Kâbe, Cebel-i Nur ve Sevr kadar görmeyi istediğim bir mekân daha vardı, Taif. Şirkete Taif’in adını bile anamayacağımı biliyordum. Cenabı Allah ise bizim mini kafilemize bu sürprizi hazırlamıştı bile.
Bir gün otelin yemekhanesinde iftar sonrası çay servisi için dolaşırken, yanından geçtiğim birkaç kişinin Taif’i konuştuklarına kulak misafiri oldum. Hemen yanlarına sokuldum, “ne, siz Taif’e mi gideceksiniz?” dedim. Ben yaşlarda bir adam evet dedi, kişi başı 20 riyal de para toplayacağım dedi. Tam adamına denk getirmiş bizi Allah. Adam İstanbul’dan bir şirketin elemanı. Bizi götürmesi tam bir sürpriz olacak. Adamla tanıştık, aslen Giresun’lu, İstanbul’da ikamet ediyor, adı Yüksel. Yer olursa tabi ki sizi de alırız dedi. Oldukça halim-selim, hareketli ve sevecen bir insan. Telefon ve oda numarasını aldım, bizim numarayı söyledim, bizim dört kişi olduğumuzu belirttim ve aman bizi götürmezlik etmemesini sıkı sıkıya tembih ettim. Bizimkilere çayla beraber bu müjdeyi de servis ettim, onlar da çok sevindiler.
Artık otelde her an gözüm Yüksel beyde ve kulağım seste. En nihayet 29 Mayıs günü paraları topladı, iş kesinleşti ve iki gün sonra (31 Mayıs Perşembe sabahı) saat 08.30’da yola çıktık. Bir buçuk saatte Taif’e vardık. Gündüz gözüyle güzergahı hiçbir şeyi kaçırmadan izlemeye çalışıyorum. Allah Rasulü de o güzergahtan mı gitmişti, bilemiyorum ama en azından yolun bir kısmını kullanmıştır diye düşündüm. Şu var ki Rasulullahın Taif’e yaya gittiği bildirilmektedir. Biz ise otobüsle.
Ben kendi zihnimde Mekke’yi şöyle 10-20 km çıkınca çölle karşılaşacağımızı kurgulamıştım. Meğer yanılmışım. Mekke Taif arasında sadece dağ gördük desem abartı olmaz. Dağların biri bitiyor diğeri başlıyor. Adeta bir taş denizinin ortasında Mekke, onun da ortasında Kâbe yer almış. İbrahim atamız boş yere dememiş, “ziraata elverişsiz bu belde” diye. Bu mübarek beldeye Cenabı Hak iki özellik vermiş: Taş ve sıcaklık. Bu iki ‘sert’ özellik Mekke’de ‘orta yol’u sanki imkânsız kılıyor. Cenabı Allah son İslam tebliğini neden bu granit kaya kentte indirdi? Otobüs son sürat yol alırken bunları düşünüyorum. Belki de İslam bu keskin hatlarıyla en iyi bu ekinsiz, kayalık ve aşırı sıcak beldede kavranabilirdi. Belki de cennet ve cehennem tasvirleri en iyi, Taif’le (ve Medine ile) dip dibe olan bu beldede bir anlam ifade ederdi. Belki de insanlar kendilerine hiç yoktan lütfedilen dünya nimetlerinin kadr ü kıymetini en iyi burada bilebilirlerdi. İnsanlar belki de dünyanın başka hiçbir beldesinde, ziraata bu kadar uzak ama rızıklarının dünyanın her yerinden ayaklarına gelmesine bu denli şahit olamazlardı. Düşünüyorum da, toprağın, suyun, ekmeğin, yeşilin, soğuğun, rüzgarın, gölgenin, kapınızın önündeki meyve ağacından meyve kopartmanın kıymeti Mekke’den başka nerede en iyi kavranabilirdi ki?
Taif sadece Rasulullah’ın Zeyd’le yaptığı yolculukla bilinmez malum. Onun hayatında Taif daha sıfır yaşındayken başlar. Kader-i İlahî onu bir aylıkken ana kucağından ayırıp, buraya, bu yeşil vadiye getirmemiş miydi? İşte oraya gidiyorduk şu anda, Halime’nin yurduna. Ama bilinmelidir ki beş yaşından itibaren o ilahi kader Muhammed’i (sav) tekrar kendi beldesine, bu taşlık ve sıcak kente getirmiştir. Çünkü oranın şartlarına uyumlu büyüyecekti, onun üzerine bu sıcak kentte ağır bir yük vurulacaktı.
Yanılmıyorsam Mekke’den 40 km kadar uzaklaşınca bitki örtüsü değişmeye başladı, dağların eteklerinde yeşil tonlar görülüyordu artık. Küçük çaplı tarım alanları kalıyordu arkamızda. Bir adet traktör bile gördüm… Buna karşın çok sayıda koyun-keçi ve deve sürüsü vardı ve bedevi hayatının bir şekilde devam ettiğini düşündürüyordu. Taif’e yaklaşırken büyükçe bir hapishane binası ilişti gözüme. Suudiler için burası çok önemliymiş. Bir karayolu levhasında ‘Ukaz’ ismi ilişti gözüme, kadim panayır merkezi.
Ve işte Taif’teydik. Taif beni çok şaşırttı. Zihnimde dağlık-bayırlık bir yer beklerken, Bursa’yı andırır, düzlükte kurulmuş bir şehirle karşılaştık. Mekke ile Taif coğrafi ve iklim şartları itibariyle gerçekten kıyas kabul etmez iki ayrı dünya. İlk uğrak yerimiz Abdullah ibni Abbas Mescidi oluyor. Dışarıdan bakınca küçük bir mahalle mescidi gibi ama içerisine girince devasa büyüklükte olduğu görülüyor. Mescidin yanında bir de ‘Mektebetu İbni Abbas’ var fakat tipik bir Arap geleneği olarak, kapalı. Tuvaletler de kapalı, saat 10.00’da açılırmış, Allah’tan ki saat 10.00’a yedi-sekiz dakika var da, misafirler tuvaletin mürüvvetini görmek için fazla beklemek zorunda kalmadılar.
İçten Abdullah İbni Abbas Mescidi
Dıştan Abdullah İbni Abbas Mescidi
İbni Mes’ud Kütüphanesi
Taif’ten Bir Görüntü
Taif’te Elma Ağaçları
Bu Meyvelerin Tamamı Taif Mahsulüymüş
İbni Abbas mescidinin haziresinde sahabe mezarları da varmış ama rehberimiz tam bilmediği için onları göremedik. Zaten bu bilgiyi de oradan ayrıldıktan sonra edindik. Buradan, Rasulullahın, Taifliler tarafından taşlandıktan sonra sığındığı bağ olduğu söylenen yere gittik. Evet, şu anda Rasulullah’ın sığındığı, kendisine Addas’ın üzüm ikram ettiği, Mekkeli Utbe ve Şeybe kardeşlerin bağındayız. Mekke’den büyük bir heyecanla, ilk siyer okumalarımdan beri içimde özlemini beslediğim bu bağı görmek için gelmiştim. Peki, burada ne görecektim? Beytullah’ta, Hira’da ve Sevr’de ne görmüşsem, burada da onu. Rasulullahın buraya teşrifi bir ‘şey’di ve o şeyi ben de bizzat yerinde hissedebildiğim kadar hissetmem gerekiyordu. Siyer okumalarım bu umremizden önce ve sonra diye ikiye ayrılacaktı.
Rasulullahın sığındığı söylenen bahçe ve çevresi oldukça geniş, düz, güller, dut ve incir ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir alan. Yakınında sofralarımızın vazgeçilmezi maydanoz türü bitkilerin bahçeleri var.
Rivayetlerin, Rasulullah’ın Sığındığını Söylediği Bağ İşte Burası
Rasulullah (sav) Mekke’den buraya, amcası Ebu Talip ve hanımı Hz. Hatice’nin vefatlarından sonra gelmişti. Onun, bu şehirde davetine olumlu karşılık almadığı malumdur fakat taşlanarak kovulduğu, hele de nalınları kanla dolarcasına yaralandığı rivayetleri abartılıdır. Rasulullah Taif’e geldiği gün taşlanarak kovulmuş denseydi, bunun inandırıcılığı olurdu oysa Taif yolculuğunun gidiş-eliş dahil bir ay kadar sürdüğü bildirilmektedir. Yani Rasulullah Taif’te günlerce kalmış, hemen hemen gidip konuşmadığı kimse kalmamıştır. Bu süre içerisinde Taifliler onu evlerinde barındırmış olmalıdırlar. Sakîf kabilesinin Rasulullahı günlerdir şehirlerinde barındırıp, son anda giderken taşlatmaları çelişik durmaktadır. Benim için önemli olan Rasulullahın Mekke’den buraya -hem de yaya olarak, evlatlığı Zeyd’le birlikte gelmiş olmasıdır. Onun ayakları zaten bu uzun yolculukta yeterince kan-revan içinde kalmış olmalıdır.
Bu bağda da yeterince kaldıktan sonra, buraya bir buçuk – iki km. mesafede olan, Rasulullahın bağdan ayrıldıktan sonra içinde namaz kıldığı söylenen mağaraya götürüldük. Mağaranın yanına bir mescid yapılmış. Oradaki bir kuyudan da Rasulullahın abdest aldığı, hikâyeye eklenmiş vaziyette. Kuyunun adeta naylon eşya çöp tenekesi yerine kullanılmış olmasını maalesef çok göremiyoruz. Buradan tekrar geri dönüş yapıyoruz ve Hz. Ali adına yapılmış, bodur bir minaresi olan küçük bir mescidi ziyaret ediyoruz. Osmanlı zamanında burası karakol olarak da kullanılmış.
Taif’te tadımlık ziyaretimiz bu kadardı. Dönüşte diğer güzergahı kullandık. Yol üzerinde bir mikat mahalli vardı (adını kaydetmemişim), orada isteyenler ihrama girdiler. Karayolu tabelası bu mikat mahallinden Mekke’yi 74 km. gösteriyordu. Demek ki bu yoldan Mekke yüz km.den aşağı değildi. Saat 14.30 civarında Mekke’ye döndük. Mekke’ye dönerken otobüste mikrofonu rica ettim ve 20 dakika kadar bir konuşma yaptım. Aksi halde mikrofon ilahiler eşliğindeki hurafeler salgınına uğrayacaktı. Konuşmamda daha çok Rasulullah üzerinde durdum. Bizim bu ziyaretlerimizin öylesine bir gezi olmayıp, Rasulullahın tebliğini anlama ve kavrama için bir vesile olduğunu, bizim için önemli olanın onun sünnetine bağlı kalmak olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu sefer epey bir ilgi oldu. Umreciler “hocam” diye hitap etmeye başladılar sorular gelmeye başladı. Yaşlı bir amca, “hocam ne olur, biraz da hacılarımızın yaptığı israftan bahset” diyordu.
Rasulullah Taif’ten Mekke’ye me’yus halde dönmüştü. Biz ise onun tebliğ coğrafyasına dair kısa bir tanıklık yapmanın verdiği itminanla doluyduk.
Mekke’de Son Günler
Mekke’de günlerimiz her gün Kabe’yi ziyaret ederek geçti. Kadir gecesi geldiğinde bizim şirketin üç din görevlisi otelde öğle namazını müteakiben bir program düzenlemişler, doğal olarak bizi de davet ettiler. Biz kesin olarak gitmeme kararındaydık fakat bir an düşündüm, programa katılıp, bir konuşma yapmam daha iyi olurdu. Birkaç cümlelik de bir mesaj verme adına, kadir gecesi adına söylenecek, hurafeler yumağı ilahilere katlanacaktım. Talebimi üç din görevlisine ilettim, üçü de kabul etti. On beş dakika kadar bir konuşma yaptım. Kadir suresinin anlamını açıkladım, kadir gecesi mefhumunun aslında Kur’an’a işaret ettiğini, bizim bu mefhumları bir tüketim nesnesine dönüştürmememiz gerektiğini, Allah’ın bizden Kur’an’a uymamızı istediğini, sünnetin de Kur’an’ın tatbiki demek olduğunu v.b. anlattım. Dilimi de oldukça filtrelemeye çalışıyordum. Otelin mescidi tıklım tıklım doluydu ve çoğunluğun, dinlemekte ne kadar zorlandığını fark edebiliyordum. Sözlerim bitti ve herhangi bir tepki olmadı.
Suudiler oruca Türkiye’den bir gün geç başlamışlardı. Onların 26, bizim 27. oruç günümüzün akşamı Kadir gecesiydi. Kadir gecesi algısını benimsemesem de, Mekke’de böyle bir geceye tanıklık etmek istiyordum. Hem de bugün son kez eşlerimizle birlikte orucumuzu Beytullah’ta açacağız. Yarın ayrılıyoruz çünkü. Kadir gecesinin gündüzünde iftarlık ikramlar adeta coşuyor. Her yerden hurma paketleri yağıyor üzerimize, neredeyse ellerimize zorla tutuşturuluyor ikramlar. İftarda ekmeklerin, peynirlerin, çayların, kahvelerin, zencefil çaylarının haddi hesabı yok. Mescid-i Haram yolcularla tıka basa dolu devasa bir gemiyi andırıyor. Kâbe ise denizin ortasında mihver. Mescid-i Haram’ın dışına çıkıncı bu insan denizini daha iyi fark edebiliyorsunuz. Bir kere daha burnumuzun direkleri sızlıyor. Ya Rabbi! Bu ümmet, bu kadar büyük lütuflara, kendisini adam gibi adam yapacak böylesine büyük mekteplere sahipken neden bir türlü bir türlü üzerindeki ölü toprağını atamıyor? Bu ümmete, içine düştüğü bu zillet çok ayık kaçmıyor mu?
İftarda bugün çok zenginiz. Sırt çantalarımız hurma ile doldu taştı adeta. Taştı ama iftar yemeğimiz de boğazımızdan zor geçiyor. Çünkü bu aynı zamanda bir veda yemeği. Beytullah’ta, milyonların arasında, son iftarımız. Belki de birbirimize çaktırmadığımız buğulu gözlerimizle Beytullah’tan ayrılıyoruz fakat biliyoruz ki asıl hüznümüz sabahleyin olacak. Çünkü sabah yine gelecek ve son kez tavaf yapacağız. İbrahim’in Kabe’sinde, Muhammed’in (sav) Mescidinde son kez alnımız secdeye varacak. Merhume ümmetin ortasından geçebilecek yollar bularak ayrılıyoruz.
Biz sahurdan sonra saat 04.30 gibi tekrar geldiğimizde, akşamki insan denizi şimdi de dışarıya doğru akıyordu. Son tavafımızı yaptık ve ayrıldık. Bu ayrılığı tecrübe edenlerden çok duymuştuk ama bizzat yaşamak farklı oluyormuş, Beytullah’a veda etmek çok hüzünlü oluyor. Burukluğumuzu bir nebze de olsa, Rasulullahın medfun bulunduğu şehre gidiyor olmanın sevinci ile teskin ediyoruz.
Medine Yolundayız
Ramazan’ın 28. gününde saat 13.30 sularında Mekke’den ayrıldık. Otobüs şehir merkezine girmeden Mina tarafından Sevr istikametinden Medine yoluna düştü. Ön koltukta din görevlisi arkadaşımız tek başına oturuyordu. Ben de yanına oturdum. Mekke-Medine arasını gündüz gözüyle ve ön taraftan görmeyi çok istiyordum çünkü. Bilal Hoca’yla çok güzel sohbetimiz oldu. Sohbet sadece onunla kalmadı tabi. O sık sık umreciler için ilahiler filan söylüyordu. Ben de takılıyordum kendisine, “yine yâ leylî çekeceksin” diye, sağ olsun şaka götürüyordu. Artık ben de mikrofonu istedim ve yarım saat kadar bir konuşma yaptım. Özet olarak, Rasulullah’ın vefat ettiğini, bizi duymayacağını, bizi Allah’ın duyacağını, her şeyi Allah’tan istememiz gerektiğini, Rasulullahın bizim için üsvetün hasene olduğunu anlatmaya çalıştım. Al-i İmran 144, Ahzap 33, Furkan 30 gibi ayetleri okudum. Konuşmayı kendim beğenmiştim ama kafiledekileri bilmiyorum…
En önde oturuyordum ama otobüsün camındaki benekli film şeridi görüntüyü engelliyordu. Bir ara şoförün yanına oturdum. Oradan mükemmel izleniyordu. Mekke-Medine arasında da umduğum gibi bir çöl bulamadım. Taif istikametindeki kadar olmasa da burada da hep sıra dağlar vardı. Ara sıra çöl denebilecek düzlükler başlıyordu.
Yaklaşık 450 km.lik yolu beş saatte aldık. Tam iftar vaktinde Rasulullahın şehrindeydik. İftardan sonra ilk işimiz, bir an önce heyecanımızı yatıştırmak için Allah Rasulü’nün Mescidine gitmek oldu. Gittik ve gördük. Mekke’den ayrılırken bıraktığımız insan selinin bir benzeri de burada karşımıza çıktı. Resim ve videolardan gördüğümüz meğer hiçmiş. O kadar büyük bir mescid. Sanki diyorsunuz dünyanın nabzı Mekke’de ve Medine’de atıyor. Mescidde yatsı namazını ve dört rekat teravih kıldıktan sonra otele döndük.
Medine Yolu Üzerinde Yolculardan Yiyecek Bekleyen Maymunlar
İftar Saatinde Medine Caddeleri
Hocam Allah razı olsun. Her iki yazı da cok sıcak. Gidip görmüş gibi hissettiriyor okuyucuya. Yazinin yürekten çıktığı her satırından belli. Rabbim bizlere de nasip eder insallah.Saygilar
Ecmeıın kardeşim. Amin, size de nasip etmesini dilerim.