Takva ve ilim konularının Kuran’da genel olarak önemli bir yere sahip olduğunu teoride kimse inkar etmez. Lakin genel olarak önemli görülen bu iki konunun özel olarak hangi değerlere sahip olduklarını ve dinin bütünlüğü içindeki yerlerinin neresi olduğunu tayin etmek daha problemli bir alan gibi duruyor.
İnsanların bir kısmı takvayı ön plana çıkarıp ilmi ihmal ederlerken, diğer bir kısmı da ilmi ön plana çıkarıp takvayı ihmal edebiliyorlar. Bizim kesimlerde ise daha çok ilim ve ilmi tartışmalar ve bununla birlikte siyasi konular ön planda tutulup takva konuları geri planda ele alınıyor veya hemen hemen hiç üzerinde durulmuyor. Buradaki ihmalden kasıt hiç önemsememek, önemsiz görmek değil, hak ettiği değeri vermemektir. Yani hiçbir aklı başında Müslüman ilim önemsiz diyemeyeceği gibi, takva önemsiz bir konudur da demez, diyemez. Sorun bu iki konunun değerler skalasındaki yerlerini doğru tespit edememekte yatıyor.
Bu yazının asıl amacı bu konudaki çarpıklığın giderilmesine katkı sağlamaktır. Her iki konunun da Kuran bütünlüğünde sahip oldukları yerleri göstermeye çalışmaktır.
Takva mı İlim mi daha değerli?
Bu soruya şöyle itiraz edilebilir: İkisi birbirinin alternatifi değil ki, neden bu iki değeri birbiriyle yarıştıralım?
Sorun şurada: Takva ile ilmin Kuran’ın nezdindeki değeri ile bizim nezdimizdeki değeri birebir uyuyor mu? Mevcut ahlakımızın durumu bunların örtüşmediğinin ve dolayısıyla bir çarpıklığın olduğunun yeterince kanıtı değil midir?
Normal şartlarda, sahabe dönemindeki şartlarda olduğu gibi, bu soruyu sorup böyle bir tartışma yapmaya gerek olmazdı. Çünkü her iki kavramın değerleri ve fonksiyonları o dönemde doğru biliniyordu. Maalesef içinde yaşadığımız dönemde bu iki kavramın yeri ve fonksiyonu konusunda hatalı yaklaşımlar olduğundan bunları tekrar ait oldukları yere yerleştirebilmek için böyle bir üslupla konuya yaklaşmak kaçınılmaz oluyor, aksi takdirde meselenin vahameti kavranamayacak herkes yine bildiğini okumaya devam edecektir. İlim ve ilmi meseleler bizim kesimlerin pratik hayatlarında, ferdi dini yaşantılarında takvadan daha önemli bir yer edindiğinden burada yapılması gereken ilme verilen yanlış değerin düzeltilmesidir. Çünkü bu durum asıl gaye olan kulluk vazifesini bihakkın yerine getirmeyi gölgeleyecek bir noktaya gelmiştir. Değerler skalasında Kur’an ilme örneğin 8 birimlik bir değer atfediyorsa, fakat biz ona 15 birimlik bir değer biçiyorsak burada bir çarpıklık var demektir.
Cevabını bulmaya çalışacağımız soru şudur: Kur’an takvaya hangi değeri atfetmektedir, ilme hangi değeri atfetmektedir?
Hangisi değer bakımından diğerinden daha üstündür sorusunu bu bağlamda sormak zorundayız. Çünkü insanın dini yaşayışında odaklanacağı (merkeze alacağı) noktayı belirlemede bu soru herkes tarafından bilinç altından da olsa zaten soruluyor ve alınan cevaba göre kişi bir yere daha fazla değer verip oraya odaklanıyor. Kişinin hali zaten bu sorunun sorulduğunun ve bir cevabının verildiğinin şahididir.
Bu ve benzeri konularda herkes genelde kendi mizacına ve mevcut dini meşrebine göre değer tayini yapıyor.
Halbuki bizim sahip olduğumuz değer yargılarımızın Kuran tarafından onaylanması gerekir. Takva ile ilim kavramlarının gerçek değerini yine Kuran ekseninde tespit etmeliyiz ve o hükme teslim olmalıyız, daha önce bu konuda farklı düşünmüş ve uygulama içinde olmuş olsakta. Rabbimiz, bizi bizden daha iyi tanıdığından neye ne kadar değer vermemiz gerektiğini de O daha iyi bilir.
Bütüncül bir perspektif yakalayabilmek bu kavramların Kuran bütünlüğündeki yerlerini(değer birimini) ve kendilerinden amaçlanan şeyleri(fonksiyonlarını) bilmekle mümkündür.
Eğer Kuran değer bakımından bir şeyi öne çıkardıysa, onun bizim nezdimizdeki değeri de aynı olmalı.
Biz kendi kişisel tercihimize göre dini meselelere değer biçemeyiz. Kuran’ın biçtiği değerden daha az veya fazla değer biçiyorsak (bu değer biçme sadece zihinde değil, daha çok kalpteki değer duygusunda ve pratik hayattaki uygulamalarda kendisini gösterir, yoksa sadece teorideki kabul birşey ifade etmez) çok ciddi bir yanılsamanın içindeyiz demektir.
Takva amaç, ilim araçtır
Şu kriteri esas almalıyız: Hangi asli özellik yaratılışın gayesi olan imtihanı kazandıran özellikse, o, değerler skalasının en başında yer almalı. Bu özellik Kuran’da takva[1] olarak tarif ediliyor. İmtihanın kazanılmasında başka özellikler de gereklidir, fakat diğer özellikler tek başına imtihanı kazanmayı beraberinde getirmiyorsa (ilim gibi) takvadan daha aşağı bir mertebede olmalıdırlar.
Kuran bütünlüğünde[2] bir inceleme yaptığımızda takvanın değer bakımından en üstte olduğu görülür.
‚Allah katında en üstün olanınız en takvalı olanlarınızdır’ [inne ekremekum indallâhi etkâkum] (49/Hucurat, 13)
Bu ayet bir insanın sahip olabileceği özellikler bakımından takva özelliğinin diğer özelliklerden daha üstün olduğunun apaçık kanıtıdır. Buradan örnek olarak şu çıkar: ‚Alim’ bir insan Allah katında alim olmayan bir takvalı müminden daha üstün değildir. Eğer alim olmayanın takvası alim olanın takvasından daha üstünse. Yani Allah katındaki üstünlük ölçüsü takvadır, ilim değildir.
Bu nedenle takva bir ‚amaçsal değer’ ifade eder. O bizim kulluk hayatımızda ulaşmamız gereken bir amaçtır. İlim ise bir ‚araçsal değer’ ifade eder.[3]
İlim sahibi olmak kişiyi direk Allah katında değerli kılmıyor. Ama takva sahibi olmak doğrudan Allah’ın razı olmasını beraberinde getiriyor. Takvanın içinde elbette ilim(takva ile ilgili bilgiler) de vardır. Fakat sadece ilim yoktur. Onun içinde samimiyet, göz nuru, Allah için zaaflarını feda etme, gayret, azim, Allah sevgisi, korkusu, Allah için keyfinden, hevasından vazgeçme gibi bir çok övgüye değer olan ameller vardır. Rabbimizin değer verdiği hasletler de zaten bunlardır. Yaratılışın gayesi olan imtihanın verildiği asıl alanlar bunlardır. Kişi buralarda kendisini ispat edecektir. İlm sahibi olmakla kişi kendisini ispat edemez. İlim elde etmek sadece bir salih ameldir, fakat ispat için yeterli bir amel değildir. İlmiyle amil olunca kişi kendisini ispatlamış olur. Bu nedenle amel etmek(takva mertebesine erişmek) daha değerli bir fiildir.
İlm ‚a-l-m’ kökünden türediğinden ‚bir şeyin kendisiyle bilindiği işaret’[4]anlamına gelir. Yani bir konuda bize doğru yolu gösteren işarettir ilim. Bu işarete sahip olmak önemlidir. Fakat o yolda yürümek için gerekli olan birçok başka özelliklere ve fiillere de ihtiyaç vardır. Kişi bunları yerine getirdiğinde Allah katında değer kesbeder. Salt yolun işaretini görmüş olması kendi başına birşey ifade etmez. Eğer o işarete tabi olup yolda yürürse işaret onun için faydalı olmuş olur. Aksi halde ‚faydasız bir ilm’[5] sözkonusudur ki, böyle bir ilim sadece avunma vesilesi olur.
Bütün bu sıralanan sebeplerden dolayı ilmin ‚araçsal bir değere’sahip olduğunu söyleyebiliriz. O bizi hem takvaya hem de diğer hedeflerimize götüren bir ‚araç’ fonksiyonu görür ve sadece bu açıdan değerlidir.
Örneğin itikadla ilgili bilgileri ele alalım. Bu bilgiler olmadan biz doğru bir itikada sahip olamayız. Bu açıdan ilim çok önemlidir. Fakat şu açıdan bir değerlendirelim: İtikadla ilgili bu bilgilere iman edersek(bizim için) bir değeri olur. Yani önce ilim var ondan sonra insandan beklenen bir fiil var. O da iman fiilidir. Bunu yapan(iman eden) Allah katında değer kazanıyor. Kuran ilimdir. Bu ilme iman etmeyen insanların bu bilgilere sahip olmaları(oryantalistlerin örneğinde olduğu gibi) o kişilere hiçbir fayda getirmiyor. İkinci örnek olarak amelle ilgili bilgileri ele alalım. Neyi ne zaman nasıl yapacağımıza dair sahip olduğumuz doğru bilgiler(ilm, takva ile ilgili bilgiler de dahil) bizim için çok önemlidir. Teknik açıdan önce bu bilgilere sahip olmamız gerekiyor. Fakat burada da tıpkı itikad bilgisinde olduğu gibi bu bilgilerle bizden beklenen bir şey var: O da amel etmektir. Bu bilgilere göre yaşamı düzenlemektir. Amel edersek Allah katında değer kazanırız. Veya amel ettiğimiz oranda bu ilmin bize bir faydası olmuştur. Aksi halde bu ilmin de (bizim için) bir faydasından bahsedemeyiz. Velhasıl ilmin gereği ne ise o yapıldığı zaman esas maksat hasıl olmuş oluyor. Bu denklemin içinde dikkat edilirse ilim hep bir araç fonksiyonu gördü. O aracı doğru kullanan kişinin bu kullanımı Allah katındaki değerini artıran esas özelliktir.
Hangi Alim/İlim Övülmüştür?
Konunun daha net anlaşılması için şu soruya da cevap bulunması gerekiyor: Bizim ‘alim’den anladığımız ile Kuran’ın ‘alimi’ arasında bir fark var mıdır?
Kurani kavramları yine kendi konteksti içinde anlamamız gerekir. Kavramların anlam sahası zaman içinde genişleyebiliyor, yeni anlamlar kavramın içeriğine dahil edilebiliyor. Biz de bu genişlemiş halleriyle kavramları Kuran’da okuduğumuzda, zannediyoruz ki, oradaki beyanlar bu sonradan eklenmiş ‘yeni anlam boyutlarını’ da kapsamı içine alıyor. Beyandaki hüküm bu anlamlara da uygulanıyor. Böylece yanlış anlamalar doğuyor.
Birinci örnek:
‘Allah’tan ancak alimler haşyet duyarlar’ (35/Fatır, 28)
Bu ayette geçen alimler ile bizim bugün kullandığımız ‘alimler’ terimi aynı mıdır? Bu soruya en doğru cevabı ayetin ilk muhataplarını dikkate aldığımız zaman verebiliriz.
İlimle ilgili, ilmi ve alimi öven bu ve benzeri ayetler Sahabe hakkında indirilmişti. Bunların hiçbiri kitap okumuş değillerdi. Oradaki ilim ile bizim kasdettiğimiz ilim farklıydı.
Şöyle de sorulabilir:
Sahabeyi alim yapan neydi, hangi özellikti? Onların ‘ilm’i hangi ilimdi, hangi içeriğe sahipti? Bizim çoğumuzun ilimden anladığı ile bu ayetteki ilm’in farklı olduklarını ayetin ilk muhatapları olan sahabeden yola çıkarak rahatlıkla tespit edebiliyoruz.
Oradaki ‘ulema’ kaç kitap okumuşlardı? Yoksa sadece bir kitabı çok defa mı okumuş ve gereği ile amel etmişlerdi? Buradaki ‘ulema’ çok kitap okumuş olabilir, ama oradaki ‘ulema’dan sayılabilmesi için onlar gibi bir Kitab’ın içindekilerle hakkıyla amel(takva) etmeleri gerekiyor. Ancak o zaman onlar gibi ‘ulema’ olabilirler. Yani burada belirleyici olan faktör ilim değil ‘ameldir’. Her ikisinde de ilim önce vardır, fakat sonrası gelmesi gerekiyor övgüyü hak edebilmeleri için. Tabi haşyetin olması için önce ‘alim’ olmak gerekir. Bu nedenle ilgili ayet alim olanlar haşyet sahibi olurlar derken bize ‘gerek şartı’ bildiriyor. Ayet bu şartın yeterli olduğundan bahsetmiyor.
Ayetteki alimler=Allah hakkındaki doğru bilgilerin sahipleri
Ayette haşyet kelimesi geçiyor. Haşyet Allah’ın azametini idrak sonucu oluşan saygıyla karışık bir korku duygusudur. Bunu ‘göklerin ve yerin yaratılışı üzerine tefekkür edenler’[6] ancak idrak ederler. Buradaki ‘alimler’ de bu tefekkür eden insanlardır. Yoksa bugün anladığımız şekliyle tefsir, hadis, fıkıh alimleri değil. Eğer bu ‘alimler’ de aynı şekilde Allah’ın yüceliği konularında hakiki bilgiye (Kuran ayetlerini ve kainattaki ayetleri mütalaa sonucu) ulaşmışlarsa bunlar da ayetteki ‘alimler’ zümresine girerler. Bir örnek olarak bugünkü anlamıyla ‘alim’ olmayan Köylü Mehmet Efendi ayetteki ‘alimler’ zümresinin içine girebilir. Bu ayette bize verilen asıl mesaj, haşyet duyabilmek için Allah hakkında gerçek bilgilere sahip olmaktır. Bu bilgilere sahip olup gereği ile kalpte amel[7] edilirse haşyet duygusu oluşur. Salt bilgiye sahip olmak burada da yetmiyor. Yine İblis örneğinde olduğu gibi, İblis, Allah’ın yüceliği, azameti konusunda bilgi sahibi olmadığından mı haşyet duymadı?
Elbette haşyet sahibi olmak için önce Allah hakkındaki doğru bilgilere sahip olmak gerekir.Allah’ı tanımadan, bilmeden (bu konuda ilim sahibi/alim olmadan) nasıl haşyet olsun ki? Bu bakımdan ilim teknik açıdan önce gelir, fakat değer bakımından üstte değildir. Ayette Allah’ın yüceliğini, kudreti, ilmi, merhameti ile ilgili ayetleri bilen ve bunları da kainat ayetlerinde gözlemleyip tefekkür edenler(3/167)den bahsediliyor. Yoksa bizim bugün anladığımız alim olarak bilinen kanaat önderleri olarak tavsif edilen, ilmi tartışmalarda başı çekenler değil. Elbette bunlardan da takvalı[8] olanlar bu guruba girerler, ama ayetteki ‘ulema’ bunlar değil, Allah’ı sıfatlarıyla hakkıyla tanıyan-bilen insanlardır. Tefsir ilmine, hadis ilmine, fıkıh ilmine, kelam ilmine ihtiyaç hissetmeksizin tıpkı sahabe gibi ‘alim’ olmak başka bir vasıftır.
Bununla birlikte bu ayetten Allah hakkındaki bu bilgilere sahip olan herkesin haşyet duyduğu anlamı çıkmaz. Burada dile getirilen, yukarıda da değindiğimiz gibi haşyet sahibi olmanın ‘gerek şartıdır’ ‘yeter şartı’ değil. İblis de bu şartları haizdi fakat haşyet duymadı! Tarihte ve bugün ‘saray uleması’ olarak tabir edilenlerde olduğu gibi. Bilgiye sahip olup onun gereğini yerine getirmeyenler her zaman olmuştur:
Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez. (62/Cuma, 5).
Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (2/Bakara, 44)
İkinci örnek:
‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (39/Zümer, 9)[9]
Bu ayetin de bütünlük içinde okunması halinde ‘gerçek alimlerin’ vasıfları ve hangi zümreden bahsedildiği ortaya çıkar:
Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler.”
Düz mantıkla şu soruyu soralım: Geceleri kalkmayanlar alim değiller midir?
Bu ayette övülen özellik gece kalkmaktır, bilme değildir. Gece kalkan kişilere bilenler deniliyor. Kendimizi burada test edelim. Biz gece kalkmanın Kuran’daki önemini biliyoruz. Peki kalkıyor muyuz? İşte buradaki sorunun bir bilmeme sorunu değil, o bilgiyi içselleştirmeme, ciddiye almama, önemsememe sorunu olduğunu görüyoruz. İşin en hazin tarafı; bilgi Allah’tan gelmesine rağmen önemsemiyoruz.
Üçüncü örnek:
…Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır. (12/Yusuf, 76)
Sana Kitabı indiren O’dur. O’ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah’tan başkası bilmez.İlimde derinleşenler ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez. (3/Al-i İmran, 7)
Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tafakkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için (geride kalabilir). Umulur ki onlar da kaçınıp sakınırlar.(9/Tevbe, 122)
Bu ayetlerde alimlerin de kendi aralarında derecelerinin olduğunu, ilimde derinleşen insanların mümin topluluk içinde ilmin fonksiyonu olan yol göstericilik açısından kilit bir mevkide durduklarını görüyoruz. Dolayısıyla alim ve ilimde derinleşenlerin vazifeleri önemlidir ve bu vazifenin hakkını verdikleri takdirde Allah katında derecelerinin yükseltileceği[10] ifade ediliyor. Bu da yine onların takvalı olma şartına bağlıdır. Savaştan dönen askerleri uyaran alimlerin önce kendileri bu uyarılara uymaları, sakınmaları/ittika etmeleri gerekir. Aksi takdirde uyarma görevinin tesiri olmaz. Dolayısıyla burada da ilim tek başına onları üstün kılmıyor. Önce ilim sahipleri gereğini yaşamaları gerekir. Belki şu söylenebilir: Alim ve muttaki zat, alim olmayan muttaki zattan daha üstündür. Çünkü birincisinin övülen artı bir özelliği-önemi vardır.
O halde alim insan çok malumata sahip olan birikimli insan demek değildir. Alim vahyi bilen kişidir. Bir de ‘ilimde derinleşenler’ var, bunların alimlerinin içinde ayrı bir kategoridir. Fakat alim için söylediklerimiz bunlar için de geçerlidir. Bunlar da ilimlerinin gereğini kişisel yaşantılarında yerine getiriyorlarsa övülmüş alimlerden olurlar. Bizatihi derin ilim sahibi olmak bunlarda da övgüyü hak ettirmez. Bütün bildikleri doğru olsa bile, bu durum yine değişmez. Bütün ihtilaflı konularda böyle birisi doğruyu bilmiş, en isabetli görüşlerin sahibi olmuş olsa bile, ameli/takvası ölçüsünde değerlidir. İlim yolunda gösterdiği gayretler ve sıkıntılar tabiki bu insan için salih amel olarak tartısına gelecektir. Fakat sırf bu cehd takva anlamına gelmiyor. Bu cehd ve onun getirdiği sıkıntılar o kişinin sevap defterine yazılır, ama o kişiyi tek başına takvalı kılmaz.
Neden ilim bize daha cazip geliyor?
Bilgiye/İlme yanlış değer biçenler ona sahip olmakla zaten değerlendiklerini zannettiklerinden dolayı bununla tatmin olup daha zor olan o ilmi (gereği gibi) hayata geçirmekten kaçıyorlar.
Bu çarpıklığın nedenlerinden biri ilme araçsal değil amaçsal bir değer atfetmektir. İlimle görevimizin bittiğini zannetmektir. İlmin fonksiyonu bize yol göstermesidir. Yolu yürümek için ilm’in haricinde samimiyete, gayrete, azime ihtiyaç vardır. Bu fiilleri yerine getirmek daha zordur, çünkü burada nefsi karşımızda buluyoruz. Nefis burada devreye giriyor ve türlü desiselerle bizi ilmin gereğiyle amil olmaktan alıkoyuyor. Buradaki suç ilimde değil bizdedir. İlmin gereği ile amel etmeyen kişinin zaafı sözkonusudur. Zaaf bir iman, samimiyet, ciddiyet, irade zaafıdır. Zaaf ilim zaafı değildir.[11] Kişi bilmediğinden değil, bilginin fonksiyonu konusunda yeterince bilinçli olmadığından ve artı işine gelmediğinden dolayı ilmiyle amil olmuyor. İşine gelmeme konusu ise nefisle bağlantılıdır.
İlmi konularda nefis doğrudan ele alınmıyor. İlmin bir de heyecan verici bir özelliği var, yeni şeyler, bilgiler, enteresan açılar vb. İlmin bu özellikleri nefsin de hoşuna gittiğinden ilim konusunda nefisten bir dirençle karşılaşmıyoruz.. Nefis tercihini salt ilimden(amele aktarılmayan) yana koyar.
Takva konusu neden bize cazip gelmiyor?
Takva nefsin doğrudan elden geçirilmesini beraberinde getirdiğinden, teşrih masasına nefsimiz yatırıldığından, ameliyata ilk girecek olan hastanın nefis olduğu dile getirildiğinden takvada nefsimizin direnci ile karşılaşıyoruz. Nefis hep ertelemeden yanadır. Bize takvayı önemsiz gösteren aslında nefsimizdir. Halbuki nefisle uğraşmanın -belli bir zaman diliminden sonra oluşan- zevki tadılmış olsa, ilimle uğraşmanın verdiği zevkten daha sahici bir zevk olduğu(kişiyi asıl hedefe-gerçek kulluk yaklaştırdığından, uzaklaştırmadığından, oyalamadığından) anlaşılırdı.
İlim takvayı doğurur mu?
Takvalı olma isteğinin gerçekleşmesi için ilim yeterli midir? Yoksa uygulamanın gerçekleşebilmesi için geliştirmemiz gereken başka özellikler var mı?
Takvanın oluşabilmesi için en azından takvanın kapsamına giren konularla ilgili bilgilere ihtiyaç var. Fakat o ilim kişide direk takvaya yol açmaz.
İlim ile takva arasında nefis duruyor
Nefis ilmin hayata doğrudan yansımasında kırıcı bir faktör olarak duruyor. Tabiri caizse ışığın prizmada kırılması gibi, ilim de nefis prizmasında kırılıyor ve doğrudan hayata yansıması gerçekleşmiyor. Kişinin nefsindeki kesafet ne kadar yoğunsa, o nefis ne kadar kirli ise, kişi nefsini ne kadar tezkiye edebildiyse o nispette ışık/ilim hayata yansır, amele dönüşür veya yansımaz.
Bilgiyi amele dönüştüren güçler
İlmin takvayı hasıl etmesi, bu bilgiye sahip kişinin uygulamayı ne kadar önemsediğine bağlı. Bu ise ilimden ayrı bir özelliktir. Önemsemenin derecesi Allah sevgisi-korkusu ve iman gücüne bağlıdır. Bizim bilgiyi amele dönüştürürken şu güçlere ihtiyacımız var: Bu dönüştürücü güçler ciddiyet(gerçekten önemseme), samimiyet(gerçekten isteme), azim(pes etmeme kararlılığı), motivasyon (isteğin yoğunluğu), özümseme(bilginin duygularımızla bağlantısını kurma fiili)-içselleştirme(bilgiyi kalbinde hissetme). Bu güçleri takviye eden ek güçler de vardır, bunlar imanı artırmak(eminlik derecemizi artırmak) ve tefekkürdür(Kuran’ın ve kainatın ayetlerini tefekkür).
Eğer inandığımızı söylediğimiz bilginin hayata geçirilmesinde bir sorun varsa, o bilgiyi hayata geçirmek için kullanabileceğimiz güçleri etkin bir biçimde kullanma konusunda istekli değiliz demektir. Yani imkan ve gücümüz aslında var, ama istek zayıf, yarım gönüllüyüz/kalpliyiz adeta. Tüm kalbimizle onu hayata geçirmeyi aslında istemiyoruz, istemiş olsaydık Rabbimizin bize verdiği istitaat’ı o doğrultuda kullanır ve başarılı olurduk. Neden tam istemediğimiz sorusu burada karşımıza çıkan çok önemli bir sorudur. Sahip olduğumuz bilgilerle ilişkimiz sağlıklı kurulmadığından dolayı tam istek hasıl olmuyor. İlm’e yanlış yaklaştığımızdan ve ilmi kalbe yerleştirme ameliyesini gerçekleştirmediğimizden onu sadece zihin deposuna(hafızaya) yığıp duygularımızla bağlantısını kuramadığımızdan bilgi amele dönüşmüyor. Çünkü amele dönüşüm enerji ile olur. O enerji de motivasyondur. Nasıl ki insanın beyninde bilgilerin oluşması beyindeki sinir hücreleri olan nöronlar arasında oluşturulan bağlantılar sonucu gerçekleşiyorsa, tıpkı bunun gibi bilginin amele dönüşmesi için de onun kalpteki duygu ‘hücreleriyle’ bağlantısının kurulması gerekiyor. Bunu sağlayan fiil bilgi üzerinde gerçekleştirilen tefekkür fiilidir. Bunu şunu da benzetebiliriz, ördek başından su döker gibi biz de başımızdan üzerimize ilim döküyoruz, ama duygularımız ıslanmıyor. Bu gerçekleşmediği müddetçe bilgi-amel çelişkisini yaşamaya devam edeceğiz.
Dolayısıyla ilim taleb eden kişiler gereğini de yerine getirmek istiyorlarsa kalpte bulunan bu güçleri mobilize etmek için konuya özel ilgi sarfetmeliler ve özel çaba göstermelidirler. Takva bu güçler sayesinde gerçekleşiyor.
İlim Küçümsenemez
Bu yazıda maksadımızın ilmi küçümsemek olmadığını tekrar belirtelim. Bizim de görüşümüz ilimden ve onda derinleşmekten yana, fakat sadece sözde değil uygulamada da takvanın önüne geçirmemek şartıyla.
‘De ki: ‘Rabbim ilmimi artır’’ (20/Taha, 114) ayetine rağmen ilmi küçümsemek bir mümin için (cehaletin dışında) mümkün değildir. Fakat Kuran bütünlüğünün ilm’e verdiği değeri ne fazlasıyla ne de eksiğiyle biz de verebiliyor muyuz? Burasını irdelemeye çalıştık. Ya Kuran’ın verdiği değerden daha fazlasını ilm’e yükleyip onu fetişleştiriyorsak? Ya da onun verdiği değerden daha azını verip tefrite kaçıyorsak? Hem değer bakımından onun yerini doğru tespit etmeliyiz hem de Kuran’ın ona biçtiği fonksiyonu doğru kavramalıyız ki, ilm’ ile ilişkimiz sağlıklı temellere dayansın.
Bu ilişkiyi doğru kurduktan sonra ilimde ne kadar çok derinleşirsek sorunlarımıza o kadar acil ve doğru çözümler buluruz. İlimde derinleşmenin sınırı yok. Zira ilimden bize zarar gelmez. Zarar ilmi yanlış konumlandırdığımızda bizden gelir.
Her alanda tefsir, hadis, siyer, tarih, fıkıh, kelam, felsefe, modernizm, toplumsal değişimin bilgisi vb. alanlarda ilimde ne kadar derinleşirsek o kadar bizim için iyidir. Bu bilgiler bizim yolda yürürken istikamet sahibi olmamızda yardımcı bilgilerdir. Bize yolu gösterende sonunda yine ilimdir. Hem takva yolunu hem de toplumsal değişim yolunu bize (konusuyla ilgili) ilim gösterecektir. Fakat ilmin bu fonksiyonu onu takvadan daha değerli bir hale getirmez.
O halde ilme değer vereceksek, ona ‘araçsal değer’ vermemiz gerekir. Bu araç önümüzü aydınlatan bize yol gösteren bir araçtır. Bilgiye sahip olmak asıl başarı değildir. O bilgiyi kişisel ve toplumsal hayatımıza aktarıyorsak başarılıyız demektir. Dolayısıyla asıl marifet bilgiyi yaşamakta yatıyor. Zor olan bilginin tatbik edilmesidir. Tatbikata dönüştürürken nefsimizden ve çevremizden kaynaklanan bir dirençle karşılaşıyoruz. Bu direnci aşma azmi ve kararlılığı gösterdiğimiz zaman yaratılışın gayesi olan imtihanımızın özünü oluşturan samimiyet testinden başarıyla geçmişiz demektir.
[1] Takva, Allah’ın emir, yasak ve beklentilerine aykırı hareket etmekten sakınma duygusudur. Yani, dini bir bütün olarak hakkıyla, Kuran’ın ortaya koyduğu kalite standartı ile yaşamanın ifadesidir. Takvanın temelinde nefis tezkiyesi vardır. Takvanın diğer boyutları sağlamlaştırılan bu temel üzerinde yükselir.
[2] ‚Cennetin muttakiler için hazırlandığını’ ‚Güzel akibetin muttakiler için olduğunu’ ifade eden onlarca ayetin dışında takvalı olmayı hatırlatan ve emreden diğer birçok ayet İslami yaşantının merkez kavramının takva olduğunu gösterir. (Özellikle bakınız: 4/131,2/197,10/63-64,51/15-16,44/51,77/41,43/67, 7/128)
[3] Buradaki amaç-araç ayrımı takva ile ilmi kıyasladığımızda yapılan bir ayrımdır. Değerler skalasının en üst değeri olan ‚Allah’ın rızası’ ile takvayı kıyasladığımızda takva (Allah’ın rızasına götüren bir ) araç, Allah rızası ise asıl amaçtır.
[4] Rağıb el İsfehani.
[5] “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” (Tirmizî)
[6] Kuran’daki tefekkürle ilgili ayetlerin sayısı emir ve yasak bildiren ayetlerin sayısından kat kat fazladır. İnsanların dikkatinin sürekli göklerdeki ve yeryüzündeki ayetlere çevrilmesinin hikmeti bu alanda bir duygu yoğunlaşması(bilginin kalbin derinliklerine ekilmesi) sağlamak suretiyle imanın kavileşmesine matuftur. Bu açıdan takvayı en iyi besleyen kaynak tefekkürdür.
[7] ‘Kalpteki amel’lerden kasıt duygularımızın edindiğimiz bilgilere uygun olarak oluşturulması eylemidir. Sözgelimi Allah’ın büyüklüğünü idrak ettiğimiz zaman kalpte o bilginin ‘mantıki’ gereği olarak o bilginin medlulüne yönelik ‘saygı’ duygusunun güçlenmesi gerekir. Bu da sonuçta iradi bir karardır. Kendisine saygı duyulmasını hak eden bir varlığın bu hak edişini bildiğimizde saygı gösterip göstermemek kalbi bir ameldir. Dolayısıyla bilgiyle amel etmek kalpte başlayan bir süreçtir. Orada ne kadar bilginin gereği ile amel edilirse dışa vuran davranışlarımızda da ilimle uyuşan davranışlar hasıl olur. Geceleyin kalkmak gibi.
[8] Takva-haşyet bağlantısı ile ilgili bkz.:21/48-49.
[9] Kuran hangi ilimden bahsediyor bağlamında şu ayetlere de bakılabilir: 28/80, 53/29-30.
[10] 58/11
[11] Tabi bazı insanların zaafları ilimden de kaynaklanıyor olabilir. Fakat bizim burada ele aldığımız kesim tevhidi ve Kurani düşünceye sahip olan kesimler. Her ne kadar bu kesimlerin toplumsallaşma gibi konularda da önemli bilgi eksiklikleri de olsa, temel din usulü konusunda yeterince ilim sahibi olan insanlardır.