Kitabı okumuyor da, yaşıyor gibiyim. Uçup gidiyorum Adana’nın ovalarına. Sıcak içimi yakıyor. Tozlu yolda yürüyen çaresiz babayı ve bebeği görüyorum. Ruh gibi yaklaşıyorum yanlarına. Bebek, babasının sırtındaki filede. İncecik kolları filenin kenarlarına yapışmış. Gözleri fersiz. Yine de beni fark ediyor. Elimle saçlarını sıvazlıyorum. Konuşuyorum onunla; “ağlama küçük, ağlama” diyorum. “Bu kaderi yaşayan bir sen misin? Öksüz olan, aç olan, dışlanan, çaresiz kalan… Milyonlar var, milyonlar. Bak, buluyoruz yine de birbirimizi, ben geldim sana, bak senin için geldim buraya. Acını paylaşmaya, seni susturmaya, seni sevmeye…” diyorum.
Küçük susuyor gerçekten. Son nefesini veriyor. İnce boynu babasının sırtından aşağı salınıyor. Babasının haberi yok. Açık ağzına sinekler girip çıkıyor. Boğazım düğümleniyor. Gerçekten, bir şeyler oluyor bana. Çaydan aldığım son yudum, nefes boruma kaçmış o anda. Öksürüklere boğuluyorum.
Kitap elimden düşmüş. Ciğerimde kalan son nefesle, boğazımı tıkayan son damlayı çıkarmaya çalışıyorum. Gözüm kararıyor. Bir nefes, üç öksürük. Bir nefes, üç öksürük.
Sonradan fark ettim; refleks olarak en başından beri diz üstü çökmüş, başımı yere eğmişim. Bedenim sarsılmış. Yavaş yavaş kendime geliyorum. Nefesim bir nebze düzene giriyor. Doğrulup koltuğuma oturuyorum yeniden.