Yine bir rüya gördüm bu gece. Bir grup arkadaşımla beraber Mars gezegenine gidiyorduk. Bilim adamı gibi; hayat var mı yok mu merak edip araştırıyorduk her bir yanı. Görevli değildik bu işe ama yeni bir gezegeni kim olsa merak ederdi. Bizde işte öyle dört bir tarafa dağıldık ve incelemeye başladık kızıl gezegeni.
İlk dikkatimi çeken; bizim dünyamızda var olan atmosfer orada olmadığı için, gökyüzünün karanlık oluşuydu. Buna rağmen yer aydınlıktı. Kızıl ve koyu renkli, taş ve kum taneleri her yeri kapatmıştı. Ufak tefek tepeler ve kayalıklar dışında nereye baksanız, kum ve taş görüyordunuz. Soğuk bir çöldü Mars.
Sonra geniş bir çukur gördüm. Aşağıya inmeye karar verdim. Korkudan diğer arkadaşlar girmek istemediler. Ne tuhaftır ki; karanlık korkuma rağmen, bir ben cesaret etmiştim. Aşağıya, kumlar arasından kayarak indim. Küçük küçük mağara odaları ile karşılaştım. Benzerlerini dünyada da görmüştüm. Ancak burada, parlak ve kristalleşmiş sarkıt dikitler yoktu; mat, açık kahverengi, kayalardan oluşan kısmen aydınlık, ürkütücü bir mağaralardı. Dikkatle yürüyordum; en ufak ses ya da hareketi algılamaya çalışıyordum. Sakindi mağara, sessiz. Derken, bir şey hissettim. Bir ses, bir kıpırtı… Ardından hareket… Gözlerim dört dönüyor, kulaklarım en ufak sesleri bile duymaya odaklanmış, tüm alıcılarım açık… Heyecan var ama korku yok. Tarihi değiştirecek olan keşfi yapıyorum. Ve uzaylı bir canlıyı ilk kez görüyorum. Tarih yeniden yazılacak. Uzaylılar ve ben onların ilkini görüyorum. İşte tam karşımda duruyor. Bir tavuğa benziyor; bilakis tam bir tavuk bu. Evet, bir tavuk görüyorum. Yumurtaları üzerinde kuluçkaya yatmış. Şoktayım. Mars yüzeyinde hayat olmamasına rağmen mağaralarında, yerin altında bir hayat belirtisi; hatta hayatın bizzat kendisi. Bir tavuk. Yani yüzyıllardır bizi merak içinde bırakan uzaylı bir tavuk muydu? Bu tuhaftı gerçekten. Biraz sonra diğer tavuklarda ortaya çıktılar. Hepsi birbirine benziyordu. Biran için dünyada mıyım diye şüphe ettim. Ama emindim Mars’a geldiğimizden. Neyse, yürümeye devam ettim. Diğer odalara bakmaya başladım. Aman ya Rabbi, neler neler varmış. Koyunlar keçiler inekler… Her şey vardı ama bitkiler yok. Yine şüphe ettim. Gerçekten Marsta mıyım yoksa dünyada mı? Ama hafızam beni yanıltmıyordu. Marsa geldiğimden emindim. Hem bir şey çok farklıydı. Gördüğüm bu hayvanlar, dünyadakilerle şekil bakımından tıpatıp aynıydı. Boyları, renkleri, tüyleri… Ama hiç ses çıkarmıyorlar ve beni görmemiş gibi davranıyorlardı. Korkmak, kaçmak… Hiçbir tepki gözlemlemedim. Bu hayvanlar bir robot kadar ruhsuzdular.
Merakım git gide artıyordu. Yürümeye devam ettim. Bu keşif yarım kalamazdı. Bir süre sonra mağaraların başka bir çıkışını keşfettim. Burası daha aydınlık bir dünyaya açılıyordu. Ve birkaç kilometre ileride kocaman bir şehir görünüyordu. İnanılmazdı bu manzara. Dünyadaki büyük metropolleri andıran, yüksek kuleleri olan, trafik işaretleri olan, içinde insanların ve araçların gezdiği bir şehir. Hayretim yakamı bırakmıyordu.
Şehre giden toprak bir yol buldum ve yürümeye başladım. Şehre yaklaştığımda yol kenarında bir baba ve küçük kızına rastladım. Adamın sırtında bir çuval vardı. Ağır olmalıydı, zira adamın beli bükülmüştü. Yavaşça şehre doğru yürüyorlardı. Heyecanlanmadım bu defa. Artık Marsa değil gibiydim. Her şey o kadar benziyordu ki dünyaya. Adımlarımı hızlandırıp yanlarına vardım. Selam vermek istedim. Ama bocaladım. Zira karşımdakiler hangi millet, hangi dil, hangi din mensubu idiler, bilmiyordum. Türkçe biliyorlar mı, Müslümanlar mı….?
-Selamun aleykum.
-…
-Merhaba, hello…
-…
Baba kız dönüp yüzüme baktılar. Çok donuk bir yüz ifadeleri vardı. Anlamamışlardı sanki. Tekrar yürümeye koyuldular. Rüyanın da etkisiyle arsızlığa vurdum, peşlerini bırakmadım. Aklıma ne gelirse konuşuyordum. Hiç cevap alamıyordum. Sonra bir şey dikkatimi çekti. Kız ve babası arasında bir çeşit vızıltıyı andıran ses dolaşıyordu. Babası vızıldıyordu ardından kızı. İşte bu inanılmazdı. Marsta olduğuma işte o an inandım. İletişimlerini vızıltılar ile sağlıyorlardı. Ağızlarından kelimeler, gürültülü cümleler, haykırışlar, nidalar, gülücükler değil; sakin, kimseyi rahatsız etmeyen vızıltılar çıkıyordu. Yüzlerinde ki ifade de hiç değişmiyordu. Maske takmış gibi tek bir surat ifadeleri vardı. Mutsuz ama ciddi duruyorlardı.
Şehre yaklaşıyorduk ama şehirden hiç ses gelmiyordu. Aynı zamanda hiç yeşil alan, çocuk oyun parkı, bahçe, ağaç vs. görünmüyor. Sessiz film izler gibi izledim şehri. Yaşayan ama ruhsuz bir dünya. Sevgisiz, gürültüsüz, aşksız, korkusuz ve sessiz.
Yolun ortasında durdum. Baba ve kızı bana soğuk bir bakış atıp yollarına devam ettiler. Nasıl bir dünyaydı burası. Burayı keşfetmenin insana ne faydası olacaktı. Belki de bu keşif dünya insanlarının sonlarını getirecekti. Belki de bu hissizlik duygusu, Mars gezegenini saran korkunç bir hastalıktı. Bunları düşününce korktum. O anda arkadaşlarım geldi aklıma. Koşmaya başladım. Biran önce onlara ulaşmalıydım. Gördüklerimi onlarda görmeden, bu dünya keşfedilmeden, kendi dünyamıza dönmeye ikna etmeliydim onları. Ya bu hastalık dünyaya taşınırsa, halimiz nice olurdu.
Mağarayı buldum. İçinden hızla geçtim. Bir ara sesler duydum. Sesleri takip ettim. Dinledim, evet, arkadaşlarımın sesleriydi bunlar. Bağırtılar, kahkahalar… Sesin geldiği yöne koşmaya devam ettim. Umarım tehlikede değillerdir diye geçirdim içimden.
Yüzüme sıcak nemli hava vuruyordu. Yine şaşırdım, bu soğuk dünya da sıcak nemli hava. Son koridoru geçtim ve karşıma kocaman, berrak bir havuz çıktı. Buram buram buhar yükseliyordu her yerden. Arkadaşlarım kahkaha atıyorlar, neşe içinde eğleniyorlardı. Yabancı bir gezegende bile olsa insan, insandı işte. Bana bağırdı içlerinden birisi “hadi gelsene, nerede kaldın, su çok güzelmiş”
Korkum geçti. Güldüm. Hepsinin duyacağı şekilde bağırdım;
-Ey insanlar! Siz var ya siz…