Hangi Müslümana sorarsak soralım, Müslümanların birlikteliğini ifade eden, zulümatın karşısında en etkili silahın, kuffara diz çöktürecek tek çözümün, ‘vahdet’ olduğunu kabul edecektir. Vahdet, Müslümanların ‘Tevhid akidesini’ toplumsal hakimiyete dönüştürmesinin adıdır. İçtimaî alanda ‘Hakk’ın, batılı’ zail ettiği en ‘üst’ otoritenin (İlahlığın) Allah’a teslim edilmesidir. Bir insanın Tevhid akidesini zatında hakim kılması ne ölçüde zorunlu ise toplumsal hayata hakim kılması da o ölçüde zorunludur. Tabii bu bilinç hali, ancak Allah’ı gereği gibi kavramış, El-Mecîd, El-Vedûd, El-Hamîd, El-Mukaddim ve Mâlikü’l-Mülk olan Allah’ın azâmetini, kudretini iliklerinde hisseden, kalbi O’nun ‘zikriyle huzur’ bulan ‘Muttakilerin’ ulaşacağı bir nimettir.
Peki, şimdi soralım kendimize, bugün ‘vahdet’ yoksa sorun nerde ve kimde?
Tevhid akidesini anlatan kelli felli, burnundan kıl aldırmayan alimlerimiz, farkında mısınız?
Bilinçten mi yoksunuz yoksa Muttaki mi değiliz?
Bunları ifade ederken tamamen ümitsiz bir tablo da çizmek istemiyorum. Elbette bilinçli, muttaki, basireti ve feraseti yerinde alimlerimiz var. Fakat ıskaladığımız öyle bir gerçek var ki, bunu görmemizi engelleyen asıl sebep, mevcut ‘lokal’ çalışmaların ‘tatminliği’ içinde, ‘kuvvaniyetimizin’ (dinamizm) boşa çıkmasıdır. İslam, iman denen öyle güçlü bir değere sahiptir ki, Allah’ın insana yüklediği ‘potansiyeli’ harekete geçiren en güçlü etkendir. Fakat bu kuvvaniyet, doğru yerde tezahür ederse anlamı olacak, kuvveden fiile çıkarak gereğini yerine getirecektir. Bahsetmiş olduğum bu ‘tatminlik hali’ ve tabii neticesi ‘kuvvaniyetin boşa çıkma’ durumu, toplumsal noktada ulvî hedefimiz olan ‘ilay-ı kelimetullah’a’ ulaşmamızı engelliyor.
Hatta bugün en önemli birincil engeldir!
Toplumsal anlamda Allah’ın rızası ise ancak İlay-ı Kelimetullahla gerçekleşir. Bu ise hepimizin bildiği üzere ‘vahdetsiz’ la-mümkündür!
Öyleyse müminlerin güçten yoksun oldukları bu günlerinde kendilerine gücü sağlayacak olan olmazsa olmaz şart ‘vahdeti’, her engele rağmen gündemlerine almaları zaruridir (Enfal 46). Hayati öneme haiz bir görevdir! ‘Tevhidi çalışmaların’ birincil maddesi vahdetin teşekkülüne yönelik olmalı ve günümüz şartlarında her harekete, eyleme rengini verecek asıl ‘saik’ mesabesine çıkarılmalıdır!
Tabii her iddia, içinde riskleri beraberinde getirir. Ama unutmayalım, İslam akidesinde bu riskler ‘imtihan’ kavramıyla açıklanır. Kimin kazandığını kimin kaybettiğini ve cenneti hak edeni ortaya çıkaran sınanma mahallidir. Vahdet, şu an bizim içtimaî alanda en önemli imtihanımızdır. Risklerle dolu olsa da üstesinden gelinmeyi bekleyen hayati bir meseledir. Fakat bunun üstesinden gelmek fikri, ameli, ahlaki donanımı gerekli kılacağından Muttaki şahsiyetleri gerekli kılmaktadır (Muhammed 31). Eğer halen vahdet yönünde adımlar atamamışsak veya atamıyorsak sorunu takvamızda aramalı ve aklımızı başımıza alarak imtihanın neresindeyiz düşünmeliyiz.
Müminlerin uzak ve yakın tarihlerinde ‘vahdet’ çalışmaları olmuştur ama sonuçsuz kalmıştır. Bunların akamete uğramış olması acı gerçekler olmakla birlikte asıl hedefi gölgeleyecek bir gerekçeyi hiçbir zaman oluşturmaz / oluşturamaz. Bu akametlerin sebebi her ne olursa olsun aslen insanın kendisidir. Zaaflarıdır. Dışarıdan veya içeriden, bilinçli veya bilinçsiz müdahaleler, hatalar insanın işi olması hasebiyle İmtihan bağlamında kabul edilmeli ve Allah’ın işinin önüne geçirilmemelidir. Aksi, Şeytan ve dostlarına pabuç bırakmak olur. Şeytan’a, hak yolun üzerine oturma müsaadesini veren Allah’ın, müminleri imtihan etmeden mükafatlandıracağını düşünüyorsak aldanırız (Ankebut 2).
Bu akametler sonrası oluşan kavgalar, dargınlıklar ve sonrasındaki parçalanmalar, bunun üzerine doğan ümitsizlikler Şeytan ve dostlarını sevindirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Düşünelim, bugünkü parçalı halimiz Allah’ın istediği midir yoksa Seytan’ın istediği mi? Eğer Şeytan muhlisler, müminler üzerinde hakimiyetini kuramıyacaksa (Hicr 42) aklımızı başımıza alıp düşünmemiz gerekmez mi?
Zuhruf 37 “Hiç şüphesiz o (şeytanlar), onları yoldan alıkoyar, onlarsa doğru yolda olduklarını sanırlar.”
Bu sebeble, vahdet çalışmaları var olmaya devam etmeli hatta üstlenilmesi mecburî bir ödevdir. Bizler şunu hafızalarımıza iyice kazımalıyız. Vahdeti engelleyecek hiçbir gerekçe kabul edilemez. Çünkü vahdet olmazsa ‘ilây-ı kelimetullah’ mümkün olmaz. Bu olmazsa yaratılış gayemizin içtimaî boyutu gerçekleşmez. Sonra ‘cihad’dan beri kalmayı hangi mümin göze alabilir. Madem Cihad, insan ile İslam arasındaki ‘engeli’ kaldırmaksa vahdetin oluşmasında engel de bizzat kendimizsek ukbâyı alâda halimiz nice olur?
Bakalım rabbimiz bu noktada bize nasıl bir uyarıda bulunuyor.
Al-i İmran 105 “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”
Bugün müminlerin arasındaki husumet derin olabilir olmasına ama muttakileri umutsuzluğa gark edemez/etmemeli. Muttakiler bilir ki, bu uçurumları kavuşturacak olan Er-Rahmandır. Nasıl ki, Evs ve Hazrec arasındaki kavuşması mümkün gözükmeyen uçurumları ki, bunlar kanlı bıçaklı hasımlardı kavuşturdu ve kardeş kıldıysa bizi de kardeş yapacak O’dur. Çünkü kalpler nihayetinde O’nun elindedir (Enfal 63). Yeter ki, bizler Rabbimize doğru adımlarla varalım, O’nun tabiatımıza yerleştirdiği Sünnete uygun davranalım. Allah’ın ‘nasrı’ bizim çabamıza bağlıdır. Biz gerekeni yaptıktan sonra ‘gücümüzü aşan’ noktada Allah’ın yardımı gelecektir.
Evs ve Hazrec İlay-ı kelimetullah’ı iyi kavramış ve bu hedefin önüne hiçbir engel koymamışlardı. Biliyoruz ki, bu iki hasım, İslam kardeşliğinden sonra da husumetler yaşadılar. Velakin bu husus topluca Allah’ın ipine sarılmalarına (Al-i İmran 103) engel teşkil etmedi. Küfre karşı birlikte savaştılar.
Eğer çözüm vahdetse bu uğurda benliğimizi hatta bizliğimizi (gurubumuzu) bir kenara koymasını bilmeli ve aramızdaki ihtilaflara rağmen vahdet çalışmalarına devam etmeliyiz. Bozulan her çalışma, bize, hedefe ulaşana değin durmaması gereken bir sonraki deneme için dersler öğretmelidir. Boşa çıktığını zannettiğimiz emeğimiz, kırıldığını zannettiğimiz gururumuz bu ulvî yolda ancak bize sevap olarak geri dönmeyecek mi? Allah yolunda atılan her adım bize fazlasıyla geri verilecektir. Bu ne müthiş bir kuvvâniyettir. Bu bilince sahip olmak bir müminin kemâliyetine işaret değil midir?
Peki bu kayıplar kayıp mıdır yoksa vahdet yolunda dikkat edilmesi gereken hususların tesbiti midir. İslam’ın toplumsallaşması öyle basit olabilir mi? Gereği kadar mücadele ve zorluklara sabrın karşılığı olarak Rabbimiz bir toplumun halini değiştireceğine söz vermiyor mu? Bu toplum, mümin iddiasında bulunan bizler neden olmayalım? Yoksa bizimkisi sadece bir iddia mıdır?
“Thomas Edison ampulü icat edene kadar binlerce başarısız deneme yapmıştı. “Yaşadığınız bu kadar başarısızlık size neler hissettirdi?” diye sorulduğunda Edison, “Ben başarısız olmadım ki sadece ampulün işlemeyen on bin çeşidini buldum.” demişti.
İşte Allah ‘say’ edene vereceğini söylerken Sünnetini, kim işletirse onu kast ettiğinin delilidir Edison’un bu hikayesi. Allah bize torpil geçmeyecek. Biz de vahdet yolculuğunda ‘biz başarısız olmadık ki, sadece vahdetin nasıl olamayacağını ve bu süreçte nelere dikkat edileceğini öğrendik’ diyecek bilince erişince ancak Rabbimiz bizim halimizi değiştirecek ve istediğimizi verecek.
“Bir konuda başarısız olmak en iyi öğreticidir. Başarısız her deneme, başarıya giden yolun en iyi rehberidir. Bu anlamda hatalar bir merdiven işlevi görür. Yaptığımız hataların üzerine basarak bir üst seviyeye çıkarız.” (Temel Aksoy)
Gelin müminler, ancak toplu halde çalışmanın bizi hedefimize ulaştıracağına inanalım. Rabbimizin ‘nasrını’ ancak bu minvalde hak edeceğimizi anlayalım. Artık birlikte çalışmayı öğrenmemiz gerekir. Hem de kavga ede ede. Yeter ki, bu kavgaları hayra çevirmesini bilelim. Bilelim ki, asıl hedefimizin önünde engel teşkil edecek bir saik olmaktan çıkarak, önemini yitirsin ve yıkıcı gücünü kaybetsin de Şeytanın uğrak alanı olmaktan çıksın.
Hem hangi kaide bize ihtilafsız bir birliktelik kurulması gerektiğini söylüyor. İrade sahibi insanın ihtilafsız bir birlikteliği kurabilmesi tabiatına terstir. Müminler için ise bu, temel sabiteler haricinde kabul edilmesi gereken bir hakikattir. Mesele, ilk önce tali konularda ihtilaf olabileceğini kabullenmek sonrasında ise nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini öğrenmekle çözülür. Bakalım Rabbimiz ihtilafa düşüldüğünde nasıl bir yol izlememizi söylüyor. Alttaki ayetin bağlamı Müslümanlar olmayabilir ama mesajı, ihtilafın olduğu her bağlam için geçerli genel bir gerçekliktir. Allah-u alem’ sözü zaten bu mesajı içermiyor mu?
“Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeye gelince, artık O’nun hükmü Allah’ındır. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnızca O’na dönüp yönelirim.” (Şura/10)
Müminler aralarındaki tali ihtilafların -eğer kanaatlerine samimiyetle vardılar ise- hükmünü Allah’a tevdi etmeleri takvaya en uygun davranış olmalıdır. Çünkü muttakiliğin en belirgin özelliğidir Allah’a tevekkül edip O’na sığınmak. Bu yol, husumetlerin şiddetini azaltan hatta ‘af’ kapısını açabilecek bir özelliği barındırmıyor mu? Kavga, hata veya günah işleme imkanını göz ardı eden kişiler ya insanı tanımamış dolayısıyla imtihan bilincini de kavrayamamıştır ya da kendini mükemmel, müstağni zannediyordur.
Rabbimiz bize dersler içeren ne güzel dualar öğretiyor. Bakalım Rabbimiz ne buyuruyor.
“Onların sözleri şöyle demekten ibaret oldu: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki haddi aşmalarımızı bağışla. Ayaklarımızı sabit kıl (kaydırma). Kafirler(den oluşan şu) kavme karşı bize yardım et!” (3/ Al-i İmran, 147).
Demek ki, günahlarımız olacak, bazen haddi bile aşacak durumlara gelebileceğiz ama söz konusu kafirlere karşı mücadele olunca ayaklarımızı sabit kılması ve birlikteliğimizi koruması için rabbimize fiili adımlar atarak dua edeceğiz ki rabbimizin yardımına mazhar olalım. Nitekim sonraki ayet bu duanın kabul olduğunu beyan ediyor.
Al-i İmran 148 “Allah da onlara dünya nimetini ve (daha da önemlisi,) ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah, iyi davrananları sever.”
Hedefimiz müminlerin birlikte çalışmasını sağlamak olmalıdır. Yoksa gücümüz olmayacaktır (Enfal 46). Bu hem rabbimizin ayeti olmakla birlikte halimiz de zaten bunun şahididir. Birlikte yapılacak olan faaliyetler daha etkili olacak ve birlikte çalışmayı öğretecek yeni tecrübeleri beraberinde getirecektir. Vahdet çağrısı gündemden kesinlikle düşmemeli. Buna destek olacak faaliyetleri sürekli tekrar tekrar denemeliyiz. Allah’ın yardımı parçalı çalışmalara değil birlikte inananların istişaresi sonucunda ortaya çıkıyor.
Gelin Bedir’e birlikte çıkalım ki rabbim nice göremediğimiz askerleriyle bizi zafere ulaştırsın. Uhud’da yapacağımız hata, bizi Hendek muharebesine çıkmaya engel teşkil etmesin. Tabii bu noktada resulün sünnetini anlayacak basirete sahip olmalıyız. Eğer Allah resulü yumuşak davranmasaydı (Araf 199) hangi ‘birlik(telik)le’ hendekleri kazıp müşrikleri mağlup edecektik. Nitekim rabbimiz Saf suresi 4. Ayetinde şöyle buyuruyor.
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”
Demek ki, ulvi hedefe ulaşmak vahdetimize engel olacak kişisel ve içtimai, dahili ve harici tüm engelleri kaldırmakla mümkün olacak. Eğer Allah’ın yardımını ‘hak’ etmek istiyorsak bu engellerin üzerine yoğunlaşıp sorunun kaynağını kurutmak gerekiyor. Unutmayalım, rabbimizin Sünnetinde bir değişiklik bekleyemeyiz. Rabbimiz vaadinden dönmez. Bize ayrıcalıklı davranacağını zannediyorsak yanılırız. Başımıza gelen musibetler kendi ellerimizle kazandıklarımızdan dolayıdır. Kendi ellerimizle sebebiyet verdiğimiz acılar için yine kendi ellerimizle dizimizi dövmemiz, ahlar vahlar çekmemiz ancak bir acziyetin ifadesidir. İşaret parmağımız ‘vahdet’ için yükselmediği ve bunu bizzat hayata dökmediğimiz müddetçe daha çok diz döğer, ahlar vahlar çekeriz.
Son olarak şunu söylemek isterim.
Vahdet için çalışmadığımız her gün ziyandayız…
Güzel bir yazı kaleme almışınız Ahmet bey, vahdetle görüşmek dileğiyle
Allah’a ve Peygamberine itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve kuvvetiniz kalmaz ve sabredin, şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. Enfal 46