Müellifimiz Şii kökenli bir Müslüman. İran İslam Devrimi süreçlerine fikri ve fiili katkıda bulunmuş, İmam Humeyni’nin sürgünden zaferle döndüğü uçakta bizzat bulunmuş birisi. O dönemlerde İmam tarafından formülize edilen “velayet-i fakih” siyaset teorisi için mücadele vermiştir.
Bütün bu fikri ve siyasi süreçlerden sonra geldiği siyasi anlayışı şu cümlelerle ifade ediyor: “Müslümanların üzerinde icma ettiği ve asla değişmez olan İslam kanunları alanı ile yönetim, idare ve egemenlik alanının birbirinden ayrılması, sosyal kanunların, hukukun ve toplumun eline teslim edilmesi, demokrasinin sağlanması, yönetim ve yönetim yetkisi gibi siyasal çalışmaların seçimlere tabi tutulması; halka yönetici, yönetim biçimi ve siyasi hayatı tanzim eden anayasa hakkında danışılması yani kısaca toplumun İslami, hükümetin ise ‘seküler’ ve ‘demokratik’ olmasıyla mümkün olabilir.”
Sibel Eraslan Cemaat-Hükümet tartışmalarının başladığı günlerde kaleme aldığı bir yazısında şunları söylüyordu: ”Cemaat/AK Parti çatışması ‘laiklik’ hakkında daha ciddi düşünmeye davet ediyor bizi. Şimdiye kadar süren klasik laik/dindar çatışmasından farklı bir şeyle karşı karşıyayız. Dindarlarla/Dindarlar arasında gerçekleşen siyasi alan ve güç kavgası, yeni bir ‘hakem’ arayışına zorluyor.” (Star Gazetesi) Bu örnekleri Tunus’ta Nahda, Mısır’da İhvan üzerinden çoğaltabiliriz.
Bu örnekler bize İslam Dünyası’nda fiili işgalden daha etkili bir zihinsel işgalle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Müslüman zihin uzun zamanlar boyunca kendi referanslarına dayanarak kendi kavramlarıyla düşünemiyor, fikir ve kurum üretemiyor. Zihinsel işgal fiili işgali derinleştiriyor. O açıdan fiili/ fiziki işgalden kurtulabilmemiz için zihinsel donmayla, zihinsel ataletle ve beraberinde gelen zihinsel işgalle yüzleşmemiz gerekiyor. Burada yeni bir gelişmeye dikkat çekmek gerekiyor: Bu günlere kadar Seküler Batı düşüncesi Garpzede elitler eliyle Müslüman toplumlara taşınıyordu. Bu duruma Müslüman aydınlar, alimler, hareketler direniyordu. Bu gün ise; seküler düşünceler ve kurumlar Müslüman yeni elitler eliyle “İslami Mücadele/Değişim” adı altında Müslüman toplumlara yerleştiriliyor.
İslam Dünyası ve Müslüman halklar maruz kaldıkları sonuçları konuşuyorlar. Neden bu sonuçlara maruz kalıyoruz? sorusunu sormaktan ısrarla kaçıyorlar.
Müslüman zihin tarihte kendi içinden ve dışarıdan gelen birçok travmaya maruz kaldı. Bunlardan en önemlisi ve ilki Muaviye ile başlayan Hilafet’in Saltanata dönüştürülmesidir. Bu süreç sürekli ‘politik iktidar’ lehine bir genişlemeyi beraberinde getirdi. Müslüman zihin ve halk politik iktidar lehine kendi aleyhine bir gerileme yaşadı. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Hiafet’in ilgasıyla sonuçlandı ve yeni bir aşamaya evrildi. Önemli bir harici etki ise, Batı dünyasında neşv-ü nema bulan Aydınlanma Devrimi’dir. Bu devrimle birlikte insanlık çapında büyük bir zihinsel devrim ve beraberinde sosyal, ekonomik, siyasal gelişmeler oldu. Müslümanlar olarak bu güne kadar yaşananlarla ciddi anlamda yüzleşmek ve hesaplaşmak zorundayız. Yaşadığımız/maruz kaldığımız sonuçların sebepleri konusunda gerçekçi mutabakatlara varmadığımız müddetçe bir çıkış yakalamamız zor görünüyor.
Afganistan, Irak, Suriye örnekleri ise bize başka bir yüzleşmeyi ima ediyor: Tarihsel, geleneksel kültür ve birikimle yüzleşmek. İslam Dünyası ve Müslüman akıl Aydınlanma Devrimi’nin iki önemli sonucu olan Sekülerleşme ve Ulusçuluğa gereken cevabı veremedi ve bugün bunların sonuçlarını yaşıyoruz. Geleneksel kültür ve birikim, sağlıklı bir değerlendirilmeye tutulamadığı için olumsuz bir geri dönüşle bu günümüzü bloke ediyor. Mezhep taassubu olarak yaşadığımız bu blokaj, gerekli cevap verilemediği zaman sorunlarımızı içinden çıkılmaz hale dönüştürme riski barındırıyor. Her tarihi, dini, kültürel birikim sağlıklı ilişki kurulamadığında Kerim Kitab’ımızın dikkat çektiği “atalar dini” tehlikesine dönüşebiliyor. Bu gün böyle bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Tarihte oluşan, oluşturduğumuz her birikim bir düşünsel, kültürel, sosyal, ekonomik, siyasal bağlamın ürünüdür. Bu bağlam görmezden gelinerek yapılan bir okuma bizleri yanlışlara düçar edebilmektedir. Sünniliği, Şiiliği, Selefiliği vb. düşünsel, kelami, siyasal fikir ve tutumları aynısıyla bu güne taşımak fıtratla, Sünnetullah’la savaşmak demektir. Bu yaşadıklarımız bir gerçektir/vakıadır; ama gerçeğin Tevhitle/Hakikat’le ilişkisini unuttuğunuz ya da gerçeği Hakikat’in yerine koyduğunuz zaman “hüsrana uğrayanlardan olma” uyarısına muhatap olursunuz.
Bugün yaşadığımız zihinsel teşevvüş iki cephelidir. İki cephede birden yüzleşme ve savaşım vermek zorundayız. Bence önceliği de içerideki teşevvüşe vermek zorundayız. Kendimiz olmadan muhalifimizle baş edemeyiz. İslam dünyası bu güne kadar dışıyla uğraşarak vakit kaybetti. Bünye virüslere müsait hale gelmişse kimi suçlamalıyız? Şeytan ve dostlarının “yaratılış kıssası”ndaki misyonlarını bilen bir zihnin bu hatayı yapması affedilir bir şey değildir. “Muttaki kulların hariç” kelam-ı ilahisini nasıl anlamalıyız?
Genelde İslam dünyasında özelde Türkiye’de yaşanan son olaylar zihinsel işgal yanında toplumsal çözülme gibi bir sorunla da karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Müslüman halklar ve önderleri bu zamana kadar başımıza gelenlerin “İslamsızlıktan” kaynaklandığı tezi üzerinden bir muhalefet dili geliştirmekteydiler. Bu son yaşananlar, Müslüman toplumların devlet ve işgalciler karşısında son sığınağı olan din’in nasıl ellerinden kayıp gittiğini ayan etmektedir. Seküler iktidarları için ilahi, İslami, ahlaki değer ve kavramların nasıl içlerinin boşaltılarak kullanıldığına şahit oluyoruz. Yola çıkarken İslami değerlere yaslanarak halkın masum duygularını istismar edenlerin, son kertede nasıl da seküler amaçları olduğuna, iktidara gelirken İslam’ı referans olarak görmediklerini deklare eden politik hareketin, birlikte çalıştığı ortağına karşı mücadele verirken İslami değerleri ve İslam tarihini nasıl insafsızca ters yüz ettiğine şahit oluyoruz. Yıllardır laik, seküler kesimlerin “dini siyasete alet etmeyin” retoriğini haklı çıkarırcasına nasıl da oyuna geldiklerine, Müslüman halkları aldattıklarına şahit oluyoruz dini/muhafazakar kesimlerin. Bu büyük bir travmadır. Bunun sonuçlarına ileriki günlerde hep birlikte şahit olacağız. Bu travma ne Hilafetin ilgasına ne de 28 Şubat krizine benzeyecektir. İslam’a en büyük ihanet Müslümanlardan gelmektedir. Kavramları bağlamından koparmak ve kötü temsiliyet ihanetlerin en büyüğüdür.
Bu zihinsel işgal ve toplumsal çözülmeyle yüzleşmek zorundayız. Her zaman söylediğimiz gibi İslam kaybetmez, Müslümanlar/Müslüman olduğunu iddia edenler kaybedecektir. Rabbimiz imanının hakkını vermeyenleri şöyle uyarır: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (Maide-54)
İslam’ın nüzul süreci insanları imanın nuruyla nasıl Zulümat’tan Nur’a, Zillet’ten İzzet’e çıkardığını Nebi ve Resullerin hayatları üzerinden bizlere anlatmaktadır. Hayy-u Kayyum olan Rabbimiz bütün alemlerin Rabbidir. Dün o nesilleri nasıl hidayete erdirdiyse bizi de erdirecektir, yeter ki gereği gibi teslim olalım. Kur’anı siret eşliğinde okuduğumuzda ilk gördüğümüz şey “zihinsel inşa”dır. Vahiy 23 yıllık zaman sürecinde Müslüman insanı ve toplumu inşa ediyor. Zihinsel, kişisel inşa tamamlanmadan (Mekke) toplumsal inşaya (Medine) başlamıyor. Kur’an Mekke ve Medine örneği üzerinden nasıl bir zihinsel, kişisel, toplumsal, siyasal, küresel bir inşa süreci takip etmemiz gerektiğini bize talim ettiriyor. Zihinsel, bireysel, toplumsal, siyasal kriz ve bunalımlar yaşayan Mekke toplumundan ilk Kur’an Nesli, sahabe nesli, kabile savaşlarıyla mahv-u perişan olan Yesrib’ den nasıl Medine-i Münevvere çıkarıldığına şahit oluyoruz.
Bizi oyalayan abrakadabracıları kendi hallerine bırakıp İlahi ve Nebevi gündemlerimize ve sorumluluklarımıza yoğunlaşalım.