Cumhuriyet, Osmanlının zafiyetleri üzerine kurulmuştur:
Birinci dünya savaşı sonunda Osmanlı’nın hızla çöküşü ve yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, İmparatorluktan önemli farklılıklar göstermesi, bu iki devletin birbiri ile olan bağlarının çok zayıf olduğu kanısı ortaya atılmış ve yaygın hale getirilmiştir.
Cumhuriyetin İmparatorluktan farklı olduğunu kabul etmekle birlikte Cumhuriyetin, tarihi bir boşluk içinde doğmadığını kabul etmemiz gerekmektedir. Bu ulusal hareketin köklerini, yeni bir rejimin kurulmasına yol açan gelişmeleri ve sebeplerini Osmanlı devlet idaresi ve toplumunda aramak gerçek bir zorunluluktur.
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde üç fikir akımı olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük’ ün birbirleri ile çatışma halinde olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Osmanlıcılık ile geleceğin Türkçüleri arasındaki çatışma genç Türklerin örgütlenmeleri ile başlamıştır. Osmanlıcılar:
“Devletin kurtuluşunu Osmanlı camiası içindeki Milletlere muhtariyetler vermeye bağlıyorlar, aralarında bazıları Kurtuluş’ta Avrupa’nın da yardımına müracaat edilmesi gerektiğini savunuyorlardı Osmanlıların önderliğini mali imkânları geniş olan Prens Sebahattin yapıyordu geleceğin türküleri diye adlandırdığımız milliyetçiler ise merkezileşmenin veya Otoritenin tek elde toplanmasının taraftarıydılar. Avrupa’nın yardımına müracaat edilmesinin uygun görmüyorlardı. Osmanlılar ve Milliyetçiler arasındaki ilk ayrılma 4 Şubat 1902 tarihinde meydana geldi. Bu tarihte Paris’te yapılan genç Türkler toplantısında Prens Sabahattin’in tezi ile milliyetçilerin tezleri çarpıştı ve milliyetçi tezi savunanlar çoğunluk sağladılar. 2. meşrutiyete kadar görünüşte birlik muhafaza edilmişse de Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte köklü iç çatışma yüzeye çıkmış ve genç Türkler hareketi, İttihat ve Terakki ve Hürriyet ve itilaf adında iki siyasi fırkaya ayrılmış, bunlardan birincisi milliyetçi tezi İkincisi ise osmanlıcı tezini savunmuştur.”[1]
Birinci Dünya Savaşı sonuna gelindiğinde Osmanlılık milletini benimseyen milletler bir biri ardına İmparatorluktan ayrılmışlar, geri kalanların büyük bir çoğunluğu Türklerden müteşekkil bir Anadolu kalmıştır. Bu beklenen bir sonuçtu ve üzerinde çalışılması gereken yer de tam burasıydı. Türkçülüğün bir siyaset olarak benimsenmesi gerektiğini ilk olarak 1904 yılında Yusuf Akcuraoğlu ileri sürmüştür.
Fransız ihtilali ile Avrupa’ya yayılan milli devlet anlayışının 20.yy.’da tüm dünyaya sirayet ettiğini gördüğümüz gibi artık günümüzün de vazgeçilmez bir devlet tipi olarak karşımızda olduğunu görmekteyiz. Sık sık kullandığımız ‘milletlerarası’ veya ‘birleşmiş milletler’ gibi terimlerde millet ile devleti eş anlamlı anlamamız mümkündür. Konumuzun anlaşılmasına vesile olması bakımından millet, devlet ve milliyetçiliğe kısaca göz atmamızda fayda olacaktır.
MİLLET: Millet kelimesini tarif etmek için insanlar faklı görüşler ortaya koymuşlardır. Kimine göre Din birliği, kimine göre dil birliği, kimine göre ırk birliği kimine göre de toprak birliği gibi mefhumlarda birliktelik sağlayanlar bir millettirler demişler. Fakat ilk ortaya atılan görüşler böyle olsa da günümüz de aynı dili konuşan birçok ülkeler bir millet olamadığı gibi aynı dine mensup olanlarda bir millet değildirler. Mesela Araplar ile Türkler aynı dine mensup olmalarına rağmen bir millet değildirler. İspanya ile Güney Amerika aynı dili konuşmalarına ve aynı dine mensup olmalarına rağmen bir millet değildirler. Fransız Tarihçi Ernest Renan’a göre “millet bir ruh bir manevi prensiptir. Gerçekte bir bütün teşkil eden iki şey bu ruhu ve bu manevi prensibi meydana getirirler. Bunlardan birisi mazide, diğeri haldedir. Birincisi bir mazinin hatıralarına ortaklıktır. İkincisi karşılıklı muvafakat, birlikte yaşamak arzusu ve maziden intikal etmiş olan mirası değerlendirmek iradesidir.”[2]
DEVLET: Devlet, iki temel unsur üzerine bina edilmiştir. Sınırları belli bir alanın varlığı ve bu alanın kudret ve otoritesi bir mercide veya tek elde bulunmasıdır. Bu iki unsurun bir araya gelmesi ve diğer devletlerinde tanıması ile ortaya çıkan yeni devletin siyasi yapısı artık kendi iç dinamikleri ile ilgili bir durumdur. Bu iç dinamikler genel olarak millet adına siyasi otoritenin belirlediği ideolojik kavram üzerinde yükselmektedir. Milli devletlerde halka rağmen halk için mantığı bir kural olarak benimsenmiş ve milli devletin temelini oluşturan milliyetçilik kavramı üzerinde oldukça durulmuştur.
Bir milletin siyasi örgütü olan milli devlet kurma süresinde itici kuvvet olan milliyetçiliğe de kısaca değinmemiz gerekmektedir.
MİLLİYETÇİLİK: Milliyetçilik, kendilerini aynı milletin bir ferdi sayan herkesin bir arada belli sınırlar içerisinde bağımsız olarak yaşamak, içeriden ve dışarıdan gelecek tehlikelere karşı birlik olmak ve kendi toplumlarını yüceltme isteğidir. Bu düşünce tarihin derinliklerinden beri gelmektedir. Çoğunlukla bir milletin baskı altında tutulması veya ani bir tehlike karşısında bir araya gelme duygusu her insanın içine yerleştirilmiş olağan bir duygudur. Fransız ihtilali sonrası daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan milliyetçilik akımı, hızlı ve etkili bir şekilde tüm Avrupa’ya yayılmış, baskı altında yaşayan orta sınıf devleti elinde bulunduran elit sınıfa başkaldırarak devlete ortak olma iddiasında bulunmuştur. Yıllar süren çatışmalar sonucu, hanedanları kudretin temeli olarak kabul eden çok milletli İmparatorluklar sistemi yıkılmış, yerini milli devletlere bırakmıştır.
Milliyetçiler devlet kurup iktidar olunca milli hislerin kuvvetlendirilmesi için birçok faaliyetlerde bulunmuşlardır. Milli devletlerin genel karakteri vatandaşlarından sonsuz sadakat, sonsuz fedakarlık ve sonsuz itaat ister. Milli devletlerde en üstün varlık millettir. Devlet, Milletin, milli devlete sadakat ve bağımlılığını göstermesi için diğer sadakat kurumlarını (din,hilafet, saltanat vb.) ortadan kaldırmalı, vatandaşlarının gönüllerinde milli devletten ileri hiçbir şey barındırmamalıdır. Mili devletlerin temel düşüncesi siyasi birliği sağlamak, kendisine rakip olacak kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmak, eğitimin milli devletin tekeline ve denetimine dahil etmek, halkı siyasi ve milli hayatın bir parçası haline getirmek için daha çok okur-yazar sayısını artırmakla birlikte haberleşme, basın yayın[3] ve ulaşım imkanlarını da arttırmaktır.
“Milli devletlerin içeride siyasi iç bütünlüğü sağlamak için dışarıyı sevmeme ve devamlı dışarıda bir dış mesele yaratma eğiliminde olduğunu da görüyoruz.[4]
Cumhuriyet Osmanlının zafiyeti üzerine kurulmuştur demiştik. Osmanlının ilk yıllarında “Türk kimliği” üzerine siyaset yaptığının izlerine rastlasak da bunun İslam ve Hanedan kurumlarından ayrı bir düşünce olduğunu söyleyemeyiz. Daha sonraları hanedan üzerine vurgu yapılmış, On dokuzuncu asra gelene kadar Türk kelimesine ancak edebiyatta biraz olsun yer verilmiştir. Türk kelimesini genelde Avrupalılar kullanmış, Osmanlılar daha çok Osmanlı İmparatorluğu, Padişahın ülkesi, İslam ülkesi gibi terimleri tercih etmişlerdir.
İmparatorlukta Osmanlı denilince “saray ve çevresindekiler, diğer illerde ki devlet memurları ve bir dereceye kadar İstanbul halkı Osmanlı diye adlandırılırdı. Osmanlı ismi devletin ve milletin adıydı ve böyle bir millet yoktu. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, Taht-ı Ali Baht-ı Osmani… terimleri hanedan ve devletle ilgilidir. Millet ise tebaa-i şahanedir.”[5]
Daha evvel reaya olan, tanzimatla birlikte tebaa olarak adlandırılan halk ağır, vergiler altında oldukça zorlanıyor, buna karşılık devletten istediği desteği bulamıyor bu ise isyanları beraberinde getiriyordu.[6]
Osmanlıda toplum iki sınıfa ayrılmış, askeri, siyasi, ulema sınıfı ve saray erkanı birinci sınıfı teşkil ederken; buğday ambarı diye niteledikleri Anadolu halkını çiftçilik yapıp vergi vermek ve devlete asker sağlamaktan başka görevi olmayan reaya (halk) ikinci sınıfı teşkil ediyordu. Bu minvalde geniş çaplı bir sınıf ayrılığına örnek olarak ve reaya ile devlet arasında ki derin ayrılığın psikolojisini anlamamız için yine Osmanlı döneminde Ankara halkının meseleye bakış açısı bize birçok şeyler ifade etmektedir. Mesela Ankara halkı, devlet memurlarına ve Ankaralı olmayan görevlilere Osmanlı dediklerini; kendilerini ise Ankaralı olarak adlandırdıklarını söyleyebiliriz.[7]
Anadolu’yu fethedip bu topraklara yerleşmesinden sonra Avrupalılar Türklerin yaşadığı bu bölgeyi genelde Türkiye diye adlandırmışlardır. Türkler ise Türkiye adını 1923 yılına kadar resmen kabul etmemişlerdir. İmparatorluk gereğince kendilerini Osmanlı diye adlandırmışlardır. “Osmanlı’da Türk kelimesi genelde iki şekilde kullanılmıştır: Birincisi etnik anlamda Türkmen aşiretlerinden bahsederken, ikincisi de küçümseyici bir deyim olarak. Örneğin Paris’e Osmanlı elçisi olarak giden Halet Efendi kendisinin Türk (kaba ve köylü) olmadığını kısa zamanda göstermekten kıvanç duyduğunu belirtmiştir.
[1] Dr. İlter Turan,Cumhuriyet Tarihimiz, yönet matbaası, 1969 İst. 23-24
[2] Dr.İlter Turan, Cumhuriyet Tarihimiz, yönet matbaası, 1969 İst. S. 10
[3][3] Basın yayın Milli devletlerin tamlanmasında ve yeni düşüncelerin gelişip filizlenmesinde oldukça etkili bir mekanizmadır. Nitekim konumuza destek olması bakımından Hilafetin ilgası hususunda basının ne kadar işlerlik gördüğünü burada paylaşmak yerinde olur ümidindeyim.
“17 Ocak 1923’de Ankara’nın İstanbul temsilcisi Hamit Bey’den bir haber geldi: İstanbul’un altı gazetecisi Gazi tarafından İzmit’e çağrılmıştı belli başlı gazetecilerden Çağrılmayan yalnız tasviri Efkar başyazarı Velit Bey’di Pendik iskelesinde buluşacak ve küçük bir vapurla yola çıkacaktık İzmit’teki münakaşa konusu ne olacaktı bunu hepimiz merak ediyorduk. Benim hatırıma Halk Partisi’nin kuruluşu etrafında yükselen itirazlar geliyordu. Gazi belki de bunları cevaplandırmak yarın hesabına tutacağı yolu belirtmek istiyordu izmit’te sevimli mutasarrıf sonraki İstanbul polis müdürü Sadettin Bey bizi karşıladı. Doğruca Sultan Aziz’in İzmit’e seyahati sırasında yapılan saraya gittik. Orada karşılaştığımız her şey mühim hadiselerin arifesinde olduğumuzu belirtiyordu. Büyük salonun bir tarafında bir kürsü vardı. Önünde Büyük Millet Meclisi zabıt katiplerinden bir grup not almak üzere sıralanmıştı. Dr. Adnan Bey ile Halide hanımın toplantıda bulunmak üzere Ankara’dan gelmiş olmaları da olağanüstü bir şeyler cereyan etmek üzere olduğu hakkındaki kanaatimizi kuvvetlendiriyordu. Akşama doğru Gazi salona girdi, kürsüye geçti, Halide hanımla Dr. Adnan Bey yan tarafta biz gazeteciler ise karşısında yer aldık. Gazi çok sevdiği annesini tam o günlerde kaybetmiştir. Çünkü üzgün görünüyordu yol yorgunu olduğu da göze çarpıyordu. Konuşma şu sözlerle başladı. ‘Size bir soru soracağım. Her birinizin cevabını ayrı ayrı anlamak istiyorum. Hilafetin istikbali hakkında ne düşünüyorsunuz?’ sıra ile suale cevap verdik hepimizin söyledikleri, İstanbul’un bütün İslam aleminin Merkez olacak, Hilafet şehri haline alması, burada aydın bir ruh taşıyan dini müesseseler kurulması, İslam memleketlerinden binlerce öğrenci ve ziyaretçi gelmesinin sağlanması, tarzında noktalar üzerinde duruyordu. Gazi bizi sabırla dinliyordu. Cevaplarımız yarım saat kadar zaman almıştı. Sözlerimiz bittikten sonra Gazi’nin ağzından şu sözleri işittik:
“ İsmet Paşa’ya bu bahsi açtığım zaman o da sizin söylediğiniz tarzda bir şeyler söyledi. Fakat hepiniz aldanıyorsunuz. Hilafetin mutlaka kökünden ilga edilmesi lazımdır” O salona birdenbire yıldırım düşmüş gibi bir his duyduk hilafetin ilgası gibi bir fikrin herhangi bir kimsenin hatırının kenarından geçebileceğini düşünmek bile kudretimizin dışında bir şeydi. Bunun dokunulmaz lüzumlu icrasının imkansız bir şey olduğu fikri eskiden beri zihinlerimizde yerleşmiş bulunuyordu. Bir Katolik topluluğuna Papa’nın icrasından bahsedilse ne gibi tepki uyanabilirse biz de o yolda bir tepkinin etkisi altındaydık, şaşırmış kalmıştık. Mustafa Kemal Paşa dedi ki:
“Sözlerimin sizde tereddütler itirazlar yarattığını görüyorum. Hiç sıkılmayın içinizi bana serbestçe dökün işin her safhasını beraberce aydınlatalım bu düşünceyi candan benimsemenizi ve inanarak yazacağınız yazılarla bu ıslahat hamlesinin zeminini hazırlamak üzere bana Yardımcı olmanızı istiyorum” dedi . Birer birer itirazlarımızı söyledik. Gazi hepimize uzun inandırıcı cevaplar verdi. Bu arada ben de dedim ki: “ Bu memlekette bir mutaassıp hoca grubu var. Halk aydın din adamlarının değil, taassup erbabının tesiri altındadır. Bunlar Elbette ıslahata karşı koyacaklardır. Halkıda peşlerinden sürükleyeceklerdir. Bu tehlikeye karşı tedbiriniz nedir?”
Gazi’nin cevabı şu oldu: Bahsettiğiniz cahil ve mutaassıp gurup aslında hesaplı nüfus ve menfaat simsarlarıdır. Hükümete başvururlar Derler ki: ‘ Halk bizim arkamızdadır, bizim istediğimizi yapmazsanız işiniz kötü olur’ halka karşı da şöyle bir lisanı kullanırlar: Hükümet bizim avucumuzun içindedir. Bizim her sözümüze uymazsanız bizim himayemize sığmazsınız perişan bir hale düşersiniz. Biz bu hilekar nüfus simsarlarına hiç kulak asmazsak ve hükümetin hiçbir suretle kendilerine değer vermediğini belirtirsek, bunlar hiç halinde inerler.” Atatürk’ün cevabı güzeldi iç açıcı idi…
Gazinin o gün arkadaşların hepsine verdiği güzel cevapları merakla heyecanla dinledim. Bu müstesna dimağın berraklığına derinliğine intizamı süratli davranışlarına cesaretine hayran kaldım. Sosyolojideki ölçülerle rehberlik uzağı erkesten evvel ve herkesten iyi görmek, herkesten ziyade cesaret göstermek ve umumun imkansız sandığı bir şeyin yapabileceğini hakkında nefse güvenmek mânâsına gelir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu anlamda tam bir rehber olduğunu Anadolu mücadelesinde imkansızlıkları imkana çevirmesi geniş ölçüde ispat etmiş olduğu gibi İzmit’teki tarihi konuşmalarda bir kere daha meydana koymuştur. Akşamın konuşması gece saat üç buçuğa kadar devam etti. Geniş bir salonda hep bir arada yapılan yataklarımıza yorgun bir halde uzandık fakat ilk şahitleri olduğumuz tarih inkılap hazırlığı o kadar mühimdir ki uzun zaman gözlerimizi kapayamadık. Münakaşa devam etti. Bunlar belli ediyordu ki Mustafakemalpaşa hedefine varmıştır, hepimizin sebeplerini gidermiş konunun manasını kavramamızı ve büyük tarihi İnkılabı benimsenmesi sağlamıştır.
İzmit’te bulunan gazetecilerin hepsi oradan döner dönmez hilafetin ilgasnıı umumi efkarı hazırlamaya koyuldular. Gazi Mustafa Kemal Paşa da mecliste Seyit Bey gibi İslam hukukunu iyi bilenleri vazifeye çağırmış aynı konu etrafında yapılanlar yapılmasını konferanslar verilmesini sağlamıştır. Böylece tarihin en muazzam inkilaplarından biri olan hiçbir zor kullanılmadan tamamıyla ikna kuvveti ile yürütüldü. “Halife Olmazsa cuma namazı kılınmaz” yolundaki iddialar böyle bir meseleyi münakaşa konusu yapmaktan çekinenlerin hepsi ; hakikat bu kadar sade ve aşikarmışda biz nasıl bunu görememişiz” diye Konuşmaya başladılar ve Hilafetin ilgasını benimsediler. Gerçek şudur ki Atatürk İzmit’te bizimle buluşmasında hilafetin ilgası sözünü kullanınca ya kadar Türkiye’de hiç kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini, değil böyle bir düşüncenin herhangi bir kimsenin hatıranın kenarına gelebileceğini bile tasavvur etmiyordu. Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 2. Cilt, Pera Turizm ve Tic. Yay. 2. Baskı, İst. 1997, s.823-827
[4] Dr. İlter Turan, Age. S. 15
[5] Age. S. 21
[6] “ Şalvarı şaltak Osmanlı, Eğeri kaltak Osmanlı, Ekmesi yok biçmesi yok, Yemeye ortak Osmanlı” diye halk tepkisini dile getiriyordu. Ayrıca “Gökçek ölmemiş” isimli kitabında Muzaffer Koçer , oğlunu seferberliğe göndermek istemeyen bir annenin ağzından dökülen feryadı manidar bir şekilde bize aktarmaktadır: “Döölet döölet dedikleri şeyi heç hörmedik anam, hep iki cendermesiynen iki tahsildarını gönderiyor, kendisi heç ortalıkta yok” ayrıca zenginimiz bedel verir askerimiz fakirdendir sözüde Osmanlı döneminde halkın psikolojik ve sosyolojik durumu hakkında bize bilgi verir. Yine Mustafa Kemal ile Havzada ki bir köylünün arasında geçen dramatik konuşma için bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Tek adam cilt 2, s.23,24
[7] Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam, cilt 2, Yükselen matbaa, 1971 İst. S. 204