Klasik nasihatnamelerde, iyiliği ve güzelliği tavsiye eden, amele yönelten metinlerde, “önce kendi nefsime” tabirine sık sık rastlarız. Yani müellif, biraz sonraki söyleyeceklerinin ilk muhatabı olarak kendi nefsini görür. Kelamın muhatabı olacak ikinci ve üçüncü şahıslar, kendinin ardından gelir. Bu davranış öncelikle, kişinin söylediklerini kendisinin yapmakta ya da yapacak olduğunun göstergesidir. “Biz” bilincinin fertten başlayan ilk adımıdır.
Malumumuz olan bir söz vardır. “Önceden insanlar hayır işler söylemezlerdi. Sonra hem hayır işlemeye hem de söylemeye başladılar. Ahir zamanda ise hayrı işlemedikleri halde söylemeye başladılar.” Bu misal her alana sirayet eden maraza dönüştü. Müslümanlar öncelikle kendi yapması gerekenleri, yapmadıkları halde, başkalarının yapması için nasihatler eder oldu. Ortaya çıkan riyakâr tavır, fertten topluma çürümeyi, ihtilafı, tefrikayı tetikledi.
En çok konuşulan, tartışılan, münazara edilen meselelerimiz vahdet, tevhid, uhuvvet, sünnet, Kitap’da birleşmek, Hablullah’a sarılmak vb. olduğu halde ve aralarında niza-ihtilaf bulunanların tamamı bu meseleler üzerinde hemfikir iken, gel gör ki yaşanılan hakikat ortada. İlim ve bilgi bakımından derinleşmiş olanların kendi aralarındaki ihtilafları (hepsi de yukarıda söylediğimiz değerleri ileri sürmekte iken) muhteris birer tüccar gibi sürüp gitmekte.
Öyle görünüyor ki, ilim geldikten sonra, ilim sahiplerinin birbirlerine olan haset ve kıskançlığı yüzünden, söylenen hakikat de olsa değerini yitirmekte. Bir zamanlar, erdemli bir şahsın etrafında bir araya gelenler, şahsın Rahmet-i Rahman’a kavuşmasıyla, etrafındakilerin imamesi kopmuş tespih gibi dağılması, çağımızda kaçınılmaz sonmuş gibi görülmekte. Herkes karşısındakini suçlar iken, kimse aynaya dönüp kendisine bakmamakta. Dediğim dedik, çaldığım düdük havası sürüp gitmekte.
Bir laf vardır ya, “kabahati gelin etmişler, alıcısı bulunmamış” diye. İnsanın en olumsuz yanlarından biri, kendisine toz kondurmaz tavrıdır. Olumsuz şeylerde vebali mutlaka başkasının boynuna asar. Lakin iyi olan ne varsa mutlaka dahli vardır. Genel kanaat, yaşanan bütün olumsuzlukların sebebi, başkalarının kendisi gibi düşünmemesidir. Oysa görülmesi gereken esas husus, her kesin ve her kesimin aynı şeyleri düşündüğü, aynı değerleri savunduğu, aynı ilkeler üzerine bir gelecek inşasını tasavvur ettiği halde, ortaya çıkan içler acısı durumdur.
Ve sonuç: Müslümanlık olarak hal-i pür melalimiz ortadadır. Yaşadığımız sefalet ve perişanlığımız sanki makûs talihimiz olmuş. İzzetin ve şerefin membaı olan bir dinin, izzet ve şereften yoksun müntesipleriyiz. İhtilaf ve tefrika sarmalında, benmerkezci, duygusuz ve hissiz kitleler olarak her yere savrulmaktayız. Piyasaya da bakarsak, ot biter gibi her yerden ‘bilenler güruhu’ ahkâm kesiyor. Lakin yaklaşık yüz elli yıldır değişen hiçbir şey yok. Değişen bir şey olmadığı gibi, daha da kötüye giden bir hal üzereyiz.
Şurası unutulmamalı ki, ilim iki duyguya yaslanarak hayat bulur. Ya tevazua yaslanır etrafına alçakgönüllülük, merhamet, uhuvvet, samimiyet ışıkları saçar aydınlatır. Ya da kibre ve hasede yaslanarak büyür. Kibre ve hasede yaslanarak büyüyen ilim öncelikle kişinin kendisine, sonra etrafına verdiği zararla telafisi imkânsız sonuçlar doğurur. Bu sonuç insanı, kendi şahsına, kendi nefsine dönmesini, aynaya bakmasını, kendisini tartmasını mümkün kılacak bir zeminin dışına taşır. Kendisine dönemeyen başkalarına söz söyleme salahiyetini yitirir.
Kendine dönüp, ‘neden böyle olduk’ deme cesaretini bile bulamayan zavallı ve masum Müslümanlık! Mensubiyet duyduğu dinin cesaret verici yönünü bile düşünmeye cesareti olmayan lakin sürekli birbiriyle didişmek cesaretin de geri durmayan, duygusuz, hayırsız ve muhteris Müslümanlar. Biz Müslümanlar olarak birbirinizle didişme ve kavga ile bir gelecek inşasını ihtiraslarımıza kurban ederken, bakın görün ki artık karşımızda bütün değerlerini yitirmiş, neslimizin heba olup gittiği bir toplum var. Bu kusur tamamen kendisine Müslümanım diyenlere aittir. Kimse yapılması gerekenleri yapmadan “insanların çoğu…” diye bir söz söylemeye yeltenmesin.
Biz duygusuz ve hayırsız Müslümanlar! Yüklendiğimiz mesuliyetlerimizden kaynaklanan kusurumuzun bedelini dünyada çektiğimiz sefaletle keşke ödeyebilsek de, ruz-i mahşerde ayrıca çekmesek. Ve içimizdeki cesaretli gafiller! Müslümanları ıslaha ve yüceltmeye gücünüz yetmediği, çapınız olmadığı için, yapmanız gereken vazifenizdeki aczinizin, ihtiraslarınızın öcünü Din-i İslam’dan ve Müslümanlardan mı almak istiyorsunuz?
Mesele sıkıntılı ve kökleri çok derin yerde. Öyle görünüyor ki bu husus üzerinde daha çok tartışılacak konuşulacak. Hayra vesile olacak bir çözüm önerisini de bulabilecek ne çapımız müsait ne de böyle bir nimeti hak etmişliğimiz var. Bu meselede samimice gayret gösterecek, birlikteliği mümkün kılacak bilgiyi üretecek, feraset basiret sahibi erdemli Müslümanlara ihtiyaç var.