürdürmektedir. Fitne bütün azgınlığı, bütün utanmazlığı ve küstahlığı ile devam ederken, ‘muhafazakâr’ hükümetlerin başörtüsüne serbestlik gibi ‘dini özgürlükler’ getirmeleri, sadece fitnenin üzerini örtmeye yaramaktadır. Bir taraftan tağutlaşmış bir kadro, dindarlara verilen hakları fazla bulup, tafra yaparken, öte yandan ‘dindar’ kesim de, bir yanlış yapıp da birilerinin bu özgürlüklerin de ellerinden gitmesine sebebiyet verici işler yapmasından, yani fincancı katırlarının ürkütülmesinden korkmaktadırlar. Böyle olunca, fitnenin üzerini örtücü dini özgürlükler olarak adlandırılan icraatlar halkın nazarında daha bir kıymetlenmektedir.
Peki, buradan nasıl bir sonuç doğmaktadır? Doğan sonuç şudur: Bütün Peygamberlerin sünneti olan, fitnenin ortadan kaldırılması ve Din’in tamamen Allah’a has kılınması için malıyla, canıyla, kanıyla mücadele etmek şeklindeki kulluk bilinci, bir şekilde, birileri tarafından itina ile ifna edilmektedir.
Bu son zamanların fitnesi ve Din’in Allaha has kılınmaması, önceki zamanlardakinden çok daha aldatıcı (spesifik) ve daha girifttir. Bu giriftliği berraklığa dönüştürecek tek kaynağımız ise Kur’an’dır. Her bir Müslüman, İslam’ın değil de, demokratik kültürün daha da kökleşmesi uğrunda çaba harcamış olmaya karşı derin derin tefekkür etmelidir.