Modern-Aydınlanmacı tarih; insani/ahlaki/vicdani tarihi değersizleştirerek, itibarsızlaştırarak, geçersiz kılarak; ideolojik/ırkçı/çıkarcı aklı, ahlaksız aklı, modern tarihin belirleyici unsurları haline getirdi. Bu nedenledir ki, emperyalizmler/sömürgecilikler/oryantalizmler/soykırımlar, bu ideolojik/ırkçı/çıkarcı akıllar yoluyla hayata geçirildi, geçiriliyor. Batı dünyasında gerçek bu doğrultuda şekillenirken; İslam dünyası toplumlarında da, insani/ahlaki aklın yerini, etnik ve mezhepçi akıllar, kabileci/partizan akıllar alıyor. Bugünün dünyasında, özellikle de, içerisinde yaşadığımız dönemde “evrensel haklar” iddialarının yerini, evrensel haksızlıklar alıyor. Bugünün, ırkçı ve ideolojik aklı, Filistin halkının insanlığa ait olma hakkını, özgürlük ve eylem hakkını, dünyada onurlu bir yere sahip olma hakkını tanımıyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Siyonist Proje Filistin’in “Tanrı tarafından Yahudi halkına vaat edilmiş topraklar” olduğu iddiasıyla, Filistin’i Filistinlilerden boşaltmak üzere masum bir halka soykırım uyguluyor.
Irkçı ve ideolojik aklın hakimiyeti altında bulunan günümüz dünyasında İslam ve İslamcılık, tek tehlikeli ötekilik haline getirilmiş bulunuyor. Bugünün dünyasını, İslam dünyasını da, amansız/ölümcül/utanç verici pragmatizmler, oportünizmler belirliyor. Anlam toplulukları, çıkar topluluklarına dönüşüyor. İslam dünyası toplumlarında kişi kültü merkezinde oluşan, seküler ya da muhafazakâr putperestlikler, iktidar sahibi olmak ya da iktidarlarını korumak adına popülizmlere ve hamasete tutundukları için, karşı karşıya bulundukları çok derin sosyal/kültürel patolojilere, çok derin toplumsal yozlaşmalara aldırış etmeksizin, sıradan bir hiçliği göze alarak, kültürel ve niteliksel bir hayata sahip olmayı imkânsız kılabilecek, kamusal kültüre hayat hakkı tanımayan, totalleştirici otoriter-politik uygulamaları normalleştirmeye çalışıyor.
İslam İmparatorlukları döneminde, bu imparatorluklar insani ve ahlaki akıl temelinde değer çoğulluğunu esas alan toplumlar oluşturdular. Modern-seküler-ırkçı emperyalizm, bütün değer çoğulculuklarını yok etti. Bugün, ulus-devlet bencilliklerinin, narsisizmlerinin sınırları içerisine hapsedilen, konformist Müslümanlık, muhafazakâr Müslümanlık ve dindarlıklar da, değer çoğulculuğuna geçit vermiyor. İktidar olduklarında, seküler kesimlerin/yapıların; muhafazakâr/dindar kesimleri dışlayarak, aşağılayarak ötekileştirdikleri; yine iktidar olduklarında, bu defa, muhafazakâr/dindar kesimlerin seküler kesimleri dışlayarak, aşağılayarak, ötekileştirdikleri, Türkiye örneğinde yaşandığı üzere, toplumlarda, hiç bir şekilde, özgürlüklerden, eşitliklerden ve adaletten söz edilemez. Günümüz toplumlarında siyaset “dost”, “düşman” kategorilerine göre yapıldığı için, ortak bir politik toplum kurulamıyor, ortak iyilikler için birlikte hareket edilemiyor, sosyoekonomik politik eşitlik ve karşılıklı saygı kurulamıyor. Politik popülizmler karşılıklı saygısızlığa kışkırtıyor. Gerilimli bir paranoyaya dönüşen siyaset, hakikat sonrası dünyanın oluşturduğu yanılsamalar ve propogandacı dilin-söylemin sınırlarını aşabilecek her eleştirel cesareti terörize ediyor.
Hz. Ömer döneminde, Mescit’te, Müslümanların Halifesine, üzerinde taşıdığı, herkesin sahip olamayacağı, o günün koşullarında pahalı sayılabilecek hırkayı, nereden aldın, nereden buldun diye sorabilecek, düşünce ve eleştiri özgürlüğüne sahip Müslümanlar vardı. Bugün, bu cesarete sahip Müslümanlar olmadığı için, sahip oldukları uçsuz bucaksız servetlerin sorgulanmasına izin veren iktidar sahipleri de yok. Dogmatik/fanatik/ilkesiz çıkarcı bağlılıklar sebebiyle, İslam toplumlarında eleştirel aklı-düşünceyi hayata geçirmek, ancak, ağır bedeller ödemeyi göze alarak mümkün olabiliyor. Eleştirel aklı-düşünceyi hayata geçirmeyi başaramadığımız için, bugün, İslami bütünü ve bütünlüğü temsil edebilecek, uluslararası etkiye sahip, tek evrensel düşünüre/filozofa, günümüz dünyasının doğru anlaşılması yönünde bir dikkate, günümüz dünyasının daha iyi, daha adil bir dünyaya dönüşmesi çabasına katkıda bulunabilecek kadrolara sahip bulunmuyoruz. Irkçılıklar, milliyetçilikler, partizanlıklar, insanlık ailesi nezdinde etkileşimde bulunma imkânını, düşünce-kanaat ve tecrübe alışverişini engelliyor. Popülist otoriter politikalar, konformist kültürleri ve taşralılıkları derinleştiriyor, kurumsallaştırıyor, tahkim ediyor, radikal bir dönüşümü, dönüştürücü süreçleri imkânsız kılıyor. Eleştirel bilince yabancılaşan İslam toplumları bugün ne yazık ki, romantik politik sloganların dünyasına hapsedilmiş bulunuyor.
İslam dünyası toplumlarında, Türkiye’de de, 7 Ekim Hamas-İsrail savaşı sırasında, uzun süreli ve geniş katılımlı halk hareketleri gerçekleşmedi. İslam toplumlarında, her konuda olduğu gibi, genel iklimin çerçevesini yerli-milli çıkarlar, iktidarlar belirlediği için, ahlaki-entelektüel konformizm aşılamadı. İslam toplumlarında entelektüel hayat, siyasal aktivizme bütünüyle yabancılaşmış, akademik dünyanın, akademinin resmi sınırları içerisine kapanmış bulunuyor. Bu nedenle, bu kesimler, somut/hayati/tarihi/varoluşsal meselelerle ilgili çözüm/irade/bilinç oluşturmak yerine, soyut meseleler etrafında yoğunlaşma yolunu seçiyor. Bugün, İslami anlamda entelektüel özgürlük ve bağımsızlık için, her şeyden önce, bir modernlik/Aydınlanma/uygarlık sorgulaması ile birlikte, bir gelenek/örf/popülizm/taşralılık sorgulaması yapmak gerekiyor. İslam toplumlarında İslam, bir yanda, ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizme, bir diğer yanda da, geleneğe, örfe, yerli-milli bir muhafazakârlığa, yerli-milli bir dindarlığa-maneviyata maruz bırakıldığı için, bugün, ne yazık ki, yersiz-yurtsuzlaşmış bulunuyor. Dışarıdan ve içeriden çok yönlü saldırılara maruz kalan İslami bilincin yeniden tarihe girişi, ancak, Müslüman aydınların varoluşsal meselelerle ilgili sorumluluk yükünü içtenlikle taşımaları gerekiyor. İnsanların, kendilerini, bir dava’ya adayarak sorumluluk aldıklarında, nesne olmaktan, büyük sürü’nün bir parçası olarak sürüklenmekten ve savrulmaktan kurtulabileceklerini bilmek gerekir. Somut varoluşsal meselelere kayıtsız entelektüel ve akademik konformizmin, konformist kültürün ve din algısının acilen değiştirilmesine duyulan ihtiyacı, maalesef Müslümanlar olarak derinden hissetmiyoruz. Konformist kültür, kibirli-bencil-narsist kültür, pek çok hayati meseleyi bilmeye, öğrenmeye ve fark etmeye cesaret edemiyor. Konformist-kibirli-bencil-narsist kültürlerde/toplumlarda, bütün kavramlar, büyülü-romantik propoganda sloganları, kullanılıp atılan kâğıt mendillere dönüşüyor ve ne yazık ki, bu değersizleşme ve sefil kayıtsızlıklar farkedilmiyor. Konformist kültürün insanların dünyasına ilişkin kavrayışımız hakkında, evrensel anlamlar-bilgelikler hakkında söyleyebileceği hiç bir şey yok. İslam’ın hayatın her alanında geçerli bir seçenek olmaktan çıkarıldığı bir dünyada, konformist kültürün, siyasetin ve din algısının İslam’ın yerine konulması, statükonun önlenemez yükselişine işaret ediyor. İslam dünyası toplumlarında, maruz kaldıkları ahlaki ve entelektüel bağımlılık, teslimiyetçilik, edilgenlik sebebiyle, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, ilgili ülkelerde uygulanan muktedirlerin adaleti karşısında, sahte, politik yargılamalar karşısında, hukukun görülmemiş bir biçimde politikleşmesi karşısında, politik liderliklerin iradelerinin, ilgili ülkelerin yasası haline gelmesi konusunda, ısrarlı bir sessizlik ve umursamazlık içerisinde bulunuyor. İlgili ülkelerde, adalet ve hakkaniyete yabancılaşan muktedirler, Filistin’de masum sivillerin, kadınların, çocukların ve bebeklerin kitlesel olarak katledilmeleri karşısında, sömürgeci/ırkçı Batı dünyasından adalet talep etmek suretiyle büyük bir çelişki sergiliyor. Kendilerini İslam’a nisbet eden, çoğu kez İslam’ı istismar ederek, iktidarlarını tahkim eden ulus-devlet’ler, İslami dayanışmayı gerçekleştirme konusunda, sömürgeci/emperyalist dünyaya bağımlılıkları sebebiyle özgür değiller.
Hakikat sonrası zamanlarda her şey göreli hale geliyor. İslami çoğulculuğun görecelilik’le ilgisi olmadığını bilmek gerekiyor. Hakikat sonrası zamanlarda hakikat gücünü yitirirken, otoriter güç, totaliter güç, faşizan güç hakikat haline geliyor. İçerisinde bulunduğumuz yeni feodalizm, tekno-feodalizm döneminde, bütün değer ve anlam sistemleri bütünüyle değer kaybı yaşıyor, anlamsızlaşıyor. Çok katı, ahlaksız bir gerçekçilik somut bir kötülüğe dönüşerek, insanlığı ahlaki şevkat ve merhamete yabancılaştırıyor. Hiç bir konuda, hiç bir tercih, değerler-ilkeler temelinde gerçekleşmiyor, araçsal temelde gerçekleşiyor. Araçsal temelde yapılan bütün tercihler ölümcül bayağılıklarla sonuçlanıyor. Barbarlığın ve vahşetin bütün boyutlarını, bütün tezahürlerini, dünyanın bütün kötülüklerini ve zalimliklerini kapsamlı bir soykırım şeklinde Filistin halkına uygulayan Siyonist-ırkçı terör devleti İsrail, sistematik bir biçimde insani varoluşa, insani dünyaya, insani akla ve hayata saldırıyor. Bu yoğun-ağır saldırılar karşısında kendilerini İslam ülkesi olarak tanımlayan ülkeler, bu karanlık saldırılar karşısında ahlaki sorgulamalar yapmıyor, Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere İsrail’le ilişkilerini bir biçimde sürdürmeye devam ediyor. İslam ülkelerinde, toplumlarında entelektüel tembellik ve meskeneti örtbas eden hamaset kültürü, bir toplumun kendi kendisini yüceltmesi ve alkışlaması anlamına geliyor. Toplumlarımızda, İslam’ın kendisini tanınmayacak hale getiren, etnik-mezhepçi üstünlük patolojileri; yerli-milli dindarlıkları, yerli-milli muhafazakârlıkları tahkim etmeye çalışıyor. Bu patolojiler, evrensel İslami bilinci, dünya görüşünü, kültür ve medeniyet bilincini paramparça ediyor. Sonradan görme taşralılık ve muhafazakârlıklar, keyfilik ve kuralsızlıkları, sosyal patolojileri, olağanüstü bilinçsizliği, olağanüstü kültürsüzlüğü normalleştiriyor. İslam toplumlarında, entelektüel/kültürel/felsefi etkinlikler/nitelikler, müzelik konulara dönüşüyor.
Müslümanların, İslam’ın kendisiyle yeniden buluşabilmeleri için, varoluşsal bir karar vermeleri, varoluşsal bir çağrı’da bulunmaları, varoluşsal bir özeleştiri yapmaları, bütün statükolarla, taşralılıklarla, konformizmlerle kökten bir kopuşu gerçekleştirmeleriyle, buna cesaret etmeleriyle mümkün olabilir. Bu kökten kopuş yaşanmadıkça geleceğin bu günlerden hiç de farklı olmayacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Değişim imkânını keşfetmek için, hamaset kültürüyle yüzleşmek zorunludur. Hamaset kültürü hiç bir şekilde bilinçli yüzleşmelere cesaret edemez. Hamaset kültürüyle/siyasetiyle yüzleşemeyen İslam dünyası ülkeleri, İsrail karşısında aşağılanan, yok sayılan onurlarını çok sefil bir kayıtsızlıkla içselleştirebiliyor. İslam ülkesi olarak tanınan/bilinen ülkeler, varlıklarını İslami öncelikler doğrultusunda değil, pragmatik tavizler vermek suretiyle devam ettirebiliyor. Günümüzde, konformist kültürle, direniş/özgürlük kültürü arasındaki uçurum derinleşiyor. Konformist kültürle bütünleşen toplumlarda bir değişim arzusu görülmüyor. Günümüz dindarlığı, muhafazakârlığı, İslami kavramların pratik tezahürlerine kökten yabancılaşıyor. Aziz İslam, her şartta ve her yerde teori ve pratiğin eksiksiz bütünlüğünü temsil eder. Bu nedenle kendilerini İslami olarak tanımlayan her hareket, etnik-mezhepçi bencillikleri aşarak, bütünleştirici kuramsal-teorik-pratik bir evrensel çerçeve oluşturmak zorundadır. Profesyonel politikacıların, profesyonel entelektüellerin, akademisyenlerin İslami bir direniş mücadelesine, bağımsızlık mücadelesine katıldıkları görülmemiş/duyulmamıştır. İslami sorumluluk çok boyutlu okuma ve yazma etkinlikleri dışında, aktif olarak, iyiliklere öncülük etmek suretiyle, kötülüklerle mücadele etmek suretiyle kamusal müdahalede bulunmayı gerektirir. Günümüz Türkiye’sinde, içerisinde yaşayarak gördüğümüz üzere, politik propoganda alanı dışında, bağımsız-etkili-derinlikli-eleştirel-üretken bir değerler alanı, kültürel alan kalmamıştır. Propoganda ve hamaset kültürü, Müslüman toplumu, beşerî bilimler, tarih, felsefe, sanat-edebiyat alanlarına kayıtsız hale getiriyor. Bir siyaset felsefesi kültürü olmayan İslam toplumlarında, siyaset, bugün, açıkça görülebileceği gibi, bir tulûat kampanyasına dönüşmüştür. Konformist kültüre ve taşralılığa hapsedilen toplumlarda bir düşünce tarihi, fikirler tarihi birikimi olmadığı için, bu toplumlar bugün, popülist sloganlarla, klişe ve kalıplarla hayatlarını sürdürüyor.
İslam dünyası toplumlarında, İslam’a, İslami bütünlüğe sadakatin yerini, maalesef, politik ya da din’i lidere kayıtsız şartsız sadakat aldı. İslam toplumlarında yaşanan düşüncesiz bağlılıklar sebebiyle, bugün olduğu gibi, hiç bir zaman, ne yazık ki eleştirel bir sadakat söz konusu olmamıştır. Eleştirel sadakatler yaşanmadığı için de, muhafazakâr dindar putperestlikler, temel-ilkesel İslami uyarılara rağmen, etkili-dönüştürücü bir gelenek halini almıştır. Müslümanlar olarak bütün insanlık dünyasıyla konuşmakla yükümlü olduğumuz için, çok merkezli hayatlar yaşamak, çok merkezli bir dikkat-ilgi-çaba içerisinde olmak, çok merkezli bir farkındalığa sahip olmak zorundayız. Bugün, en derin bağnazlıkların, fanatizmlerin, patolojik bencilliklerin, tek merkezli tercihlerden, bağlılık ve dışlayıcılıklardan kaynaklandığını görmek gerekir.
Matematiksel doğa bilimlerinin yükselişi ile birlikte yaşanan din’i otorite ve meşruiyet kaybı, telafi edilemediği için, konformist kültürün ve din algısının, büyük ölçekli tarihsel süreçlere kayıtsızlığı sebebiyle, bugün, insanlık modernitenin demir kafesi dışına çıkma iradesi gösteremiyor. Modernitenin demir kafesine kapatıldıkları günden bu yana, insanlık, kalbini kaybetmiş olarak yaşıyor. İslam dünyası toplumlarında da, ulus-devlet bencillikleri/çıkarları/rekabetleri sebebiyle, İslam bütünleştirici gücünü/misyon ve vizyonunu gerçekleştiremiyor. Bu nedenle de, soykırıma inanan, insanlık acılarına ve ıstıraplarına karşı çok sefil bir kayıtsızlık içerisinde bulunan, sömürgeci modernlik karşısında, özgürleştirici bir İslami varoluş/mevcudiyet gerçekleştiremiyor. Bugün, bir yanda Amerikan/İngiliz/İsrail emperyalizmine karşı, bütün dünya Müslümanlığının onurunu temsil ederek, bütün imkansızlıklara rağmen bir özgürlük mücadelesi veren İslami direniş hareketleri varken, bir diğer yanda da, bağımsızlıklarını tamamlayamadıkları için, bağımsızlıklarını nasıl tamamlayabileceklerini bilmedikleri ya da bir bağımsızlık mücadelesinin taşıdığı riskleri üstlenemeyecekleri için, bu emperyalizmlerle onurlarından feragat ederek işbirliği içerisinde bulunan, kendilerini İslam ülkesi olarak tanımlayan İslam ülkeleri var. Emperyalist ülkelerle işbirliği yapmaya mahkum oldukları için, İslami direniş örgütleriyle işbirliği yapma özgürlüğüne sahip olmayan İslam dünyası ülkeleri, İslam adına çok derin bir utanç tablosu oluşturuyor.
İslam medeniyetinin tarihi dönüştürdüğü/etkilediği/belirlediği dönemlerde Müslümanlar bütün uygarlıklarla iletişim-etkileşim içerisine girerek ortak bir insani değerler iklimi-kültürü oluşturmuşlardı. Bugün, Müslümanlar, Müslüman oldukları halde, farklı etnik ve mezhep aidiyetine sahip topluluklarla konuşmak, dayanışmak ve onları anlamaya çalışmak bir yana onları tahkir ve tekfir eden bir derin bağnazlık sergiliyor. Günümüz toplumlarında, kamusal aklın yerini, politik propoganda aklı aldığı için, farklı politik hareketler arasında sorumluluk alışverişi yapılamıyor. Karşılıklı sorumluluk alışverişi yapılamadığı için de, adil bir toplum kurulamıyor. Günümüz İslam toplumlarında İslam’ın ruhuna-kalbine aykırı olarak bir kapsayıcılık-dışlayıcılık karşıtlığı yaşanıyor. Müslümanlar tarihi yaparlarken kapsayıcı bir bilinçle hareket ettiler, tarihten çekildikten sonra ise, ne yazık ki dışlayıcılığı seçtiler. Bugün, İslam toplumları küresel ekonomik-kültürel süreçler içerisinde yer aldıkları, büyük ölçüde, bu süreçlerin kontrolü altına girdikleri, kapitalist piyasaların belirlediği hayatlar yaşadıkları halde, İslami ilişkiler söz konusu olduğunda farklı etnik ve mezhepçi aidiyetleri dışlama mücadelesi vererek ölümcül bir çelişki sergiliyor. Kapsayıcılık bir medeniyet bilincine-bilgeliğine işaret ederken, dışlayıcılık bir bedevilik ya da faşizme işaret ediyor. Kapsayıcılık değişime elverişli bir kültür-toplum oluştururken, dışlayıcılıklar etnik-mezhepçi- karşıtlıklar/çatışmalar oluşturuyor. Dışlayıcılıklar, tekdüzelikleri ve tektiplilikleri tekrarlayarak/biriktirerek boğucu bir toplumsal iklim oluşturuyor. Kapsayıcı düşünce-kültür iletişim içerisinde olmayı gerektirirken, dışlayıcı düşünce soyutlanmayı gerektiriyor. Tektiplilik çeşitliliğe hayat hakkı tanımıyor. Tekdüzelik ve tektiplilik, bugün içerisinde yaşadığımız toplumlarda fiilen tecrübe ettiğimiz üzere, entelektüel-kültürel yoksulluğumuzu derinleştiriyor. Tekdüzelikler ve tektiplilik, insanları zaman ve mekan bilincine yabancılaştırıyor. Dışlayıcı düşüncenin-kültürün-siyasetin yükselişi, hangi toplumda olursa olsun, İslam’ın kendisinden, İslam’ın evrensellik bilincinden Müslümanları uzaklaştırıyor. Bu toplumlarda İslam, ne yazık ki, dışlayıcı-otoriter-faşizan kültürü etkili kılabilmek için araçsallaştırılıyor.
Modern zamanlarda, dünyaya, insanlığa ve tarihe bakışımızı şekillendiren kavramsallaştırmalar ve anlamlandırmalar, insani-ahlaki ihtiyaçlar-beklentiler-talepler doğrultusunda değil, ırkçı-ideolojik-sömürgeci ihtiyaçlar ve talepler doğrultusunda şekillendi. Bu kavramsallaştırma ve anlamlandırmalar, insani dünyanın, insanlık dünyasının birbirine bağlı farklı süreçlerden oluşan bir bütün/bütünlük olduğu gerçeğini inkar ederek, insanlığı ırkçı mülahazalarla, ideolojik mülahazalarla, ekonomik mülahazalarla parçalara böldü ve bu parçaları nesneleştirerek; nesneleştirilen unsurları karşıtlara-düşmanlara dönüştürerek, yanlış-çarpık-sorunlu gerçeklik modelleri oluşturdu. İslami evrensellik, evrensel insanlık idealini-tecrübesini hayata geçirirken, modern kavramsallaştırma ve anlamlandırma sistemi, ırkçı bir Batı algısı temelinde, ötekileştirilmesi gereken bir Doğu algısı oluşturdu. Bu bağlamda, modern bilimler yapılandırılırken, entelektüel ve akademik meşruiyet de, ideolojik temelde kurgulandı. Modernlikle birlikte, değerler, anlamlar düzeninin yerini, teknik-bürokratik düzen aldı. Teknik-pragmatik ilişkiler anlam ilişkilerini bütünüyle değersizleştirdi.
Dışarıdan yabancılaştırıcı moderniteye, içeriden köleleştirici örf ya da geleneğe maruz kalan İslam toplumlarında, Müslüman bireyler, İslami kimliklerini, kişiliklerini, karakterlerini, inançlarını, varoluşlarını, tasavvur ve tahayyüllerini İslami anlamda tamamlayamadıkları için, hiç bir şekilde, gerçek anlamda kendisi olamıyor, kendisi olamadığı için de, ilkesel sahiciliğe, sağlamlığa, kararlılığa, ödünsüzlüğe sahip olamıyor. Gerçek anlamda kendisi olmayı başaramayan Müslümanlar da, hiç bir alanda etkili ve bağımsız olamıyor, bu nedenle de, varoluşsal entelektüel/kültürel/siyasal hesaplaşmaları gündemine alamıyor.
İslam dünyası ülkeleri/toplumları/kültürleri, entelektüel/kültürel/siyasal anlamda, nihai bir varoluşsal hesaplaşmayı, Filistin halkının maruz kaldığı, Siyonist canavarlık tarafından uygulanan soykırımdan hareketle gerçekleştirmedikleri takdirde, hiç bir zaman böyle hayati bir hesaplaşma, tarihsel bir hesaplaşma yapamayacaklar. Bugün, bu mutlak kötülükler, mutlak zalimlikler karşısında insanlığın vicdanını temsil eden kitleler, “demokrasi” gibi, “insan hakları” gibi, “çok kültürlülük” gibi sömürgeci sahte kavramlardan utanıyor, iğreniyor ve yalnızlığa/umutsuzluğa çekiliyor. Konformist toplumlar ve kültürler, hiç bir zaman varoluşsal sorgulamalar ve özeleştiri yapmadıkları, yapma ihtiyacı duymadıkları için, gerçek bir varoluşa, gerçek bir bağımsızlığa, gerçek bir iradeye sahip olamazlar. Bu tür toplumlar bir nostalji ikliminde yaşamayı seçerler.
Sömürgeci modernlik, insanlığı, insanlıktan çıkarmış, araçsal aklın emperyalizmi insanı maddi bir varlığa dönüştürmüştü. İnsanı maddi bir varlığa dönüştüren ideolojik dünya görüşü insanlığı bütün anlamlara yabancılaştırarak, anlamsızlığı bir hayat tarzına dönüştürdü. Bütün toplumlarda, İslam toplumlarında da anlamın yerini, pragmatizm aldı. Günümüzde, İslam dünyası ülkeleri, İslam’ı kendi etnik aidiyetleriyle eşitlemek suretiyle, milliyetçilikleri/mezhepçilikleri kışkırtıyor, toplumları, evrensel insanlık bilincinden uzaklaştırıyor. İnsanlığa yükselmek için sınırlı olanı aşmak, bir toprak kütlesine bağlı olmakla, evrensel insanlığa ait olmak arasındaki derin farkı görmek anlamak gerekir.
İslami sorumluluk, halkları/toplumları, evrensel insanlığa/ahlaka yükseltmek suretiyle, yerine getirilmiş olur. Halkları/toplumları/ülkeleri politik popülizmler ve oportünizmler adına, milliyetçi bir din algısı içerisine hapsetmek politik bir sorumsuzluktur. Her milliyetçilik, evrensel insanlığı anlamak, kuşatmak ve içermek yeteneğini kaybetmek demektir.
Her milliyetçilik patolojik bir kibir ve bencillik hikayesidir.
Atasoy Müftüoğlu / İktibas Dergisi Mayıs Sayısı