Yazmak Şart Oldu
Bismillah
Covid 19 nedeniyle ortalıkta dolaşan bolca kul hakkı, dini gereklilik vb. sözler ve Diyanet’in son fetvası üzerine artık yazmam gerektiğini düşündüm. Elimden geldiğince bu hastalığa ve alakalı hususlara fıkıh penceresinden bakacağım.
Öncelikle birkaç bilgi verelim: Arapçada bilgi için şöyle bir sınıflama vardır: 1- Yakin: Kesin bilinen şeydir. %100 bilgiyi ifade eder. 2- Zann-ı galip: Doğruluğu çok yüksek ihtimalli bilgidir. Kesine ulaşmamıştır ancak ona yaklaşmıştır. %75-%99 arası bilgi diyebiliriz. 3- Zan: Yüzde 50’yi geçen bilgi için kullanılır. Doğruluk ihtimali daha kuvvetlidir. %51-%75 arası bilgi için kullanılır. 4- Şek: Doğruluğu ile yanlışlığı hakkında karar verilemeyen ikisinin de eşit ihtimalde olduğu bilgidir. %50’lik bilgidir. 5- Vehim: Doğruluk ihtimali %50’nin altında kalan bilgi için kullanılır.
Fıkıhta hükümler yakin ve zann-ı galibe istinat eder. Vehimle asla hüküm verilmez. Zan ve şek ile ilgili istisnai hükümler vardır.
Şimdi şu anda alınan tedbirleri savunup bunlara uymayanları “kul hakkı” ile tehdit edenlerin argümanlarına bakalım ve bunu fıkıh çerçevesinden inceleyelim:
1- Bu hastalık çok bulaşıcı bir hastalıktır: Bugün itibariyle Türkiye için toplam test sayısı 52.377.678, toplam vaka sayısı 5.186.487’dir. Buna göre Vaka/test oranı %9,9’dur. Madem bu kadar bulaşıcı bu hastalık neden oranlar %10 civarındadır. Ama efendim tedbir denmesin çünkü tedbirin olmadığı ülkelerde de bu durum çok değişmemekte hatta daha aşağıda bulunmaktadır.
2- Bu hastalık çok tehlikeli ve öldürücüdür: Bugün itibariyle toplam ölüm 46.268 adettir. Buna göre ölüm/vaka oranı %0,89 civarındadır. 23 Mayıs 2021 tarihi için vaka sayısı 7.839, hasta sayısı 710’dur. Buna göre hasta/vaka oranı %9 civarındadır. Vakaların çok yükseldiği günlerde bu oran daha da aşağıdadır. Mesela, 61.967 vaka görüldüğü 21 Nisan 2021’de hasta sayısı 2.932’dir. Yani oran %5’in altındadır. Virüs bulaşanların bile çok azının hasta olduğu bir hastalık nasıl bu kadar tehlikeli olmaktadır?
3- Çok sayıda insan bu hastalıktan ölmüştür: Bu hastalıktan ölüm oranını yukarıda verdik. Ayrıca bu hastalığın ölümleri artırıp artırmadığını anlamak için toplam ölüm sayısına bakmak gerekir. Sağlık Bakanımızın bizzat açıkladığı üzere genel ölüm istatistiklerinde bir artış yok hatta azalma vardır.
Şimdi Sağlık Bakanlığı tarafından verilen bu rakamlara bakarak bu virüsün insanı kesin veya zann-ı galiple hasta ettiğine, kesin veya zann-ı galiple öldürdüğüne hükmedilebilir mi? Rakamlar bunların vehim (kuruntu) düzeyinde kaldığını göstermektedir. Vehim ile hiçbir hüküm verilemez.
Bir diğer husus maske, mesafeye dikkat etmeyenlerin kul hakkına gireceği iddiasıdır. Şöyle bir akıl yürütmesi yapılıyor: Belki de adam virüs taşıyor ancak bilmiyor. Muhtemelen başkasına bulaştırabilir. Şimdi adamın virüs taşıması bir ihtimal, taşıyorsa bulaşması bir ihtimal, bulaşırsa hasta etmesi bir ihtimal, hasta olursa ölmesi bir ihtimal… eğer hesaplanırsa binde biri bile bulmayan bir ihtimalle nasıl kul hakkı vb. gündeme geliyor. Eğer bu ihtimaller kul hakkını getirecekse ben daha sağlamlarını söyleyeyim. Tüm araba kullananlar kul hakkına girmektedir. Çünkü araba egzozlarından çıkan gazlar havayı kirletmektedir ve bunların hastalığa neden olma ihtimali büyük oranla virüsten daha fazladır. Bunlara fabrika bacalarını, plastik ürünleri vb. dahil edebilirsiniz.
Aşı meselesine gelince, yukarıdaki verilere göre aşı zaruridir diyemeyiz. Çünkü İslam uleması tedavi edici bir şeyin zaruri kabul edilmesi için kesin veya kesine yakın bilgi istemiştir. Yani eğer o tedaviye başvurmazsa öleceği veya sakat kalacağı kesine yakın bilinmelidir. Bu sebeple aşı olmamak vebaldir vb. yaklaşımlar doğru değildir.
O zaman ikinci soru gelir, acaba aşı vurulmak caiz midir? Bunda da aşının içeriğine bakmamız gerekir. Aşıya başvurma zaruri kabul edilmediğinden içeriği caiz olmayan bir şey ile tedavi olmaz. Benim incelediğim kadarıyla m(RNA) tabanlı üretilen aşılar GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) kapsamındadır ve GDO’lara caiz demek zordur. Çünkü yaratılışı değiştirme kapsamındadır. İnaktif metotlarla üretilenlerde ise bir sıkıntı gözükmemektedir. Yani isteyen vurulabilir ancak kimseyi de zorlayamaz.
Veba ile ilgili hadis ve Hz. Ömer’in tavrı bu dönemde epey örnek gösterildi. Hadis şöyledir: “”Bir yerde tâun (bulaşıcı hastalık) ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde tâun (bulaşıcı bir hastalık) ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayınız.” (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100)
Suriye bölgesi ordu kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından Şam-Hicaz yolu üzerindeki Serğ kasabasında karşılanan Hz. Ömer’e Şam’da veba çıktığı haberi verilince vebanın olduğu yere gitmemiş, kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyen Ebû Ubeyde’ye Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığındığını söylemiştir (Buhârî, “Ṭıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 98-100) Bu salgında Ebû Ubeyde, Muâz b. Cebel, Şürahbîl b. Hasene, Süheyl b. Amr, Fazl b. Abbas ve Yezîd b. Ebû Süfyân gibi birçok sahâbî dahil 25.000’e yakın insan ölmüştür.
Burada söylenecek birkaç husus var. Birincisi korona ile hadiste belirtilen ve Hz. Ömer’in kaçındığı veba aynı değildir ve kıyas yapılamaz. Çünkü o hastalığın bulaşma ihtimali ve ölüme sebep olma ihtimali çok yüksektir. Korona ile ilgili rakamlar ise ortadadır. İkincisi bu uyarıya rağmen Ebû Ubeyde (ra) Şam’a dönmüştür ve kimse ona neden döndüğünü sormamıştır.
Bir de korona ile ilgili tepkilerin akaid tarafına temas eden yönü var ki bahsetmeden geçemeyeceğim. Şu anda öyle bir dil kullanılıyor ki sebeplere mutlaklık, tesir gücü veriliyor. Ecel sanki belli değilmiş, hastalandırmak ve ölüm Allah’ın kudretine değilmiş gibi konuşmalar yapılıyor.
Özellikle Müslümanların ölüme karşı tavrı beni hayal kırıklığına uğratmış durumda. Bu hususta çok sayıda ayet-i kerime var ancak birkaçını paylaşayım:
Ey iman edenler, inkâr edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: “Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görendir. (Âl-i İmran 3/156)
Şimdi de tedbir alsaydı ölmezdi diyorlar.
Onlar kendileri oturup kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyenlerdir. De ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz ölümü kendinizden savın öyleyse.” (Âl-i İmran 3/168)
Şimdi de dediklerimizi yapsaydı ölmezdi diyorlar.
Her nerede olursanız ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: “Bu Allah’tandır” derler; onlara bir kötülük dokunsa: “Bu sendendir” derler. De ki: “Tümü Allah’tandır.” Fakat ne oluyor ki bu topluluğa hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisâ 4/78)
Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur. (Enam 6/2)
Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir; (Vâkıa 56/60)
Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münâfikûn 63/11)
Konuyla ilgili bir hadis-i şerif şöyledir:
“Şüphesiz veba öyle bir azâptır ki, Allah onu dileyeceği kimseler üzerine gönderir. Neticede Allah veba mü’minler için bir rahmet (vesilesi, kâfirler için de bir azâp) kılmıştır. Bir yerde veba meydana çıkar da orada bulunan her¬hangi bir kul -sabrederek, sevâb umarak ve bu veba yalnız Allah’ın takdir edip yazdığı kimselere isabet eder olduğunu bilir ve bu kanaati besleyerek- bulunduğu beldede kalırsa, muhakkak Allah ona şehîd ecrine benzer sevâb takdir buyurur.” (Buhârî, “Tıb”, 31)
Hadiste hastalığın Allah’ın takdiri ile bulaşacağı özellikle vurgulanmıştır.
Şu hadiste bu hususta açıklayıcıdır:
“Rasûlullah(s): “Sirayet yoktur (yani hastalığın bulaşması); safer denilen şey de yoktur; hâme denilen şey de yoktur” buyurdu. Bunun üzerine bir bedevî Arab: Yâ Rasûlallah! (Hastalığın sirayeti yoktur buyurdunuz. (Peki öyleyse) benim develerime ne oluyor ki, onlar kumda ceylânlar gibi sağlıklı oluyorlar. Derken uyuz deve gelip aralarına girdiğinde onları uyuz ediyor? dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Öyle ise ilk uyuz deveye bu hastalığı kim sirayet ettirdi?” diye cevâp verdi.” (Buhârî, “Tıb”, 25, 19)
Başka hadislerde bulaşma olabileceğine dair ifadeler olduğu halde bu hadiste bulaşmanın olmadığının söylenmesi, hastalıklara ve sebeplere bir kudret vermemek gerektiği yönündeki uyarıdır. Bedevinin sorusu ve cevabı bunu göstermektedir.
Bunlar tedbiri terk etmek manasına anlaşılmamalıdır. Evet insana tedbir emredilmiş ve tedbire uyması istenmiştir; ancak tedbire mutlaklık verilmemesi, takdirin Allah Teâlâ’ya ait olduğunun unutulmaması da istenmiştir. Hiçbir Müslümanın bu sözleri söylerken tedbire mutlaklık vermek gibi bir amacı olmadığını biliyorum. Ancak ifadelerimizin ve davranışlarımızın sıkıntılı olduğunu anlatmak istiyorum.
Nerede olursak olalım ölüm gelecek ve bizi bulacak. Bunun sebebinin şu veya bu olması bizim asıl takdir edeni görmemize engel olmasın. Ayrıca ölüm kötü bir şey değildir. Mevlâna’nın tabiriyle “şeb-i ârûs/düğün gecesi” Rasûlullah’ın diliyle “Refik-i A’lâ”ya / en yüce dosta” kavuşmadır.
Özetle söylemek gerekirse:
Ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında fıkıh kaidelerine göre aşı ve istenen tedbirlere gereklidir (vaciptir) hükmü verilemez. Bu sebeple kimse bunlara zorlanamaz. Bunlara uymuyor diye de kimse kul hakkına girmez. Kul hakkından bahsedebilmek için kendisinde virüs olduğunu bilen birinin başkasına bulaştırmaya uğraşması gerekir ki bunu ancak psikopat birisi yapar, onun da kul hakkı diye bir derdi olmaz.
İsteyen aşı vurulabilir ancak içeriğini araştırmak zorundadır. En azından bunu bilen güvendiği bir hocadan fetva almalıdır. Devlet adamlarının bunu yaptırması delil olmaz. Kimse aşıya zorlanamaz.
Burada yazdıklarım fertlerin ve din adına söz söyleyenlerin tavır ve sözlerine dönüktür. Belki devletin tavrından da bahsetmek gerekir. Devletin mubah alanlarda düzenleme yetkisi kabul edilmiştir. Bir günahı emretmiyor veya günaha yol açmıyorsa tasarrufları hakkında söz edilmez. Ben devletin şu anda aldığı tedbirleri gereksiz görsem de yaptıklarının dinen uygun olmadığını söyleyemem. Ancak yukarıdaki kaidelere binaen, Cuma namazını engellemek, cemaati yasaklamak gibi tasarrufların doğru olmadığını, Diyanet’in bu husustaki içtihadının yerinde olmadığını söyleyebilirim.
Bu arada bana göre gözden kaçan bir hususu da ilave edeyim: Her gün onbinlerce kişiye test yapılmakta ve bunların çok azında virüs tespit edilmekte. Bu demektir ki test için gidenlerin çok büyük bölümünde herhangi bir belirti olmadığı halde sırf korku nedeniyle test yaptırılmaktadır. Bunun israf boyutu, sağlık personeline gereksiz yükü neden düşünülmemektedir? İşte size kul hakkı. Ayrıca evde hastalığı atlatabilecek iken çeşitli torpillerle hastaneye yatanları söylemiyorum. Sağlık harcamalarının, gereksiz sebeplerle bu derece artması israf değil midir?
Akif Dursun / İslam Hukuku Öğretim Üyesi