Karşıdan doğan güneş, soğuktan katılaşmış olan omuzlarımı ve alnımı ısıtmaya başlamıştı. Üzerine yattığım soğuk ve nemli toprağın ev sahipliği bitmiş, sıcak güneşin şefkatli kolları her yanımı ana kucağı gibi sarmıştı. Isınan sadece ben değildim; güneşi görmeye başlayan vadinin doğuya bakan yamacından da buhar yükselmeye başlamıştı.
Vadinin karşı yamacı batıya baktığı için, henüz güneş görmeyen yerleri de vardı. Orada ıslak çimenler, parça parça yükselen sis demetlerinden, son bir umutla nem kapma telaşındaydı.
O gün bir başka güzeldi. Etrafımda göz alıcı bir yeşillik vardı. İnci gibi çiğ tanelerinin aralarına serpilmiş gibi duran sapsarı kır çiçekleri, yaprakların üzerinde uçmak için kanatlarını ısıtan rengârenk kelebekler, tertemiz ve masmavi gökyüzü, karı henüz erimemiş olan Kızıldağ’ın tepesinde ki bulutların kubbemsi manzarası… Gördüğüm ne varsa yaşam taşıyordu. Sanki doğanın bir planı vardı; yaşamak, yaşatmak istiyordu. Ama benim planım farklıydı. Ben öldürmek için oradaydım.
Dikkatimin dağıldığını fark ettim. Hemen işime odaklanmalıydım. Siper edindiğim kayaların karşı yamacında bir dağ köyü vardı. Silahımın üst dürbünüyle köyü bir güzel taradım. Henüz bir hareketlilik yoktu. Evlerin bacalarından akşamdan kalma hafif bir duman yükseliyordu. Ve sokak aralarında dolaşan birkaç kedi dışında görünürde hiçbir canlı yoktu. Rahatladım, demek ki kaçırdığım bir şey olmamıştı.
Köy, vadinin batıya bakan yamacına kurulmuştu. Onun için oraya, henüz güneş doğmamıştı. Dürbünümün camı, güneşte yansıma yapıyordu ve henüz tam aydınlanmamış köyü net görmemi engelliyordu. Yine de bir canlı hareketini kaçırmayacak kadar görebiliyordum. Bunu yaparken bir yandan da telsizi dinliyordum. Komutandan vur emrini bekliyordum. “Hedef açık, atış serbest, yok edin” emrini duyar duymaz, sabırsızca bekleyen silahımın tetiğine dokunacaktım ve silahımdan çıkan mermiler teröristleri paramparça edecekti.
Bir gün önce, bağlı olduğumuz karakola ihbar gelmişti. Bir muhbirimiz, aranmakta olan bazı azılı teröristlerin, adı da “Yamaç” olan bu köydeki bir eve geleceğini, orada konaklayacaklarını haber vermişti. Biz de ihbarı alır almaz, yeni gelen takviye kuvvetlerle birlikte ihbar edilen köy yakınlarında mevzilendik. Mevzide, av bekleyen avcı gibiydik; sessiz ve tetikte. Birlikte olmak dikkatimizi dağıtabileceği için ve düşmanın bizi fark etmesini kolaylaştırabileceği için araziye dağılma emri almıştık. Bu nedenle ben de, bulduğum ilk kayanın arkasına uzandım ve silahımı yerleştirip beklemeye başladım. Görevim; bir keskin nişancı olarak, hedef açık olduğunda kaçmasına fırsat vermeden onu vurmaktı.
Bu operasyon benim için çok önemliydi. İlk kez bir operasyona çıkıyordum. Vatanı düşmanlardan savunmak, bu defa bana nasip olmuştu. Korkmuyordum, annemin duası yanımdaydı; bunu biliyordum. “Belki de annem, şimdi bile, mütevazi odasında sabah namazını daha yeni kılmış ve bana dua ediyor olabilir” diye aklımdan geçiriyordum. Yine de heyecanlıydım. Düşman da olsa, terörist de olsa birini öldürmek öyle kolay değildi. Mermilerin parçaladığı organların ortaya saçılması ve toprağın kanla boyanması, herkesin rahatça bakabileceği, ruhen kaldırabileceği bir manzara değildi. Bu bize daha önce defalarca anlatılmıştı.
Telsizde kısık bir ses fısıldadı. “Dikkat, hedefteki evde hareketlilik gözlemlendi. Işıkları yandı. Bacadan çıkan duman da arttı. Dikkatli olun. Emrimle dikkatlice eve doğru ilerleyeceğiz. Şimdilik bekleme de kalın.”
Emir böyleydi. Heyecanım artmıştı. “Biran önce ortaya çıksalar da, biz de vurup kurtulsak” gibi şeyler düşündüğümü hatırlıyorum. Stres altındaydım. Ölümü beklemek kadar, öldürmeyi beklemek de zor işmiş. Bunu orada çok iyi anladım. Güneş doğarken kapıldığım düşüncelerden; doğanın canlı ve eşsiz güzellikteki tablosundan aklımda bir parça bile kalmamıştı. Tek düşündüğüm; düşmanı biran önce öldürerek, evime dönmekti. O an beni mutlu edebilecek tek şeydi buydu.
Telsiz yeniden fısıldadı; “Evin çevresinde bir koşuşturma yaşandı. Eve giren çıkanlar oldu. Hedef açık değil; siviller var. Evi kuşatacağız, dikkatli olun ve hızlı ilerleyin. Emrim olmadan sakın ateş açmayın; tekrar ediyorum; siviller var.”
Artık zamanı gelmişti. Siper edindiğimiz kayaların arasından yılan gibi akarak vadiyi ortadan ikiye bölen dereye kadar indik. Derede akan suyun boyu botlarımızı aştığı için ayaklarımız ıslanmıştı. Ama bu bizi yavaşlatmadı. Dikkatle köye doğru ilerlemeye devam ettik. Köye yaklaştığımızda bir köpek bizi fark etti ve hırlayıp havlamaya başladı. Ama onu ciddiye almadık; ilerlemeye devam ettik. Köpek de olayın gizliliğini anlamış gibi sustu kendiliğinden. Ancak şüpheli bakışlarını hiç üzerimizden kaldırmadı. Biz ise kısa bir süre sonra hedefe varmıştık. Evin etrafını kimseye görünmeden sarmıştık. Ellerimiz tetikte nefeslerimizi tutmuş bekliyorduk.
Birden evden bir çocuk çıktı, koşarak uzaklaştı. Evin açık kalan kapısından ise çığlıklar yükseliyordu. Bir kadın ölesiye çığlık atıyordu. Evde başkaları da vardı. Tedirgin olmuştuk. Sonra kapıdan bir adam çıktı. Gergin görünüyordu. Hemen evin önündeki basamağa oturdu. Cebinden çıkardığı kağıda tütün sarıp yaktı. Sigaranın dumanı aheste aheste göğe yükselmeye başladı. Adam, birini bekliyormuş gibi uzaklara bakıyordu. Efkarlıydı sanki. Bizi de fark etmemişti henüz.
Sonra birden içerden gelen çığlıklar kesildi. Başka kadınların sesleri duyulmuştu. Kapıda oturmuş sigara içen adam birden ayağa kalktı. Ellerini havaya kaldırdı. Bizi fark etmişti. Sigarası ağzından ceketine sürterek yere düştü. Komutana baktık, korkudan bembeyaz kesilen adama eliyle sakin ol işareti yaparak saklandığı yerden açığa çıkmış, adama doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Bunu görünce biz de açığa çıktık. Ellerimizi tetikten çektiren emir, komutandan gelmişti; “indirin silahları!” Komutan adama yaklaştı ve bir şeyler söyledi. Sonra da, bir eliyle ceketinin üzerindeki külü temizleyen, aynı zamanda da korkudan titreyen adamla birlikte içeri girdiler. Biz dışarıda merakla beklerken, komutan, iki elinde tuttuğu bembeyaz bir çarşafın içinde küçücük bir bebekle dışarı çıktı.
-“Yanlış ihbar arkadaşlar, yanlış ihbar.”
Baba ağlıyordu.
Biz ise; terörist öldürmeye geldiğimiz bir evde, dünyaya yeni gelen bir bebekle karşılaşmıştık.
O gün her şey birbirine karışmıştı; dost düşman, ölüm ve yaşam…