Kuran’ın takva ile ilgili hedeflerinden birisi de kulun Allah için ağlamasıdır. Ağlamak takvada kat edilen bir seviyeyi işaret eder. Ağlama bir duyarlılığın göstergesidir. Bu duyarlılık derecesine ulaşmak her mümin için bir hedeftir.
Ağlama eylemi tıpkı Allah sevgisinde olduğu gibi ‘doğal’ bir şekilde oluşması gereken bir durumdur. Bu nedenle Kuran’da Allah’ı sevin diye bir emir olmadığı gibi, Allah için ağlayın şeklinde de bir emir verilmemiştir. Bunun yerine ise Kuran’da şu cümleler geçmektedir: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun'(3/31), ‘Onların Allah’a olan sevgisi (müşriklerin putlarına olan sevgisinden) daha büyüktür.'(2/165), ‘Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman ağlarlar.'(19/58)
Dolayısıyla Allah için ağlamak muttakilerin özelliklerindendir. Müminlerin bu seviyeye
[1] kendi gönüllü istekleri ile gelmeleri beklenmektedir. Allah ‘duyarlı’ ve ‘has’ kullarından bunu beklemektedir. Bir diğer ifadeyle bunları gönüllü olarak gerçekleştirenleri Allah ‘duyarlı’ ve ‘has’ kullarından kabul etmektedir. Buna bağlı olarak şu genel tespiti yapabiliriz: Allah’ın beklentilerini
[2] kendi
vicdanımızda farz
gibi telakki etmediğimiz sürece hakiki muttakilerden/duyarlı kullardan olamayız.
Zira Allah kul ilişkilerini sadece emir-yasak kategorileri açısından değerlendirmek doğru olmaz. Bu ilişki patron-işçi ilişkisi seviyesine düşürülmemelidir. İnsan-insan ilişkileri (veli-çocuk, patron-işçi, amir-memur, yönetici-yönetilen) insanın hep belli boyutlarıyla sınırlıdır ve kişinin bütün varlığını kapsamaz. İnsanlarda bu durum doğaldır. Fakat bizim Rabbimizle ilişkimizin çok daha öte boyutlarda ve derinlikte olması gerektiği izahtan varestedir. Biz bütün varlığımızla/benliğimizle/ruhumuzla Rabbimizle ilişki içinde olmalıyız. O bizim her hücremizin sahibi ve Rabbidir. Bütün zerrelerimizle O’na aitiz. Bizi yaşatan, bütün biyolojik-fiziki-kimyevi ihtiyaçlarımızı gideren O’dur. O’na ne kadar muhtaçsak ilişkimiz de o nispette yoğun ve derinden olmalıdır. Dolayısıyla duygularımızı ve onların gereklerini(sevgi, ağlama vb.) de içine alan bir kulluk tasavvuruna sahip olmalıyız. Kulluk kavramı bu cümleden olarak örneğin sadece dini iktidar kılmayı ve birtakım ibadetleri değil, onları da içine alacak şekilde ruhi ve manevi yönden Rabbimize derinden bir bağlılık göstermeyi de içine almalıdır.
1. Ağlamanın önemi-hikmeti:
Ağlamanın dinde önemli bir yer tuttuğu ayetlerle sabittir.
İşte bunlar; kendilerine Allah’ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem’in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah’)ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar.(19/58)
De ki: “İster ona inanın, ister inanmayın: O, daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler.” Ve derler ki: “Rabbimiz yücedir, Rabbimizin va’di gerçekten gerçekleşmiş bulunuyor.” Ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. (Kur’an) onların huşusunu artırır.” (17/107-109) (Ayrıca: 9/81-82, 53/59-60)
Ağlamak
[3] kişinin Allah’a çok daha farklı ve hızlı bir şekilde yaklaşmasına yardım eden en önemli özelliklerdendir. Bu açıdan çok iyi değerlendirilmelidir. Ağlamak kalbteki ve ruhtaki tıkanıklıkların giderilmesini sağlar. Ruh damarlarındaki kirli unsurları temizler. Suyun vücudumuzda hücrelere besin ve oksijen taşıması, atıkları uzaklaştırması ve vücudumuz için gerekli olan minarellerin bir kısmını temin etmesi gibi göz yaşlarımız da aynı işlevi ruhtaki karşılıklarında görür.
2. Bir Peygamber Vasfı: Ağlamak
‘Allah’ın elçisinde sizin için örnekler vardır'(33/21, 60/3) ayetini dinin bütüncül bir şekilde anlaşılması ve yaşanması noktasında onu örnek almak şeklinde anlamak gerekir. Bu cümleden olarak tek kişiden devlete giden yolda onun siyasi yöntemini örnek almamız gerektiği gibi, namazı nasıl kılacağımız konusunda da manevi hayatımızın derinliği hususunda da onu örnek almamız gerekiyor.
Eğer ‘ağlama’ peygamberimizin ve diğer peygamberlerin en önemli vasıflarından ise -ki öyledir- bu durumda onları örnek alıp bu eksikliğimizi gidermeyi gündemleştirmek durumundayız. İşimize/kolayımıza gelen, isteğimize(hevamıza) uyan konularda onu örnek almak ve fakat diğer konuları görmezlikten gelmek samimi bir sünnet bağlılığı değildir. Sünnete samimi bağlılık dinin bütün boyutlarında Peygamberi kendine örnek alıp ona benzemeye çalışmakla gösterilebilir. Kısacası onun siyasi mücadele metodu bizim için ne kadar örnekse, namazdaki huşusu ve Allah’a derinden duygusal bağlılığa da bir örnektir.
Hadislerden örnekler:
Abdullah İbni Mes’ûd şöyle dedi: Resûlullah: – “Bana Kur’an oku!” buyurdu. Ben:
– Ey Allah’ın Resûlü, Kur’an sana indirilmişken ben mi sana Kur’an okuyayım? dedim. Resûlullah:
– “Kur’an’ı başkasından dinlemekten pek hoşlanırım” buyurdu.
Bunun üzerine ben kendilerine Nisâ sûresini okumaya başladım.” “Her ümmetten bir şâhit getirip seni de bütün bunlara şâhit tuttuğumuz zaman onların durumu nice olur?” anlamındaki âyete [Nisâ sûresi (4), 41] geldiğimde:
– “Şimdilik yeter!” buyurdu. Bir de baktım Resûlullah, iki gözü iki çeşme ağlıyordu.
(Buhârî, Müslim)
Benim bildiğimi
[4] bilseniz, az güler, çok ağlardınız. (Tirmizi, Buhari)
Ağlamayan gözden, huşû duymayan kalpten Sana sığınırım.
3. Sahabe hayatından örnekler:
Hz. Ebu Bekir’in Ağlaması
Kays b. Ebî Hâzim şöyle anlatıyor: Bir gün, Hz. Peygamber’in yanına gitmiştim. Ebu Bekir de oradaydı ve Allah Teâlâ’ya hamd-ü senâlar ediyor, durmaksızın ağlıyordu.
Hz. Ömer’in Ağlaması
Hz. Ömer, bir cuma günü hutbede Tekvîr Sûresi’ni okudu. Ancak 14. âyet olan,”(İşte o zaman her) nefis (kendisi için önceden) ne hazırlamışsa onu (görür ve) bilir” meâlindeki âyete gelince artık ağlamaktan okuyamaz oldu ve bu yüzden hutbeyi yarıda kesmek zorunda kaldı.
Sahabe ayetleri duygusuna hitab edecek şekilde okuduğundan, ne zaman duyguyu harekete geçirecek bir ayete denk gelse ağlıyorlardı. Bu bakımdan her ayet (örn. miras ayeti vb.) ağlatmaz. Fakat bir araştırma yapılsa ve Kuran’da geçen ayetlerden hangileri normalde insanı ağlatabilir diye sorulsa karşımıza yüzlerce ayet çıkar. Peki bu ayetlerden kaçta kaçı bizde aynı etkiyi bırakıyor. Demek ki, Kuran’ı okuma tarzımızın da gözden geçirilmesi gerekmektedir.
[5]
İslâm tarihinde “ağlayanlar” (bekkâun)
[6] denilen yedi zat vardır. Tebük seferberliği öncesinde yaşanan bu hadiseyle ilgili Kuran’da şu ayet nâzil olmuştur:
“Şu kimselere de günah yoktur ki, onlar her ne zaman kendilerini bindirip cihada sevkedesiniz diye sana geldilerse sen onlara “Size binek bulamıyorum ” dediğin için bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı mahzun olup gözleri yaş döke döke dönmüşlerdi” (9/92)
4. Ağlama fiili nasıl gerçekleşmektedir?
Ağlama duyarlı olunan konuları kalpte yoğun bir derecede hissetmenin neticesi oluşur. Aklen duyarlı olmak ile kalben duyarlı olmak arasında bu bakımdan fark vardır. Su nasıl belli bir derecede ısıtıldığı zaman buharlaşıyorsa duyguları da belli bir derecede ısıtmadan gözden yaş gelmez.
Bu yüzden ağlamak talimatla, istekle ‘hadi gelin biraz ağlayalım’ demekle gerçekleşecek bir eylem değildir. Buna karşın ‘hadi gelin biraz tefekkür edelim’ dersek bu çok daha kolay gerçekleşebilir. Çünkü zihin-akıl sürekli devrededir. Tefekkür için örneklerin anlatılması ve bunlar üzerinde derinlemesine düşünmeye davet edilmesi yeterli olurdu.
Fakat ağlayabilmek için duygulara ihtiyaç vardır. Duygular akıl-zihin gibi sürekli uyanık bir halde değildir. Bu duyguların önce zihin tarafından harekete geçirilmeleri gerekir. Daha sonra bir yoğunlaşma/sıkışma hali yaşanmalıdır. Tıpkı yeryüzünde buharlaşarak yükselen su buharının atmosferin üst katmanlarında soğuk hava ile karşılaşması ve yoğunlaşması sonucu yağmurun oluşması gibi ruhumuzda da bu yoğunlaşma oluştuysa duygularımız gözyaşları şeklinde yanaklarımızdan süzülecektir.
Önemli olan o yoğunlaşmayı gerçekleştirmektir. Onu besleyecek vesileleri bilip kullanabilmektir.
5. Neden ağlamıyoruz?
Az ağlamanın veya hiç ağlamamanın sebeplerinden birisi yukarıda belirttiğimiz gibi ağlamanın birden gerçekleştirilememesi ve onun kısmen ‘zorluğudur’. Bu açıdan ağlama zaafını bir yönüyle anlaşılır kabul edebiliriz.
Artı içinde yaşadığımız kültürde ağlamak duygusallık ve zayıflık göstergesi ve ayrıca erkeklere yabancı bir özellik olarak algılanmaktadır. Bundan dolayı kültürel ortamımız da Kuran’ın hedeflerine uygun bir zemin oluşturmamaktadır.
Bizden yana kaynaklanan sebeplere gelince; bu zaafımızın en önemli sebebi aslında konunun yeterince önemsenmemesi, değerinin bilinmemesi/fark edilmemesi ve dolayısıyla lüks olarak görülüp ‘çok’ duyarlı(yani duygusal(!)) insanlara has kılınmasıdır. Sorun bir nevi ‘Ben duygusal bir insan değilim, o halde bu beni alakadar etmez’ deyip konunun gündemimizden düşürülmesidir. Halbuki Allah için ağlama konusu mizac meselesi değildir. Hz. Ömerin celalli mizacı yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi ağlamasına engel teşkil etmiyordu. Demek ki, mizac mazeret değildir.
İkinci bir sebep konuyu önemsediğimizi düşünsek bile duygulardaki yoğunlaşmayı sağlamak için özel bir gayretin içine girilmemesidir. Dolayısıyla ağlamamanın birden fazla önemli sebebi bulunmaktadır. Bu sebepleri ortadan kaldırmak gerekir ki, ağlamaya giden yol açılmış olsun.
6. Nasıl ağlayabiliriz?
Ağlayabilmek için önce niçin ağlamamız gerektiği konusunda bir bilince ulaşmamız gerekmektedir. Ağlama emredilmediği için kişinin bunun önemini önce kendisi kavraması lazımdır ki, ağlayabilsin. İnsan sebepsiz yere hiçbir iş yapmaz. Ona o işi yaptıracak sebep çok açık, net ve ikna edici olmalıdır. Yapacağı işin sebebini ne kadar iyi kavrarsa o nisbette o işi hakkıyla gerçekleştirir. Özellikle gönüllü yapılacak işlerde kişiyi motive eden unsur o işin olması gerektiğine dair net kavrayıştır. Yapılacak iş olmazsa olmaz cinsinden algılanması lazımdır ki, gönüllü olarak gerçekleştirilebilsin. Kimse mecbur olmadığı halde bir işi yapmaz. Yapacağı işte bir fayda, yarar, menfaat, gereklilik görmek zorundadır. Kendisini o işi yapmaya mecbur hissederse yapar. Bu da ancak o işin gerçekleşme sebebine ikna olmakla olur. Okula gitme mecburiyeti olmasaydı kaç öğrenci okula gönüllü giderdi. Gidenler neden giderlerdi? Herhalde öğreneceği şeyin kendisine lazım olduğuna inanan ve bu ihtiyacını önemseyen giderdi. Öğreneceği şeyin faydalı olacağına inanan ve bu faydadan nasiplenmek isteyen giderdi.
Ağlama konusu da aynı şartlara bağlıdır. Ağlamanın önemine, faydası/yararına, lüzumuna, ihtiyaç olduğuna ikna olursak ve bu faydadan nasiplenmek istersek
[7] gereken gayreti gösteririz.
Allah için ağlamanın birçok sebebi bulunmaktadır. Bu sebeplerin üzerinde derinlemesine düşünerek(tefekkür) duygularımızı harekete geçirmek ve ardından o kıpırdamaya başlayan duyguların yoğunlaşmasını sağlamakla ağlama fiilini gerçekleştirebiliriz. Böyle bir tefekkürün hedefine ulaşabilmesi için sessiz ve sakin, konsantre olabileceğimiz ortamlara ihtiyacımız var.
[8] Tefekkür esnasında zaman baskısı altında olmamamız gerekir. Oturup düşüneceğimiz zaman ağlama hedefiyle tefekküre başladığımızın bilincinde olmalıyız ki, kıpırdayan duygulara yön tayin etmiş olalım, bu duygularla ne elde etmek istediğimizi belirlemiş olalım. Çünkü her duygu bir davranışa kanalize edilebilir. Tefekkür esnasında oluşacak bu duyguları da ağlama fiiline kanalize etmeliyiz.
Şu sebepler üzerinde tefekkür edip iç dünyamızı ağlamaya müsait hale getirebiliriz:
1. Allah’ın bize olan iyiliklerini düşünüp bunlar için minnet duygusu ile ağlamak: İnsanın hayatında bazen çok sevindiren
bir iyilik bile ağlatabiliyor. Allah’ın bize olan iyilikleri o kadar çok ki, bizim aslında/normalde sürekli ağlıyor olmamız gerekirdi. Örn. fizik yapımız
[9] Allah’ın hediyesidir. Bu yüzde yüz sevgi ile karşılık bulmayı hak etmiyor mu? Bize bu mükemmel bedeni verdiği için aslında her gün hüngür hüngür ağlamamız gerekmez mi? Bu bedenin içinde bizim yaşayabilmemiz için milyarlarca hadise cereyan etmektedir: Böbrekler günde yaklaşık 190 litre kanı temizliyor ve yeniden dolaşıma sokuyor. Vücud her saniye 3 milyon kırmızı kan hücresi yapıyor, oksijeni tüm vücut hücrelerine dağıtmak için. Gözlerin odaklanmasına yardım eden kaslar günde 100 bin kez hareket eder. Bu 80 km’lik bir yürüyüşle eşdeğerdir. Akciğer nefes alabilmemiz ve bu alınan nefesin temizlenmesi için 300 milyon mikroskobik hava kesesi barındırır. Bu rakam bu keseler açıldığı takdirde bir tenis kortunun yarısına eşit yüzey alanını kaplar. Her gün midenin iç kaplamasının yüzde 25’i yeniden üretilir. 4-5 günde bir iç kaplama komple yenilenir. Cildimiz her gün 50 milyon ölü hücreyi dışarı atar. Bu dakikada 30 bin ila 40 bin ölü hücre demektir. Gözümüz 7 milyon renk çeşidini algılayabiliyor. Beyinde 100 Milyar hücre bulunuyor. Bu hücreler kendi aralarında 100 Bilyon bağlantı(sinaps) kuruyorlar. Bu şuna benziyor: Dünyada
7 Milyar insanın her birinin eşzamanlı 15 000 telefon görüşmesi yapması 100 Bilyon bağlantıya tekabül eder ve buna benzer daha yüzlerce örnek verilebilir. Şimdi bütün bu iyilikleri/merhameti bize sunan Rabbimize bunlardan dolayı iki göz yaşı akıtmak fazla bir kulluk beklentisi mi?
2. Allah’ı sevdiğimizden dolayı o sevginin etkisiyle ağlamak: Sadece bir insanın değil yaratılmış olan herhangi bir varlığın nail olabileceği en büyük nimet Allah sevgisidir. Onu sevebilmek, bu duyguyu kalpte hissetmek, kalbimizde hissettiğimiz bu şeyin ‘ne muhteşem bir duygu’ olduğunu fark etmek kadar büyük bir mutluluk olamaz. O sevgi duygusunun muhteşem tadından, güzelliğinden, mükemmelliğinden dolayı ağlamak. Bu sevgi duygusunu tadabilmenin sevincini yaşayıp bu sevinçten dolayı ağlamak. Sevgi duygusunu bize tattırdığı için, bize bu nimeti lütfettiği için ağlamak. Verdiği nimetlerin ve vereceği(cennet) nimetlerin içinde aslında en büyük nimet olan bu sevgi/Allah’ı sevebilme duygusunu şimdiden tattırdığı için ağlamak. Yine bu duyguyucennette bu dünyadakinden çok daha kuvvetli bir şekilde yaşayacağımızın sevinci ile ağlamak. Bununla bağlantılı olarak O’nun sevgisini kaybetme korkusundan dolayı ağlamak.
3. Allah’tan korktuğumuzdan dolayı, cezalandırılmak korkusu ile ağlamak: Bu saikle ağlayabilmek için böyle bir ihtimalin olduğuna kalpten inanabilmek gerekir. Kuran’dan bu ihtimal çıkıyor, fakat bizim algımızda ve hissedişimizde bilinçaltından bizi yönlendiren bir ‘azaba uğramama düşüncesi’ çöreklenmiş durmaktadır. Belki sadece teoride böyle bir ihtimal kabul edilmekte ve fakat ‘pratikte zaten gerçekleşmez’ vehmi hissiyatımızı egemenliği altına aldığından bu konuda gereken duyarlılığı göstermiyoruz. Hz. İbrahim’in (a.) ‘Ateşin azabından bizi koru’ şeklinde duasında bir endişe dile getirilmektedir. Bu endişe/ihtimal yoksa ne diye bu şekilde dua edilsin ki? O halde kendimizi bu ihtimale inandıralım ve tefekkür esnasında (ölmeden önce ölünüz hadisindekine benzer bir metodla) ateşe girdiğimizi hayal edelim. O acıları gözönüne getirelim ve işte bu korku ile ağlayalım.
4. Allah’ın Zatının azametini/büyüklüğünü düşünerek bunun insanın benliğinde ve ruhunda oluşturduğu ürperti duygusu ile ağlamak: İnsanı belki ağlatabilecek en önemli sebeplerden birisi azametini hissetme duygusudur. Burada kastedilen azametini düşüncede/akılda bilme değil, kalpte o azameti hissetme duygusudur. Bu duygu insanın iki gözünü iki çeşme ağlatabilecek bir kaynaktır. Bunun yaşanma ihtimali/oranı Allah’ın azametini ne ölçüde algıladığımızla doğru orantılıdır. Allah’ın büyüklüğünü algılama oranı da O’nun büyüklüğünün delillerini/örneklerini/mahlukatı ne kadar tefekkür ettiğimizle doğru orantılıdır. Dolayısıyla Rabbimizin azametini tefekkür için oturduğumuz zaman (psikolojik hazırlık olarak) ‘şimdi ben ağlayacağım’ diyerek oturalım ve en etkileyici tefekkür örneklerini
[10] düşünmeye başlayalım ve O’nun ne kadar azim, a’la, metîn, aziz, mütekebbir, kuddüs bir varlık olduğunu bu örnekler üzerinden idrak etmeye(hissederek görmeye) çalışalım, bunları düşünme esnasında ağlamayı aklımıza getirelim ve ‘bu kadar büyük bir varlık kendisi için ağlanmayı hak etmiyor mu?’ diye kendimize soralım…
5. Günahlarımızı düşünüp bu cürümleri Rabbimize karşı nasıl işleyebildiğimizin oluşturacağı haya duygusuyla ağlamak: Bu duyguyu harekete geçirebilmek için insan niçin haya eder sorusu üzerinde düşünmek gerekir. Bir çocuk annesine veya babasına karşı işlediği bir kusurdan dolayı nasıl utanıyor değil mi? Biz aynısını, aynı mahcubiyeti/hayayı bir kusur işlediğimizde neden Rabbimizin karşısında hissetmiyoruz. ‘Niye Rabbime karşı ayıp ettim, bunu nasıl yapabildim?’ diye kendimize sormuyoruz? Burada insanın içinde var olan ‘başkasına karşı ayıp etme’ duygusu devreye girmektedir. Herkes bu duyguyu bilir, yaşamıştır. Büyük-küçük her günahta Rabbimize karşı ayıp ettiğimizi hiç düşündük mü? Eğer Rabbimize karşı ayıb ettiğimiz hissini vicdanımızda yakalarsak bu ağlamak için bir başka vesile teşkil eder. Aksi takdirde düşünce genelde şöyle cereyan etmektedir: ‘O nasıl olsa bağışlar, nasıl olsa bir iyilikle o günahı silerim. Zaten bir çok salih amelim de var. İki günahtan ne olacak ki vb.’ Halbuki burada Allah ister bizi bağışlasın ister cezalandırsın, mesele o değil ki. Mesele sen Rabbine ayıp ettin, bunun farkında mısın? Bunun mahcubiyetini hissetmiyor musun? Eğer böyle bir hissin bırakınız kalpte olmasını akılda bile kavramı(Allah karşısında mahcup olma kavramı) yoksa o zaman daha farklı bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Teşpihte hata olmaz. Düşünün ki annenizin kalbini kırdınız ve o sizi yine de bağışladı. Siz buna rağmen onun kalbini kırmanın ezikliğini, utancını üzerinizde hissetmez misiniz? Bundan dolayı derin bir üzüntü duymaz mısınız? İşte bu üzüntü duygusuyla Rabbimiz için ağlamak.
Velhasıl bizi Rabbimize daha farklı boyutlardan yaklaştıracak olan bu ağlama nimetinden faydalanalım. Hem ağlayarak hafifleyelim hem de kalp akümüzü pozitif enerji ile dolduralım. Zira gözyaşı takva yolunda muhtaç olduğumuz ‘vitamin ve mineral’ oranı en yüksek azığımızdır.
Uygulama kararı:
Ne yapıp edip gelecek derse kadar en az bir kere Allah için ağlamak. Bunu gerçekleştirmek için yukarıdaki tavsiyelerden(ağlama sebeplerinden) birisini uygulamak. Bunun için 15-30 dk. bir zaman ayırmak ve sessiz ve tefekküre elverişli bir ortamda düşünceye dalıp ağlamaya çalışmak.
[1] Bu vasıf topluma öncülük yapan insanlarda mutlaka bulunması gereken vasıflardandır. Öncü olmayanlardan bunu
talep edemeyiz belki, fakat öncülüğe soyunanlardan bu sıfatları üzerlerinde taşımalarını beklemek ümmetin doğal hakkıdır. Bu kadar zulüm çekmiş ve elan çeken bu ümmet muttaki-kaliteli öncülere layıktır ve ancak bu vasıftaki liderlerle yeniden dirilebilir. Lider hem ilimde hem de takvada öncü olmalıdır. Ümmet(in fertleri!) kendilerine liderlik yapacak kişilerle ilgili
çıtayı yüksek tutmadığı sürece öncülük edenlerin seviyesi de düşük seviyede seyredecektir. Böyle bir durumda lider azami gayret gösterip kendini geliştirme ihtiyacı hissetmiyecek, ‘nasıl olsa taraftarlarım var, hayranlarım-sevenlerim var ve onlar da benden bilgi açısından daha aşağı seviyede olduklarından her açıklamamı/tevilimi zaten bir şekilde kabul ediyorlar’ şeklinde düşünüp kendini geliştirme ihtiyacı hissetmeyecektir. Yine aynı şekilde kitle liderinden
sadece ilmi alanda bir birikim bekler ve lider de eğer bu konuda kendisini geliştiriyorsa takva alanında kendini geliştirme ihtiyacı hissetmeyecektir. Çünkü her nefis kolayı ve en az dirençli yolu seçer. Beklenmeyen bir külfetin altına kimse girmek istemez. Nitekim liderin de bir nefsi var. Böyle bir tabloda fertlerin de kendi katkıları olacağından liderlerinden şikayetçi olma hakkına da sahip olamayacaklardır. Dolayısıyla burada asıl iş ve sorumluluk ‘ferd’e düşüyor. Bu fert hepimiziz. Liderin/ öncünün sorumluluğu aslında daha düşüktür. Bir akıl bin aklı peşinden sürüklüyorsa ve bu bin akıl bir aklı sigaya çekmeyi beceremiyorsa o zaman en büyük vebal 999 aklın üzerindedir.
[2] Burada kastedilen emirlerinin yanısıra teşviklerini de.
[3] Kuran İslam’ı müntesipleri için ağlamak kaybedilmiş, yitirilmiş bir değerdir. İhmal edilmiş/yitirilmiş ne kadar Kuranî değerimiz varsa bunları diriltmekle ancak Rabbani yönteme bağlı alternatif bir hareket oluşturabiliriz. Bunu gerçekleştirmediğimiz sürece yanlış yöntemlerle hareket edenlere kızmanın fazla bir anlamı olmayacaktır.
[4] Burada kemiyet bakımından Kuran’daki bilgi kasdedilmiyor. O bilgiye herkes aşinadır. Bu bilgi idrak seviyesiyle ilgili bir bilgidir. Peygamberimizin bilgisi Kuranî bilgileri derinliğine kavramada(hissetme noktasında) bizden üstündür. Bu, bilgilerin duygu toprağına ne kadar ince damarları ile ve derinine kök saldığıyla ilgilidir. Biz de yüzeyde aynı bilgilere sahibiz, fakat o bilgilerde derinleşme faaliyeti içinde bulunmadığımızdan çok gülüp az veya hiç ağlamıyoruz.
[5] Programımızda yer alan ‘Kuran’ı Doğru Okumak’ başlığında bu konuya tekrar döneceğiz.
[6] Bu zatların, Sâlim İbn Umeyr, Uleyye İbn Zeyd, Ebu Leyla el-Mâzinî, Seleme ibn Sahr, Irbad İbn Sariye, bazı rivayette Abdullah ibn Mufaddal, Ma’kıl İbn Yesâr veya Amr İbn Gunme oldukları kaydedilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercümesi X, 413).
[7] Buraya kadar teoride bir sorun yok, asıl mesele insanların neden nasiplenmek istemedikleri sorusunda düğümlenmektedir. Onun da sebebi açık: (Nefis açısından) gereksiz külfete girmemek. ‘Bunlar zahmetli işler, cennete daha kolay yollardan da gidilebilir, ne diye bu kadar zorlaştırıyoruz’ vb. düşünceler insanların nefislerinin onayladıkları kadarıyla zahmete girdiklerini göstermektedir. İnsanlar ‘idealist’ değil, (kendilerince) güya ‘realist’ düşünüyorlar. Tarihi ise hep idealistler yapmışlardır.
[8] Namaz bu konuda en uygun ortamlardandır.
[9] İnsanın anatomisiyle ilgili resimlere ibret gözüyle bakmak bile bu konuda net bir fikir vermektedir.
[10] Şu yazılardaki tefekkür örneklerine bakılabilir: http://www.venharhaber.com/-allaha-hamd-etmek-makale,1461.html / http://www.venharhaber.com/-bilginin-amele-donusum-sureci-2-makale,806.html