“İlahi! Kuvvetimin za’fa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak Sana arz ederim. Ey merhametlilerin merhametlisi! Herkesin zayıf görüp de dalına bindiği bîçarelerin Rabbi sensin. İlahî! Huysuz, yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
İlahî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat Senin sıyanetin (esirgeyiciliğin) bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlahî! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına dûçar olmaktan Senin nur-ı vechine sığınırım. O nûra ki, bütün karanlıkları parıl parıl parlatır. O nura ki, dünya ve ahiret işlerinin ıslahı yalnız ona vabestedir. İlahî! Sen razı olasıya kadar, işte affını diliyorum. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir, ya Rabbî!”
Taif’den taşlanarak kovulduğunda Allah Rasulü, âlemlere rahmet Muhammed (sav)’in yaptığı rivayet edilen bu duayı bir yer not ederek başlamak istiyorum sözlerime. Zira biraz sonra bu duada, ‘zamanın ruhu’na ilişkin bazı ipuçları elde etmektir muradım.
***
Rabbimizin tasrihine göre, insanlara ruh hakkında çok az ilim verilmiştir. Yani ruh, bilinemezliğini korumaktadır. Bununla beraber, ‘zamanın ruhu’ denirken kastedilen ‘ruh’ o ruh değildir. ‘Zamanın ruhu’ ile kastedilen, esasında zaman, zemin ve diğer koşullar itibariyle, her toplumun kendi dönemindeki toplumsal atmosferdir. Belli bir zaman diliminde hayatiyetini sürdüren her toplumun kendine has bir iklimi mutlaka vardır. Bu iklimler aylık olmadığı gibi, bir iki yıllık da olamazlar. Belki modern öncesi dönemlerde zamanın ruhu denilen iklimin yaşı daha uzun olabiliyordu; modern sonrası dönemde ise yaş ortalaması biraz kısalmış gibidir. Her ne olursa olsun, böyle bir ‘ruh’un oluşması için en az on yıllar gerekmektedir.
Günümüzde konjonktür, reel-politik, ‘günümüz şartları’, ‘bugünün koşulları’ gibi kelime ve deyimlerle atıf yapılan, aslında ‘zamanın ruhu’ndan başka bir şey değildir.
‘Zamanın ruhu’ diye bir durum vakidir, bu bir gerçektir ama hak olup olmaması ayrı bir bahistir. Hak olması için, meşruiyetini haktan alan, hakkın yanında saf tutmuş, batıla, çelikten bir irade ile karşı duran bir toplumun bulunması gerekir.
Her toplum kendi zamanının ruhunu kendisi oluşturur. Bu, öyle bir yerden hazır alınacak bir nesne değildir. Bir toplumun (ümmet) genel fikir yapısı, topluma yön veren temel değerler ve toplumun asabiyesi neyse, ruhu da o doğrultuda şekillenecektir. Zamanın ruhu kendiliğinden oluşmaz; o, gökten gelen ve adım adım yayılan bulutlar gibi değildir. Toplumsal iklim deniyorsa da, meteorolojik bir iklim değildir. Zamanın ruhu için durup beklemek değil, araç-gereçleri alarak, istenen ruh doğrultuda çalışmak gerekir. Nitekim şu anda, şekvacı olanların sayısının her geçen gün azaldığı bu zamanın ruhu da kendiliğinden oluşmadı, birilerinin çalışıp çabalaması sonucunda oluştu. Her önemli şey için olduğu gibi bunun için de bedeller ödediler, ilgililer. Biz Müslümanlar da kendi zamanımızın ruhunu oluşturmak istiyorsak, büyük bedeller ödemeye hazır olmalıyız.
Mutlak ve mukayyed zaman yed-i kudretinde olanın buyruğu odur ki, hakça bir zamanın ruhu gelir, batılca olan zamanın ruhunu def eder, zaten batıl olan zamanın ruhu, def edilmeye, yok olmaya mahkûmdur. Çünkü batılın hâkimiyeti arızîdir, dönemseldir, kayıtlı ve sınırlıdır. Esas olan haktır, hakkın hâkimiyetidir. İnsanın bütün kâinata oranla varlığı, ancak bir nokta kadardır. Bütün hak-batıl mücadelesi, işte bu noktada cereyan etmektedir. O nokta üzerinde batıl her zaman egemen değildir, hakkın batılı def ettiği dönemler de çoktur. Dolayısıyla batılın egemenliği, o günkü insan üzerinde karamsar bir etki bıraksa da, kalıcı ve kuşatıcı olamaz. Batıl elbet bir gün tarumar olmaya mahkûmdur. Kuşkusuz bu mahkûmiyet otomatik ve cebrî değil, insan iradesi ile doğru orantılıdır. Allah, hiçbir toplumu, o kendisinde olanları değiştirmediği müddetçe değiştirici değildir. (8/Enfal, 53; 13/Ra’d, 11).
Günümüz zamanının ruhunun, esasında yaşı ilerlemiştir. Bu ruhun menfezi batı cenahıdır. Oradan yayılmış, adım adım İslam ülkesini de kuşatmış, ufkumuzu karartmıştır. Bu, eşyanın doğasına uygun, ‘doğal’ bir süreçti çünkü bizim ümmetimiz, Akif’in tespitiyle, kendisi Allah’a ırgat olmak yerine, Allah’ı ırgat edindi. İki eli bir baş içindi ama o ne ellerini kullandı, ne de başını. Bir gün ikliminin tümden değiştiğini fark etti acı acı. Yine de bir şey yapmadı çünkü adeta leş kesilmişti. Ardından, her türlü kötü akıbeti kendisine mal edeceği bir kader anlayışı üretti ve ‘kahpe felek’e kahretti.
Zamanımızın ruhunu özetleyecek olursak, teslimiyet, körlük, bütün tefekkür melekelerinin dumura uğramışlığı, Din’in tam olarak Durkheim amcanın tasarladığı bir kıvamda, sadece ulus değerlerden bir değer olma değersizliğine indirgenmiş olmasıdır. Teknoloji tanrısının maharetiyle, fabrikada üretilmişçesine, endüstriyel, yeni bir nesil geliyor. Yakın gelecekte bu yeni neslin ruh(suzluğ)u damgasını vuracak hayata. Yeni neslin tek tanrısı hazdır, hazza tapmaktadır. Allah, bu yeni neslin ilahı değildir. Toplumların ilahı Allah değil, değişik ilahlardan oluşan bir panteondur; çokça ilahı olan, ‘çoğulcu’ bir toplumdur söz konusu olan.
Bu dönemin bu iğrenç, kokuşmuş ruhuna toplumun adaptasyonunu sağlayan pek çok değer yargıları da üretilmiştir. Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacakmışsın; çıkan neyse, yakışan oymuş. Köyde akla ne gerek varmış, herkes nereye gidiyorsa, sen de oraya gidecekmişsin…
Bu yeni nesille ilgili çok ağrıma giden bir şey daha var: yeni nesillerimizi kadim hakikatlere yaklaştırmak yerine, kadim hakikatleri yeni nesillerin ölçüsüne göre kesip-biçmeyi erdem biliyoruz. Yeni nesillerin kadim hakikatleri anlaması için, onlara o hakikatin dilini öğretmek gerekirken, bize, hakikatin genleriyle oynamamız salık verilmektedir. Kutsal inek yerine koyduğumuz yeni nesiller adına, her şeyi metalaştırıyoruz. Zikrullah bile metalaştıktan sonra, geriye ne kaldı ki. Allah’ı, matik aletlerle anıyoruz. Elçilik müessesesi metalaştırıldı. Tesettürümüz metalaştırıldı ve kâfirlerin on yıllardır (asırlardır demek daha doğru) mücadele verdiği örtümüzü türban yaptık, gavurun taktığı ismi verdik ona ve defilelerde Allah’ın o en yüce emrini, podyumlarda iblise peşkeş çektik.
Genetiği değiştirilmiş neslimiz, zikirmatikle andıklarını sandıkları Allah’a, yaşam tarzlarıyla meydan okuyorlar ama bunun da şuurunda değildirler. “Fe-hum lâ yeş’urûn” buyruğunun hikmeti bu olsa gerektir.
İslamî bir gelenekten gelen toplumlar, İslam’ın bir bütün halinde rafa kaldırıldığı, toplumda sadece kültürel bir motif olarak yer verildiği, modernitenin dinleştiği bir hayat kurmuş bulunmaktalar.
Allah’ı, hayata karışmayacak bir biçimde, hiç kimsenin ulaşamayacağı en yücelere, en ötelere bir yerlere yerleştiren, hayata çoklu ilahlarını karıştıran toplum, Allah’tan değil ama bu çok ilahlı teolojiden memnundur. Oysa Allah, şah damarımızdan daha yakın bize. Hatta insanla kalbi arasındadır Allah.
Allah’ı bu şekilde hayattan dışlamışlık, birtakım seremonilerle, kutlamalarla, kutsalın törenleştirilmesiyle örtbas edilmek istenmektedir. Yani Din’in hayata dönmesi, Din’in yeniden Allah’a tahsisi, Allah’ın, hayatımıza hakiki biçimde müdahil kılınması için küllî bir çaba bulunmamaktadır. Cüz’î olarak tabi ki bu çaba sürmektedir ve inşaallah, Allah’ın bu küçük çabaları bereketlendireceğine, batılın imhası için onları memur kılacağına olan imanımız tamdır.
Zamanımızın ruhu böyle olunca, haramların, fahşa ve münkerin haddi hesabı olmayacaktır. Zaten teker teker bu haramların üzerinde durmanın da bir anlamı yoktur. Asıl büyük hüsran, Allah’ın egemen kılınmaması, Allah’a meydan okuyan bir tağutlaşmaya topyekûn, bütün insanlığın teslim edilmesi niyetidir.
***
Zamanın ruhu denilen toplumsal iklim kendiliğinden oluşmuyor da, ne kadar farklı faktörlere istinad etse de sonuçta insan iradesi onu hasıl ediyorsa, demek ki “şartlar böyle” diyerek zamanın ruhuna teslim olmak, tek kelimeyle zillettir. Şu var ki, bir harpte, düşmanı şaşırtmak veya oyalamak maksadıyla taktik gereği geri çekilmek gibi manevralar misali, İslam cemaatinin, yeri gelip, şartlara sabretmesi, yeri geldiğinde, Hudeybiye antlaşması misali bazı şartlara boyun eğmesi bu zilletten arîdir. Bilakis bu gibi taktikler, zamanın ruhunu oluşturma iradesi gösteren ümmetin yüz akı siyasi tasarruflarıdır.
Müslüman, verili şartlara teslim olamaz. İslam, kulun Allah’a teslimiyetidir; Allah’a teslim olmuş kul, zaman ve zemini Allah’a teslim kılmak için kolları sıvamalıdır.
Maalesef bir kısım ehli kıble, reel-politik durumun kolayca etkisinde kalmakta ve egemen gücü gözünde büyütmekte, merhalecilik, mevzii kazanmak gibi söylemlerle Müslümanların şirk sistemine karşı dirençlerinin kırılmasına sebebiyet vermekte, şevklerinin kırılmasına yol açmaktadır.
İslam tarihi de diyebileceğimiz nübüvvet/risalet tarihi biz müminler için, paha biçilmez örneklerle dolu bir hazinedir. Nübüvvet, tevhidi yani A kalitede bir ‘zamanın ruhu’nu oluşturma iradesidir. Allah nebîler eliyle zamana, mekâna, hayata müdahale etmiştir. Bizim örneklerimiz nebilerimizdir. Nuh Nebî’nin (sav) Rabbine yakarırkenki feveranı, reel-politik durumu param parça ediyordu. Nuh’un gemisi, reel-politiği yarıp çıkıyordu. İbrahim (a.s) tek başına, zamanın ruhuna meydan okumuştu. Nebîlerin sonuncusu Muhammed (sav), sıfırdan bir İslam toplumu kurmadı mı?
Öyle ise şimdi sıra bizdedir.
Biz Müslümanları galiba şöyle bir sanı aldatmaktadır: Bir insan peygamber olmakla, tevhid mücadelesine ait bütün başarılar adeta onun ayaklarının altına -kırmızı halı serilir gibi- serilmektedir! Ayın yarılması, mağara kapısındaki örümcek ağı, mirac gibi rivayetler böyle bir farz edişi beslemektedir. Oysa içimizden biri Allah tarafından elçi seçildiğinde, Allah’ın yardımının o elçi ile birlikte olması ayrı bir husus, elçinin bütün vüs’ati ile davasına kendisini adaması başka bir husustur.
Muhammed (sav) az mı direndi zamanın ruhuna? Karşısında, on değil, yüz de değil, bin yıllardır oluşmuş bir geleneğe sıkı sıkıya bağlı, Allah’a inanan ama atalarını Allah’tan daha çok kutsayan, ilahlarına laf söyletmeyen bir toplum vardı. Bu, kendi toplumuydu. Ataları, amca ve dayıları, halaları, yeğenleri, kabilesi hep orada idi. Onu en fazla himaye eden, en müşfik amcası da şirk töresine bağlıydı. Yani ayağının altına kırmızı halılar döşenmedi.
Toplum görece olarak ekonomik, siyasi, sosyal ve demografik açıdan güçlüydü. Üstelik bu toplum, Muhammed’in, ilk defa duydukları bir Allah mefhumundan bahsettiğini söylemiyorlardı. Onlar Allah’a, Muhammed’den daha çok bağlı oldukları kanaatinde idiler. Cömerttiler, törelere çok bağlıydılar, tevhidin merkez üssü olan Kâbe onların inhisarında idi. Bir Mekkeli nazarında Muhammed (sav) Kâbe’ye, Allah’a, soylu Arap toplumuna, asil Arap geleneklerine meydan okuyor, isyan ediyordu.
Bu şartlar altında yeni bir ‘zamanın ruhu’ oluşturmak nasıl olacaktı? Ama oldu işte. Rasulullah’ın bütün risalet hayatı bunun ilmihalidir. Kusursuz bir mirastır bize onun mücadelesi. Tabi bizler ne zaman Rasulullah’a atfedilen kılları ‘sakal-ı şerif’ kutsaması ile tanrılaştırmaktan kurtulur da, ayakları yere basan, kul-rasûl Muhammed (sav)’i anlamak, kavramak ve örnek edinmek istersek o zaman bu şerefli mücadeleyi kavramamız mümkün olacaktır.
Onun mücadelesinin Mekke dönemi, adeta zamanın ruhunu, efradını cami, ağyarını mani biçimde diktiği/ektiği, mükemmel bir ‘ekim’ mevsimidir. Onun mevsiminde gözyaşı var, keder var, hüzün var, yutkunmak var, acısını içine gömmek var ama şikâyet yok; bezmek yok, yılgınlığın zerresi yok. Medine dönemi ise bu ekinin artık ürün verme dönemidir. Medine döneminin ismi bile, onun zamanın ruhunu oluşturmadaki etkinliğini anlatır: Yesrib’i o Medine yapmıştır.
Meğer ne zor şeymiş, ‘zamanın ruhu’nu tevlid edebilmek… Kırk yaşından sonra, o güne kadar şerefine leke sürdürmemiş bir insanın o günden itibaren, toplumun kelli-felli adamlarından küfürler işitmesi, hakaretler duyması, çevresindekilere yapılan kötülükler, arkadaşlarını başka ülkeye göndermek zorunda kalması, boykota maruz kalması ve en nihayet, bir ışık bulabilir miyim umuduyla Taif ziyareti… Ve umudun taşlaşması…
İçimizden bazıları o gün Mekke’de mukim olsaydı, Muhammed (sav)’e merhale fıkhını mı önerirdi acaba?
***
Ve yazının girişinde yer verdiğimiz Taif duası… Bu dua, hakkı, zamanın ruhuna balyoz gibi indiren bir Nebî’nin dudaklarından dökülmekteydi. Günün koşullarına asla teslim olmamıştı, Taiften kovulmasını asla sorun etmiyordu, kovanlara yalvarmıyordu. Egemenlerin suyuna göre hareket etmiyordu. Lakin kovulduğu, yerilip-sürüldüğü demde bile Rabbine yakarıyordu. Duasının özü şuydu:
“İlahî! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam.”
İşte bir ümmet, kendi zamanının ruhunu ancak bu cümle ile oluşturabilir. Rasulullah Muhammed (sav)’in muvaffakiyetinin bütün sırrı işte bu cümlede mündemiçtir. Bunun dışında bana bir ‘şey’ anlatacak olanlara diyeceğim bir tek cümle var: Bana masal anlatmayın!
Zamanımızın ruhu bizden bir Fatiha beklemektedir… Türkçede mümkün olan bütün anlamlarıyla söylüyorum bunu. Her zaman’ın olduğu gibi, bugünkü zamanın da Fatiha’ya ihtiyacı var. Biz zamanımızı Fatiha ile diriltmeliyiz. Böylece eski zamanın ruhu da def olup gidecektir. Fatiha, kıyamete kadarki bütün zamanları ihya etmeye, İslamlaştırmaya tek başına muktedir bir gücü muhtevidir. Bütün mesele bizde düğümlenmektedir. O düğümleri çözmek işte, bizim küllerimizden yeniden doğuşumuz olacaktır.
NOT: Bu yazı NİDA Dergisinin Mayıs-Haziran 2015 (170.) sayısında yayınlanmıştır.