Eskiden mektup yazma alışkanlığımız vardı bizim. Mektup yazmanın ayrıcalıklı bir yeri vardı. Bir çok şair, yazar, düşünür ciltler dolusu mektuplar yazarak düşüncelerinin temelini bu yolla dile getirmişlerdir.
Hatırlar mısınız, film sahnelerine de konu olmuş o sahneyi gözünüzde bir canlandırın. Odanın bir köşesinde masanın üzerinde ve etrafında buruşturulmuş müsveddeler ve bunların tam ortasında masanın bir tarafında bulunan temiz kağıtlardan bir tane daha alıp mektup yazma telaşesinde olan baş kahramanımız.
Mektup yazmak neden bu kadar zordu?
Sahibine eş zamanlı ulaşmayan mektup, insana düşünme fırsatı veriyordu. Tekrar tekrar düşünmek. Olmuyordu, yazdıklarımızda birşeyler eksikti. Üzerini karalayıp devam etmek yakışık almıyor, tekrar temiz bir kağıt alıyor ve tekrar yazıyorduk. Ta ki kendimizi ikna edene kadar.
Eksik olan neydi peki?
Mektubun içeriği her ne olursa olsun mektup denen bu kağıt parçasının bir asaleti vardı. Günlerce, haftalarca belki de aylarca süren bir yolculuğun müvacehesinde sahibine ulaşan bu mektup hürmete layık olmayı hakediyordu. Böylesine uzun bir yolculuğa çıkan bu mektubun içinde yazılanlar da saygıyı ve hürmeti hak etmeliydi. İçeriği sitem de olsa, eleştiri de olsa, öfke de olsa, bunları kaleme alırken, mektubun arzu ettiği şekilde ahlaki bir dil kullanmak mektubun sahibiyle olan iletişimin mukavemetini de o denli artırıyordu.
Mektup örneğinin üzerinde çokça durmamın sebebi, içinde yaşadığımız bu çağda bilgi akışının eş zamanlı olmasından kaynaklanan faciayı izah etmek içindi. Üstelik bu çağı, hayatında mektup görmemiş yeni nesille paylaştığımız için sorumluluğumuz ve farkındalığımız daha bir alevlenmeli. Bu facianın müsebbibi sadece onlar değil, eskinin bereketini çok çabuk unutan bizleriz de aynı zamanda. Bu yeni nesle güzel örnek olması gereken biz ağabeyler de maalesef bu oyuna pek çok defa geliyoruz.
Düşüncelerimizi, duygularımızı, eleştirilerimizi ve dahi öfkelerimizi eş zamanlı paylaşma imkanından yoksun olduğumuz böylesi zamanlarımız vardı. İçinde teneffüs ettiğimiz bu teknolojik çağının olmadığı bir zamanın son şahitleriyiz. Fakat bu iki zamanın sentezini yapmak, ve neleri elimizden aldığına dair bir çıkarımda bulunmak, üzerinde düşündüğümüz bir mesele olmaktan çıktı. Çok hızlı düşünüyor, çok hızlı karar veriyor, çok hızlı yargılıyor ve farkında olmadan çok hızlı kaybediyoruz. Bilgileri eş zamanlı paylaşma olanağı tanıyan bu internet çağının bize oynadığı bu çirkin oyunun ne kadar farkındayız?
İletişimin bu denli kolay olan donanımlarına sahipken neden birbirimizden hızla kopuyoruz? Neden sürekli haklı olduğumuzu düşünüp muhatabımıza birazcık da olsa haklılık payı vermeyi düşünmüyoruz? Neden tahammül edemiyoruz? Neden anlayış gösteremiyoruz? Bunlar üzerinde neden düşünmüyoruz?
Mektup örneğini bu yüzden vermek istedim. Belki birçok örnekten sadece bir tanesidir. Bizi insan kılan unsurları, nimetleri tekrar hatırlayabilirsek düşüncelerimizin hamlığını daha iyi fark eder, olgunlaşmış düşüncelerimize daha iyi bir dilsel zemin hazırlamış oluruz. Fikir doğru da olsa, onu ileten dil ahlaktan yoksun ise o fikrin hiçbir ehemmiyeti olmaz.
Ey biz ağabeyler! Ey biz fikir babaları! Ey biz aydınlar! Duygularımızı, düşüncelerimizi, eleştirilerimizi ve öfkelerimizi dile getirirken bir mektup yazıyor edasıyla tekrar tekrar düşünerek tekrar tekrar üzerinden geçerek ”acaba ahlakıma mugayır bir cümle sarf etmiş olabilir miyim?” hassasiyetini koruyarak anlatmak istediklerimizi bereketlendirirsek, en azından arkamızda güzel bir miras bırakmış olmaz mıyız?
Fikirler eş zamanlı paylaşılarak değil, geç zamanlı paylaşılarak gönle hitap eder. Fikirler kabul olunmasa bile saygı görür.
Hasretle arzuladığımız da bu değil miydi?
Venhar