Hocam yine bir Nisan ayındayız. Malumunuz Türkiye’de Nisan ayı artık ‘kutlu doğum’la özdeş hale geldi. Ne dersiniz, söze bu ‘kutlu doğum’dan başlayalım mı? ‘Kutlu doğum’ İslamî bir tabir midir?
Meşhur olmuş bir söz vardır: Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihden evlâdır. Genelin kullanımına bakarak, bu ifadeyi bir galat-ı meşhur olarak değerlendirebiliriz. Hiç şüphesiz bu deyim, dilsel açıdan yanlış kullanımlar için söz konusu olmuş ise de, biz burada bunu lafzın delalet ettiği şeyi fazla umursamadan, uydum kalabalığa mantığıyla kullananlar açısından mesel olarak kullanmaktayız.
Ne var ki tabir ifade ettiği ve çağrıştırdığı anlam/delalet açısından ele alındığında, durumun farklılık arzettiği söylenmelidir. Şüphesiz kutlu doğum tabiriyle, Allah’ın Elçisi Muhammed (a.s)’ın doğumunun kastedildiği aşikârdır. Ancak, kime ait olursa olsun, değil mi ki son tahlilde bir insanın doğumundan bahsediyoruz, bir babanın sulbünden ve bir annenin rahminden dünyaya gelmektedir, o halde bunu kutlu kelimesiyle nitelemiş olmamız, nasıl bir anlam dünyasına girdiğimizin ipuçlarını vermektedir. Kutlu kelimesini, Türk Dil Kurumuna ait Türkçe Sözlük “Uğur getirdiğine inanılan, uğurlu, ongun, mübarek” kelimeleriyle tarif etmiştir. Kelime kutsal ile yakından alakalıdır. Bir doğumu bu şekilde isimlendirmek doğru mudur sorusunu sorduğumuzda, doğumdan daha çok doğana ilişkin algı ve anlayışımızı ortaya koymuş oluruz.
Hiç şüphesiz bu doğumla dünyaya gözlerini açan Abdullah’ın oğlu Muhammed için Kur’ân, “Seni dâll olarak bulup hidayete erdirmedi mi” derken, asgari neyi nasıl yapacağını bilmeyen ve bu anlamda şaşkın olan, iman nedir, kitap nedir bilmeyen birisi olarak nitelemektedir. O, Muhammedun Rasulullah 40 yaşına gelince olmuştur. Kaldı ki bu noktadan sonra da Kur’an O’nu hep “kulu/kulunu/kulumuz” şeklinde nitelemiştir. Doğumu itibariyle üzerinde onca spekülasyon yapılan İsâ (a.s)’ın doğumunun nasıllığını tartışmayan Kur’ân, onun söylediği “Ben Allah’ın kuluyum” ifadesini öne çıkarmaktadır. İslam geleneğinde bir insanın doğumundan daha çok, yaşadığı hayatın ve ölümünün hangi dünya görüşü çerçevesinde olduğu üzerinde durulur ve bu durum kutsanmadan, örnek, mesel, model, gıpta ve hasretle izlenen bir yol olarak nasıl alınabileceği meselesi irdelenir.
Kutlu Doğum etkinliklerinde Peygamber’e (sav) giydirilen, çok farklı bir kostüm var sanki. Peygambere ve peygamberliğe dair ilimlerle ilgilenen bir hoca olarak, bu farklı kostümün, 610-632 yılları arasında yaşamış, vahyi ilahî tarafından tanıtımı yapılan, sınırları çizilen Rasul-Nebî Muhammed (sav)e uygun düştüğünü söyleyebilir misiniz?
Cevabı sorunun içerisinde olmakla beraber, şu kadarını söylemek gerekirse, Rasul/Peygamber algı ve anlayışına dair Mekke müşrik toplumunda da bir kısım inançların olduğu bilinmektedir. Hicaz/Mezopotamya havzasında gönderilmiş birçok Elçinin menkıbevileşmiş hayatlarına dair hikâyeleri bölge insanı tarafından bilinmekteydi. Bundan dolayı “bir kısmını sana anlattığımız” diye Kur’ân’da, adları ve mücadelelerinden söz edilen elçiler üzerinden ilk muhatap kitleye uyarılar yapılmıştır. Şüphesiz bu durum, onların isimlerini duydukları zaman yadırgamadıkları, doğal karşıladıklarından hareketle, bilinen üzerinden verilmek istenen mesajın etkisi açısından önemlidir. Ne var ki onlar, bildikleri bu isimleri bu gün yaşanana benzer şekilde gerçekliğinden soyutlayarak imaja dönüştürmüşlerdi. Dolayısıyla o elçilerin asılları kaybolmuş, fasılları öykünmeci bir tarih için malzeme teşkil etmekteydi.
Mekke müşrik toplumunun Elçi denildiğinde, şahsında görmek istedikleri iki temel özelliğin olduğunu, Kur’ân’ın Peygamberimizi tanımlarken kullandığı argümanlardan hareketle tespit edebiliyoruz: Bunlardan birincisi, her tarafından mucize akan, buna göre naib ilah olan birisi. İkincisi ise, vasıtasız bir bilginin sahibi olarak, gaybı bilen, geçmişten ve gelecekten rahatça kendiliğinden haber veren bir etkin güç. Kur’ân’ın bu iki hususu da Elçilerden ısrarla nefyettiğini, onların “Beşer Olan bir Rasul” olduğu vurgusunu dikkate aldığımızda, bugünün Peygamber algısıyla, o günün istenen peygamber algısı arasında nasıl bir ayrılık-gayrılık olduğunu gözlemleyebiliriz. Maalesef âdemoğlunun din diyanet çerçevesinde iletilenden daha çok üretilene itibar etmesi, yeni bir durum değildir. İnsanlık kadar eski olduğu gibi, onunla hep yaşıt olacaktır. Çünkü iletilene tabi olmak kulluğa, üretilene tabi olmak ilahlığa sevk eden bir durumdur. Zaten cennet ve cehennemin yollarını belirleyen de bu noktadaki tercihler değil midir?
Âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı, Âdem henüz yaratılmamışken Nebî olan bir Peygamber tasavvuru, “Allah’ın oğlu İsa” inanışına benzemiyor mu?
Kur’ân-ı Kerim’in “Biz elçilerden hiç birisi arasında ayırım gözetmeyiz” vurgusunun önemli bir uyarı olması, aynı zamanda bu uyarının âdemoğlunun dikkat edilmesi gereken bir zaafına da işaret ettiğini söylemeliyiz. Peygamberler, insanı Allah’ın razı olduğu hayata ulaştıran yolun kilometre taşı olarak, model, örnek, sözlü uyarılar yapan doğru bir bilgilendirici olarak insanlık için görevlendirilmiş ve bu anlamda hidayetin aracı kılınmışken, bu uyarıların kendisine yapılmış olan insan zihinsel bir tersyüz oluşla peygamberi bütün varlığın amacı haline getirmeye yönelmiştir. Bu tesadüfî bir durum değildir. Çünkü birinci algıda Peygamber bir vasıta olarak insana hatırlaması gereken gerçekleri hatırlatır, lakin hatırlayacak ve buna uygun davranacak olan insandır. Bu durumda insana yük yüklenmektedir, daha doğru bir ifadeyle, aslında insan yüklenmiş olduğu yükü fark etmektedir. Buna göre, kişi kendisine yapılan uyarılar doğrultusunda kendi ayakları üzerinde yürüyecek, kendi cennetini kendisi kazanacaktır. İkinci algıda ise, her şey kendi yüzü suyu hürmetine yaratılan peygamber, amaçtır. Her şey onun için olduğu gibi, olmuş ve olacak olan her şeyin olmasında da pay sahibidir. Hatırlı birisidir. Bundan dolayı onun hatırına, eylem bazında herhangi bir bedel ödemeden elde etmek istediklerimize erişiriz. Hatırlı olduğu için biz onu çok sevdiğimizi itiraf ederiz, o da bize şefaat eder, böylece daha kısa yoldan kurtuluşa ereriz. İşte tam da bu noktada, benim Peygamberim, senin Peygamberin yarıştırması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü benzer beklentiler içerisinde olduğumuz fakat ayrı dünyalara ait bulunduğumuz Hıristiyan, Yahudi inancına sahip olan insanlardan daha garantili olmamız gerekiyor! Onun için onların kendilerinin olarak gördükleri Peygamberde nitelik olarak iddia ettikleri ne varsa, biz onlardan daha fazlasını kendi peygamberimiz için iddia etmemiz gerekir. Böylece aidiyetlerle sorumluluk yükümüzü öteleyerek kurtuluşa en kestirme yoldan ulaşacağımızı hayal eder dururuz.
‘Kutlu doğum’ terimi, Peygamber’in doğru anlaşılmasını engellemek adına özel olarak üretilmiş olabilir mi?
Özel olup olmadığına dair bir niyet okuyuculuğu yapmaktan daha çok, zaten öteden beri bu algının hâkim bir algı olduğunu hatırlamalıyız. Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım, anlayışı yeni bir durum değildir. Böylesine tersyüz olmuş bir anlayış varsa, her zaman ve her yerde, her durum için bu anlayış rahatça kullanılabilir. Çünkü işaretin kendisine değil, işaret ettiğine bakmayı hedefleyen bir din algısı, dinamik, Allah’tan başkasına boyun eğmeyen, kendisi olan, özgün ve özgür bir iradenin farkındalığıyla meydan okuyan bir insanı işaret etmektedir. Bu ise her zaman mütegallibenin hoşlanmadığı, tehlikeli olarak gördüğü bir insan tipidir. Özne değil, nesne olan insan lazım müstebit sultanlara. İşte bu tür, “şey”lerde kalan, ama “şey”lerin işaret ettiği hedefi göremediğinden onlara tapınan birey ve toplumlar makbul addedilmiştir.
‘Kutlu doğum’ çerçevesinde yapılan etkinliklerin Türkiye’ye biçilen ‘ılımlı İslam’ misyonuyla bir ilgisi var mı sizce?
Bu haftanın ortaya çıktığı tarihi dikkate aldığımızda böyle bir işaret alınabilir. Ancak topyekûn bir bakışla böyledir demek, çok sağlıklı olmayabilir. Çünkü bunun ilk mucitleri, Mevlid kandilinden Kutlu doğuma geçerken, “anmaktan anlamaya” şeklinde bir formülasyon geliştirmişlerdi. Ne var ki anlamak isteyenlerin, neyi, nasıl ve hangi yol ve yöntemle anlayacakları sorusunun geleneksel hafızadan bağımsız olarak verilmiş cevapları yoktu. Bundan dolayı ilk etapta iyi niyete yorabileceğimiz bu proje kısa zaman içerisinde manipüle edilebilmiş, oluşturulan algıya göre, peygamber sırtından geçinmeler ortaya çıkmıştır. Bu geçinme seyri, bazen Peygamber anlatılırken oradan hızlı bir geçişle kendi şeyhinin, liderinin, hocasının propagandasına dönüşmüş, ya da dinamik bir peygamber ve din anlayışını devre dışı bırakmak açısından magazinleştirilmiş, böylece light hale getirilmiş bir dinin imkânı haline getirilebilmiştir.
Peygamberi doğru anlamanın yolu, yöntemi ve imkânları nelerdir?
Peygamber olan Abdullah’ın oğlu Muhammed, 40 yaşına kadar kimsenin pek fazla dikkate almadığı, içinde yaşadığı toplumun bir ferdi olarak yaşadı. Hiç kimsenin şu ya da bu şekilde fazlaca dikkatini çekmedi. Toplumunun iyileri arasında yer almış olsa da, iyiliği toplumunun genel kabulleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. Ne olduysa miladi 610 yılının bir ramazan ayında oldu. Olan bu yeni durum, önce vahyin kendisine geleni bu haliyle Rasulullah Muhammed (a.s) niteliğine büründürmüş, diğer yandan Abdullah vasfıyla kendisine gelen ilahi teklifin ilk muhatabı, mükellefi ve mümini kılmıştır. Gelen vahiy öncelikle O’nu inşa etmiştir. Buna göre; göklerde olduğuna inanılan ve sadece yaratıcı vasfı ile bilinen Allah, yeryüzünün de ilahı olarak, kulu ve elçisi Muhammed’ (a.s)ın kalbine yaptığı konuşmayla, aynı zamanda O’nun Rabbi olarak hayatın içinde bir ömür boyu rehberlik yapmış ve O’nun vasıtasıyla da, kulak veren ve dinleyen tüm muhataplarına da, inşa ettiği modeli doğrultusunda teklif ve tehditlerini iletmiştir. Bu açıdan bakıldığı zaman Kur’ân, Muhammed (a.s)’ın Allah’ın rehberliğinde (Hâdi) 610-632 yılları arasında Mekke’de başlayıp, Medine’de sonlandırdığı hayatının bir tahkiyesidir. Dolayısıyla Muhammed (a.s)’ın bir gerçeklik olarak yaşadığı hayatının, ilk ve en temel kaynağı Kur’ân’dır. Siyerinin ve siretinin olmazsa olmaz kaynağı ilahi kelamdır. O kelamın nüzulüne kadar kendisinin farkında olunamayan Muhammed (A.s)’ı Onun Rabbi ne olarak tanımlamış ve hangi değerleri O’na yüklemişse ne artı ne eksi öylece tanımak ve imanımızın unsurlarından biri haline gelen Peygamberle aramızda olması gereken bağı kurmamız zorunludur. Hayat boşluk kabul etmemektedir. Anlamsız ve yersiz romantik sevgi gösterileri ile hayatın dışına çıkarılan Peygamberin yerini adını hayâsızca kullanmak suretiyle doldurmaya kalkışan yığınları görünce, bu romantik sevgilerin nedenine dair kuşkular duymamak elden gelmiyor.
28 Nisan 2014 Pazartesi günü Prof.Dr.Musa Bağcı ile devam edecek…