Yeni bir soluk lazım,
Yeni, nebevî bir ses lazım,
Yeni, peygamberî bir çığlık lazım bu dünyaya.
Bu, çürümeye yüz tutmuş, köhnemek isteyen, tuğyanın harmanı, erdemliliğin sevimsizleştiği dünyaya…
Bu dünyanın, kör, sağır ve dilsin insanının gözlerinin içine baka baka, muhtaç olduğu vahyin en sert dokunuşlarını yüzüne haykırmak lazım.
Necip Fazıl’ın makas kolları gibi bir çift kol lazım.
Bu kolları açacak bir yürek lazım.
Güçlü bir avaz lazım.
Hey, kalabalıklar! Bu gidiş nereye? Başıboş bırakıldığını, böylesine amaçsız, meselesiz, kaygısız, böylesine davasız, tamamen bir hiç uğruna ve bir hiç olarak var olduğunu nasıl düşünebiliyorsun? Yeryüzünde bunca çer-çöp varken, bunca börtü-böcek, bunca sürüngen, bunca canlı-cansız varlık varken, acaba sen neden farklı kılındın?
Senin bir sahibin olmadığını, seni kayıtlayan bir bağ olmadığını nasıl farz edebiliyorsun?
Bunları sormak lazım, bugünün bu ‘hiçci’ insanına.
Bütün bunları yapmak lazım. Rasullerin kutlu yolunun yolcusu olduğuna inanan yürekler yapacak bunu.
Dünyada çıkardan, cebimizi doldurmaktan, hayvanlarda da bulunan süfli arzularımızı tatmin etmekten, yiyip-içmekten, para biriktirmekten, süslenmekten, zevklenmekten, tamamen şuursuzca durmadan kahkaha atmaktan, bedenine ve cinsel organlarına tapmaktan, alış-verişten daha önemli, daha hayırlı işlerin de var olduğunu hatırlatmak lazım.
Cehennem bize bugünlerimizi hatırlatmazdan önce…
Şayet, nebilerin kutlu yolunun yolcuları bunu dert etmezlerse, cahiliye hayatının bütün koyuluğu ile devam edeceğini unutmamak gerekiyor. Yaşadığımız ülkede kocaman bir nüfus barınmaktadır. Fakat bu devasa nüfus, uluslaşmakta, cemiyetleşmekte ama milletleşmemektedir. Hele de ümmetleşmekten hiç hazzetmemektedir. Genç nesillerin önüne konulan, tablet/cep telefonu ve akıllı tahtalardan başka hiçbir kutsal bulunmamaktadır.
Tam bir mankafa nesil üretilmektedir. Yusuf’un kuyusundan daha berbat oluşuna bakın ki, kendi yavrularımızı sadece kendi kardeşleri değil, ebeveynler ve bütün bir toplumun işbirliği ile dipsiz kuyulara atmaktayız.
Bu nesillere Allah’ın yüceliğini, Allah’ın merhametini, Allah’ın gazabını, Allah’ın ilah oluşunu, rab oluşunu ve hüküm koyuculuğunu anlatmıyoruz. Genç nesilleri üç buçuk ahlaksızın, sefihin eline terk etmiş bulunmaktayız.
Bir ‘yeni Türkiye’den dem vurulmaktadır. ‘Yeni Türkiye’nin nesinin yeni ve nasıl bir yeni olduğunu kimse sormamakta, sorgulamamakta, kimse bir açıklama istememektedir.
28 Şubat post-modern darbe sürecine yaslanarak, içinde bulunduğumuz döneme ve gidişata meşruiyet kisvesi giydirilmektedir. 28 Şubat günlerinde Müslümanlar olarak ne kadar zulmedildiğimiz üzerine, Müslüman kardeşlerimiz bile güzellemeler yapmaktadırlar.
Oysa 28 Şubat günlerinde Müslümanlar olarak, Rabbimizin Bakara Suresi, 214. ayetteki uyarısıyla kıyasladığımızda bir ‘fiske’ yemişsek, şu anda -tabi ki bedenimize değil ama- inancımıza, akidemize, en temel ilke ve düsturlarımıza değil fiskeler, ölümcül zehirler zerk edilmektedir. Geçtiğimiz on yollarda bu ölümcül zehirlerle felç olduk, bütün toplum lâl kesildi, kulaklarımızla işitmedik, gözlerimizle görmedik, kalbimizle kavramadık. Ehli sünnetçiliği kimseye kaptırmayan ve bir tek hadis eleştirisinden ‘Peygamber inkârcılığı’ çıkartan kimi edepsizler, Muhammed (a.s)’ın rasul oluşunu kelime-i şehadetten çıkartma teklifleri karşısında dut yemiş bülbül kesilmişlerdi.
Ancak on sene sonra, dimağlarımızı felç eden ‘kötü niyetlilerin’ sadece varlıkları keşfedilebildi ama yine de, asıl sorunun kendisi anlaşılmadı henüz. Bu gidişle, bu kafa yapısıyla, bu zihniyetle, bu fikir yoksunluğu ile anlaşılmasını da kesinlikle beklememek gerekir.
İşte bu tefekkür ve taakkul yoksunluğuna dikkat çekecek bir nebevi soluktur, bizde eksik olan. Bu ölümcül eksiğimizi anlayabilmek için bir on yıl daha mı beklememiz gerekecek? On yıl sonra bu şuura ereceğimizi iddia edebilir miyiz?
Maalesef yüzyıllardır, toplumsal sorunlarımızı deccal ve mehdi/Mesih ikilemi ile okumakla ödevlendirildik, beyinsizce. Deccal adındaki ucube ve tamamen hayal mahsulü yaratığa ait tanımlar, içinde yaşadığımız bunca kâfirliği görmemizi engelledi. Bekliyorduk hep, deccal çıkacaktı ve ona kafir diyecektik! Aslında öyle de demeyecektik, onun alnında yazıyor olacaktı ‘kafir’ diye… Deccalı görünceye kadar, kötüye kötü diyemeyeceğiz…
Mehdi/Mesih hurafesi de bizi, kurtuluşumuzu hep olağanüstü bir masal kahramanına havale etme ahmaklığına hapsetmiş bulunmaktadır. Kitleler, her türlü sorunlarını, kurtarıcılığına havale ettikleri bir ‘beklenen’ lider bulduklarında, ona adeta bir kul-ilah ayarında bağlanmakta, artık hiçbir sorunlarını dert etmemektedirler.
Yani uluhiyeti Allah’tan alıp, kendileri gibi bir kula vermektedirler.
İşte bize, hayalî deccal ve mehdi/Mesih çatışmasının ötesinde, hayal olmayan, gerçek bir hak-batıl mücadelesini anlatacak, hak-batıl mücadelesinin ilkelerini tilavet edecek, nebevî yolun yolcuları gerekmektedir.
Bu nebevi yol yolcuları neden acaba ölüm kendilerini alıp götürünceye kadar ayakları üzerinde sabit kadem durmazlar? Rabbimizin onca uyarısına rağmen neden acaba ökçeleri üzerinde geri dönerler? Bu dünyada en uzun yaşayan da olsak, sonuçta bir gün ya da bir günün yarısı kadar kalacağımızı, bari hiç değilse bu kısacık süre içerisinde Allah’ı razı edecek birkaç iş yapmayı, tevhidin gerçek şahitleri olmayı neden düşünmeyiz?
Biz mü’minlere düşen, işte bu şahitliği sözden eyleme geçirmektir vesselam.