Hiçbir dünya görüşü yoktur ki, bir ‘hakîkât’ iddiasında bulunmasın. İslam da böyledir ve nev-i şahsına münhasır bir hayat telâkkîsi ortaya koyar. Bu hem ilâhî hem de beşerî görüşler için geçerlidir. Yalnız İslam’ı diğer görüşlerden ayıran en belirgin özelliği, ‘hakîkât’ iddiasından taviz vermemesidir. Uzlaşmaya tamamen kapalıdır. Bunun sebebini anlamak zor olmasa gerekir. Kısaca açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz: İslam, kendisinin âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından vaz edildiğini iddia eder. Dolayısıyla bu iddiaya bir insanın herhangi bir müdahalesi söz konusu olamaz. Zaten Kur’an bu noktayı Zümer suresi 11. ayetinde çok net ifade eder. Dini Allah’a has kılmak demek, dinde hiçbir şekilde tahrife, tağyire ve tebdile gitmemek anlamına gelir. Vaz eden nasıl vaz ettiyse o şekliyle kalması gerektiği, müdahalenin şiddetle reddedildiği ve buna teşebbüs edenlerin cezaya müstahak oldukları belirtilir. Beşeri iddialar, bir hakikat iddiasında bulunsalar da bu denli kesinlikten bahsedilemez. Çünkü iddianın sahibi insandır ve eksiktir. Eksik olan insanın, iddiasını mutlaklaştırma gerekçesi olamaz. Dolayısıyla bu iddia, zamanın değişken şartlarına da direnç gösteremez, edilgenlik arz eder ve zaman onu oluşan yeni şartlara göre biçimlendirir. Bir diğer husus ise iddianın sahipleri tavizkardırlar ve diğer iddialarla uzlaşıya çok rahat girerler.
İslam’ın temel hakîkât iddiasının Tevhid olduğu herkesin malumudur. Bundan dolayı Tevhid kavramı üzerinde durmak istemiyorum. Benim sorunum daha ziyadesiyle kendini İslam’a nispet edip de bu telâkkînin bilincine varamamış olan Müslümanlardır. Tabii şartlarda bu olacak iş değildir. Bir insanın, iddia ettiği şeyi bilmemesi düşünülemez. Bir iddia, bilindiği için vardır! Böylece insan o iddianın da bağlısı olur. Yoksa bağlısı değildir.
Üzülerek müşahede ediyoruz ki, insanlarımızın ekseriyeti bu durumdadır. Bu insanlar hakkında ne düşünmeliyiz? Bu soruya en güzel cevabı İslam’ın kitabı Kur’an veriyor: “henüz iman kalplerinize inmedi…” Hucurat 14.
Bu ayeti kısaca değerlendirelim. İmanın kalplere inmemesi ne demektir?
İman, tahkiki mümkün, zan içermeyen, mutlak bilgi üzerine doğan emniyet, güvenilirlik duygusunun kalplerde yaşanması ve eyleme dönüşmesidir. Yani sınanmadan, bilinmeden kabul edilen bir şey değil, bilakis bilinen, farkında olunan şeyin, kendisine bağlanıldığında kalplere sükûnet, güven ve huzur vermesidir. Bu güven o kadar güçlüdür ki, insanı harekete geçirir. Bu bağlılık kesin ve mutlak olana olduğu için de kopması mümkün olmayan bir bağlılığı beraberinde getirir. Dikkat edilirse hakiki bağlılığın gerçekleşmesi bilme sürecinden sonra oluyor. Dolayısıyla bu süreci işletmeyenlerin kalbine imanın inmesi beklenemez. İmanın kalplere inmesiyle insan diğerlerinden farklılaşır. Hayatı okuyuş biçimi mevcudun dışında gerçekleşir ve hikmetlidir. Çünkü yaratıcının bak dediği yerden bakıyordur. Zihnindeki kavramlar hayatın tabiatıyla örtüşüyor ve dolayısıyla insanda oluşan duygu dünyası ve ahlakın tezahürü imanla doğru orantılı çalışıyordur. Bu ise tutarlı bir kişiliği ve hayatı beraberinde getirir. İnsan neyi seveceğini, neyden korkacağını, neyden uzak duracağını, neye ağlayacağını, neye güleceğini gerekçeleriyle biliyor ve isabetli bir hayatı yaşıyordur. Hikmetli bir hayat, isabetli bir hayattır. Hayat öncesi, anı ve sonrası ile alakalı soruları doğru cevaplamak, sorunlara doğru teşhiste bulunmaktır. Hikmetli bir hayat, hakikatin insanı doruğa çıkarmasıdır. Rabbimizin ayetlerine kulak verelim.
Bakara 269: “Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.”
Kehf 29.: “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin…”
Kehf 30. : “İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar (bilmelidirler ki) biz, güzel işler yapanların ecrini zâyi etmeyiz.”
Ayetlerden de anlaşıldığı üzere hikmetli davranan işini güzel yapar. İşini güzel yapanın ise ecri zayi olmaz. Çünkü kendisine hikmet verilene büyük bir hayır verilmiştir.
İmanın kalplere inmediği, benim ifademle talip olunan İslam’ın, hakîkât telakkisinden haberi olmayan da şunu bilmelidir ki, İslam kendini her isteyene vermez/açmaz. İslam öyle sakız gibi çiğnenecek kolay bir lokma değildir. Tabiri caizse kendini ucuza satmaz. Cehdi, her varılmak istenilen sonucun temel kuralı olarak belirleyen İslam, kendini ‘ceht’ etmeyene, bilmeyene verir mi? Güzelliklerini açar mı? Dahası İslam, öyle bir özelliğe sahiptir ki, kendini İslam’da ‘zannedenleri’, vücudun, içine giren yabancı bir maddeyi atması gibi atar. Çünkü o madde oraya ait değildir. Bu bir ‘Sünnetullahtır’. Kur’an zannın ‘hakikatten’ hiçbir şey ifade etmediğini söylerken ( Necm 28 ) zımnen şunu da demiş oluyor. Beni ben olarak bilmeyen, anlamayan veya anlamak istemeyenle işim olmaz. Ben bir hakîkât iddiasında bulunuyorum. Bu iddia, öyle bir damla sudan yaratılmış, hayatın gerçeklerini anlamak için bir olgunlaşma sürecine ihtiyaç duyan, deneme yanılma yöntemiyle tecrübe eden, gerçeğe ulaştığını zannederken hayal kırıklığı yaşayabilen, dünyaya meyilli, Allah’ın bildirmesi dışında dünya ile ahiret arasındaki dengeyi bilme imkânına sahip olamayan, başında da sonunda da kendi dışındaki bir varlığa muhtaç olan insanın iddiası değilim. Benim iddiam, alemlerin Rabbi olan senin ve her şeyin yaratıcısı ve yarattıklarının derununu en ince ayrıntılarına kadar bilen Allah’ın iddiasıyım. Eğer bu iddiamı sahiplenmek istiyorsan bu iddiaya olduğu gibi uymalısın. Sonuçta sensin beni tercih eden. Ben seni zorlamıyorum ki! Madem bana ait olan bir iddiayla kendini ortaya koymak istiyorsun, öyleyse bana karşı adil ol ve iddiamı keyfine, çıkarlarına, zamanın şartlarına, korkularına, nefsinin arzularına alet etme.
Bak ben beni sahiplenen veya sahiplendiğini zanneden veya sahiplenmeyen insanlara isimler vermişimdir. Müslüman, Mümin, Fasık, Münafık, Müşrik, Kâfir, Zalim… Yani demek istiyorum ki, benim iddiama göre senin ne olduğunu sen değil, ben belirlerim.
Öyleyse şunu bil ki, eğer benimle varsan benim istediğim gibi olmalısın. Yok, bunu yapmayacaksan kendi kendine gelin güvey olmayı bırak. Ben seni istemiyorum, adımı kullanma. Çünkü ben ben olursam kendimi ortaya koyar, sana ve diğerlerine olan vaatlerimi gerçekleştiririm. Yok benimle değilsen senin iddian ve yaşamın ancak adımı lekeliyor. Vazgeç bundan. Zaten vazgeçmezsen ben seni atmasını bilirim!
Kasas 50.: “Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah´tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.”
‘Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez’. Burada ‘zalim’ kavramı yerinde anlaşılmalıdır. Zalim bir hakikati, gerçeği ait olduğu yere koymayandır. Hak sahibine hakkını vermeyen veya o şeye hak ettiği şekilde muamele etmeyendir.
İslam, Kur’an’ın diliyle Hakk’ın ta kendisidir. Öyleyse bu Hakk’a layıkıyla muammele etmek zorundayız. Madem Kuran’ın ifadesiyle ‘zan’ hakikatten bir şey ifade etmiyor, öyleyse müslüman iddiasını bilmelidir. Bilmediği taktirde zalim konumunda addedilir. Allah, zalime doğru yolu bahşeder mi?
ALLAH RAZI OLSUN İNŞALLAH