Tabancanın soğuk kabzasını sıkıca tuttu. Şarjörüne mermileri tek tek yerleştirdi. Çevik bir hareketle şarjörü yerine yerleştirip kurma kolunu çekip bıraktı. “Şakkk” diye bir ses geldi. Emniyetini sağlama alıp tabancayı beline soktu. İstisnai bir durum olarak gözlüğünü ve deri montunu aldı yanına. Kapıyı kilitlemeden çekip çıktı. Arkasına hiç bakmadı. Kararlıydı, ötesi istekliydi. Öldürmeye gidiyordu.
Darmadağınık kaldırım taşları üzerinde dikkatle yürüyordu. Kimsenin ilgilendiği yoktu şehirle, sokakla, kaldırımla. Her yer pislik içindeydi. Akşamdan biriken çöpler sağa sola saçılmıştı. Bakımsızlıktan, kaldırımlar yer yer çukur tümsek olmuştu. Duvarlarda okunmayan yazılar yazılmıştı. Bir yerlerden kulakları tırmalayan müzik sesleri geliyordu. Mağaza vitrinlerinde ışıklar yanıp sönüyordu. Şehir sokakların akşamdan kalan bir yorgunluk, bir sersemlik, bir tükenmişlik vardı.
Genç adam tiksinerek geçti bu sokaklardan. Sabahın çok erken saatleriydi henüz. Güneş birazdan doğacaktı. Hızlı adımlarla şehrin merkezine doğru ilerledi genç adam. Sonunda istediği yere gelmişti. Şehrin en yüksek noktası olan “eski kale”ydi burası. Son bir gayretle basamaklarını çıkmaya başladı. Basamaklar bittiğinde sarmaşıkların çevrelediği bir koridordan geçip, kalenin doğu yakasında bulunan, önü açık bölümüne geldi. Kale duvarlarından çıkma olan büyükçe bir kare şeklindeki taşın üzerine oturdu. Hava serin, taş soğuktu. Hafif bir ürperti geldi genç adama. Acaba korkuyor muydu? İşleyeceği cinayetin korkusu mu onun ürpermesine sebep olmuştu. “olamaz” dedi, çok kararlı ve öfkeliydi. Çıktığı yoldan dönmeyecekti. Namluyu hedefine doğrulttuğunda kurşunlar bitene kadar tetikten elini çekmeyecekti. Ve asla acıma gelmeyecekti. Belki düşman da hazırlıklıydı bu güne; ama olsun, şerefli bir vuruşma olacaktı genç adam için. Ya ölecek ya vuracaktı.
Vaktin dolmasını bekliyordu. Sabırsızlanıyordu aynı zamanda. Kader günüydü bugün. Elini eline atıp tabancasını aldı. Parlak cilalı yüzüne, soğuk kabzasına, gözbebeğini andıran namlu ucuna, karga diline benzeyen çirkin tetiğine baktı. Bu dile her dokunuşta bir çığlık kopardı âlemde. Namludan “patttt” hedeften “vayyy” sesi çıkardı. Etrafa kan sıçrar, gözlerde ki fer sönerdi. Her ne olursa olsun, silah soğuktu.
Genç adam bunları düşünürken onu izleyen bir çift gözden haberi yoktu. Kocaman dalları olan, yaşlı kayın ağacının dibine oturmuş biri vardı. Yaklaşan sonbaharın habercisi olan dökülmüş yaprakların üzerine kırağı gibi çökmüş, bir taş kadar hareketsizce duruyordu. Ortama, onların doğal bir parçasıymış gibi uyum sağlamıştı. Gözleri ufka bakıyordu. Genç adamdan daha önce gelmişti oraya. Ve o yaşlı bir adamdı.
Güneş doğmaya başlamıştı. Şehrin doğu yakasını çevreleyen tepelerin arasından mızrak gibi saçıldı tüm şehrin üzerine. Gözleri yaşartacak kadar güçlüydü. Masmavi gökyüzünü karanlıktan ayırmıştı bu ışıklar. Uyuyan her ne varsa uyandırmaya başlamıştı güneş; insandan başka. Bir tek insanlar uyuyordu. “uyan” çağrısını bir tek insanlar duymuyordu. Yine de bazı uyanıklar vardı. Fırıncılar, çöpçüler, yolcular…
Doğmakta olan güneş, hem genç adam hem de yaşlı adam tarafından dikkatle izlendi. Bu arada tabanca parlıyordu. Güneş ışığı silahı ve içindeki kurşunları ısıtıyordu. Isınan kurşunlar patlamak için sabırsızlanıyordu.
Yaşlı adam kendisini hala fark etmemiş olan genç adama seslendi;
-“Evlat, sabahın köründe ne yapıyorsun burada.
Genç adam irkilmişti. Hemen beline soktu silahı. Şaşırmıştı. Nasıl da gafil avlanmıştı. Utanç duyuyordu halinden.
-“Hiççç” Diyebildi.
-“Hiç mii?”
Yaşlı adamda inanılmaz bir rahatlık vardı. Taş gibi ağırdı. Sustu, başka bir şey demedi uzun süre. Bu arada genç adam içinde farklı duyguları bir arada yaşıyordu. Aptal gibi hissediyordu kendini. Kurtulmak istedi bu halden. Cesur ve kararlıydı. Çekincesi yoktu hiçbir şeyden.
Yaşlı adamın gözlerinin içine baktı. Ses tonunu ayarladı; kararlı ve korkusuzca konuşmaya başladı.
-Aslında, cinayet için çıktım evden. Elimde silah var ve içi mermi dolu. Sonuna kadar düşmana sıkacağım. Acımayacağım, yok edeceğim onu. Böylece hem ben hem tüm insanlık kurtulacak. Anlayacağın, büyük bir belanın peşindeyim. Onu yok edeceğim; ya da o beni. Merak ettin değil mi düşmanı? İhtiyar, beni iyi dinle, ben modernizmin peşindeyim, modern hayatın ve ürünlerinin… Vergiler, yasalar, gelenekler, doğrular, güzeller, ilaçlar, algılar, araçlar, köleler, sermaye ve sahipleri… Modern yaşam adına ne varsa yok edeceğim. Ve özgür olacağım; kuralsız, şartsız, sınıfsız. Böylece kendimi bulacağım. Hiç kimse ve hiçbir şey bana tesir edemeyecek. Özgürlük, özgürlük, özgürlük olacak.
-“Aferin” dedi yaşlı adam.
-“Bu kadar mı? Dediklerimi hiç mi anlamadın, hiç mi önemsemedin? Başka bir şey demeyecek misin?”
-“Tabi ki anladım seni, gurur duydum, sevindim.”
-“İşte bu çok güzel, heyecanlandım şimdi. Anlaşıldığımı görmek çok güzel bir şey benim açımdan. Peki, çok bilge birine benziyorsunuz? Bir şey sorabilir miyim?”
-“Sor!”
-“Sizce düşmanımı nerede bulabilirim? Onu nasıl öldürebilirim?”
Yaşlı adam bir şey demedi. Sadece sağ elinin işaret parmağını alnının yan tarafına, kafasına dayayarak ateş eder gibi işaret etti. Genç adam hiç düşünmeden elini beline attı. Tabancasını çıkarıp alnına dayadı. Tetiği defalarca çekti, taki tabancanın mermisi bitene kadar. Genç adamın kafatası paramparça olmuş; etrafa kan ve düşünceler saçılmıştı. Namludan hala duman çıkıyordu.
Genç adam, yaşlı adamın işareti ile silahını toprağa gömdü. Sonra yaşlı adamın el işareti ile “gel” dediğini anladı. (parçalanan yüzünde, kaşlarının altından zorlukla görebiliyordu)
Yaşlı adamın yanına gitti; yanına çöküp oturdu. Yaşlı adam çok sakindi;
-“Sessiz ol” dedi. “Kafanı topla”
…
…