Biz de…
“Şimdiki gençler dünü bilmiyorlar efendim!” lâflarıyla büyütüldük!
Eminim ki bizden çok daha yaşlı olan okuyucularımızda vakt-i zamanında, “Nerede bizim gençliğimiz nerede bu gençlik!” yollu iğnelemelere muhatap olmuştur.
Yaşlandıkça güçten düşen insan, geçmişteki kendisini övmek suretiyle“ Ben daha ölmedim!” mesajını vermeye çalışıyor olmalı.
“Biz” şu sıralar, “orta yaş” ya da “orta yaşın biraz üstü” gruptanız.
Hadi hadi itiraf edelim, epeyce yaşlanmış sayılırız.
Görmüş geçirmişlerden sayılıyoruz artık, 1970’lerin tamamını yaşamış olmak bugünün ayrıcalığı…
Bizim gençliğimizde, Ankara’dan yola çıkan yolcu otobüsünün İstanbul’a 24 saatte ulaşamadığından bahsedilirdi hep.
Otobüsler, önde bulunan bir manivelanın insan gücü ile çevrilmesiyle çalışırmış.
Genellikle muavinler yaparmış bu işi, “tahrik kolu” denilen manivelayı hızla çevirirken kan ter içinde kalan muavini hayranlıkla seyredermiş meraklı kitle.
Yaşlılarımızın anlattıkları çok da ilginç gelmezdi bize o yıllarda…
“Ne var yani bunda, eskiden de motorlu arabalar yoktu, her iş için hayvanlar kullanılırdı. Geçmişte mi yaşayacağız yani!” derdik.
Yaşlılarımız tepeden tepeden bakarlardı, “Genç işte, bizim neler yaşadığımızı nereden bilecek!” havalarıyla!
Bize, “Şimdiki gençlerde büyüğe saygı kalmadı!” yollu lâflar da çarptırılırdı o sıralar.
Şöyle bir kendimize bakardık, “Yine ne kusur işledik de lâf işittik büyüklerimizden?” diye.
*
Bizden önceki nesle baktığımızda, hepten de “kahramanlık hikâyeleri” göremezdik.
Büyüklerimize “Başbakan Menderes asılırken siz ne yapıyordunuz?” diye sorduğumda, “Senin aklın böyle şeylere ermez” diyerek sustururlardı beni.
Bir vakitler müstakil evlerin, güzel güzel bahçelerin bulunduğu “İstanbul Suriçi”, çirkin apartmanlarla doldurulmuş vaziyetteydi.
Binaları bitişik nizam dikmişlerdi, bir avuç toprak bile bırakmamışlardı aralarında.
Yaşlılarımıza, “Bu çirkinlik abideleri dikilirden, sizler ne yapıyordunuz?” diye sorduğumda da, benzeri karşılıklar alırdım.
Ya da kendi dönemlerini övüşleriyle zıtlık arz eden bir söyleme yönelir, “Bunlar hep politikacılarla, hırslı inşaatçıların işi” derlerdi!..
Günlerden bir gün, bunları söyleyen –Allah rahmet eylesin- bir hekim tanıdığımıza, “Topu her seferinde geçmişe atarak kendinizi mesuliyetten sıyırıyorsunuz!” deyince, “Bana bak delikanlı!” dedi;
“Senin muhakeme yeteneğin çok güçlü. Senden ya avukat olur ya da gazeteci!” diye de ekledi.
Bununla da yetinmedi, beni, o günlerin büyük gazetelerinden birinde “Yazı İşleri Müdürü” olarak görev yapan dostuna gönderdi.
Gittim, o gün gazetecilik mesleğine adım attım.
Tam 35 yıl.
Bunca yılı devirmişiz ya bu meslekte…
İnsanın içinden “Hey gidi gençliğimizdeki gazetecilik hey” diyerek söze girmek ve bugünkü gazeteciliği yerin dibine batırmak geçiyor!..
Yok hayır, eski gazetecilik de öyle çok matah bir şey değildi.
Memleket darbelerden darbelere sürüklenirken eski gazetecilerin yüzde kaçı “sağlam duruş” gösterebildi ki?
*
Geçmişe özlem insanın motivasyon kaynaklarından.
Gün geçtikçe “güçten düştüklerini” görenler, geçmişteki kendilerini överek hayata tutunmaya çalışıyor olmalılar.
Sık sık eski defterleri karıştırmak, yaşlanmanın alâmeti, öyle değil mi?
*
Geçmişi unutmadan, bugünün anlık görüntülerine, günlük tartışmalarına saplanıp kalmadan, “yaşlılarımızla gençlerimizi ayırmadan” ilerlemek gerekiyor oysa.
****
SOSYAL MEDYADAN ÖNCE / SOSYAL MEDYADAN SONRA!
İşte bizim iki büyük hatamız ya da saplantımız:
Ya geçmişte ya da bugünde boğuluyoruz!
Yakın geçmişten misal:
28 Şubat Darbesi’nin az öncesi ve az sonrasındaki “mücadele ruhu”nun geri gelmesini bekleyenler daha çok beklerler!..
O haller, o günlerin halleriydi.
O vakitler internet yoktu, sosyal medya yoktu.
Sosyal hayat vardı.
Aile, mahalle, sokak, komşuluk bağları çok daha güçlüydü.
Sadece 28 Şubat darbesiyle mücadele edenler değil, bu işlerle alâkası olmayanlar da çok başkaydı.
“Yaz izinlerini” geçirmek için Türkiye’ye gelen yakınlarımız bir arada kalırlardı.
İki artı bir eve 15 kişi çok gelmezdi, yer yatakları zevkle hazırlanırdı.
Sonra sonra, herkes satın aldığı evlerine çekildi.
Yeni nesil, eski alışkanlıkları sürdürmedi.
Ayrı ayrı evler alanlar yaşlandı, çoğu da sosyal medyaya daldı.
Evler de,evlerin içindeki insanlar da ayrıldı.
Şimdilerde odalarına çekilip gecenin 3’üne kadar sosyal medya başında oturan orta yaşlılarımızın, yaşlılarımızın oranı hiç de az değil maalesef.
Bağlar koptu kopacak….
Akrabalar “cenazelerde” görüyorlar, görüyorlarsa birbirlerini.
*
O günler yaşandı ve bitti.
Özleriz, anarız ama geriye getiremeyiz.
Bu böyle.
Şimdiki dünyaya gelince…
Dedik işte, dün internet ve sosyal medya yoktu, bugün var.
Büyük ölçüde “bölücü terör örgütü” gibi çalışıyor mekanizma.
Algıları yönetmek için yüzyıllar boyunca “eğlence sektörü”nü, “beyaz perde”yi, “konvansiyonel medya”yı kullananlar, bugün bu iş için daha çok sosyal medyanın küresel markalarından istifade ediyorlar.
Bir vakitler, Amerika’da moda olan Türkiye’de de modaydı; insanlar garip garip pantolonlar, ayakkabılar giyerlerdi.
Yurt dışından gelen yakınlarımızın da, o koca koca topuklu garip ayakkabılarla yürümekte zorluk çektiklerini, düşüp durdukça da “Türkiye’nin sokaklarını” suçladıklarını hatırlarım!
Bugünlerde de sosyal medyanın etkisiyle garip garip hallere giren tipleri görüyoruz.
Onların kahir ekseriyeti de, memleketlerini suçluyorlar!
Bugün, sosyal medyanın yıkıcı etkileriyle karşı karşıyayız, tıpkı geçmişte beyaz perdenin ve eğlence sektörünün yıkıcı etkileriyle karşı karşıya olduğumuz gibi.
Dönemler değişiyor, kullanılan vasıtalar değişiyor ve gelişiyor ama…
Şu sabit:
Her dönemde algı operasyonlarının anaforuna kapılanlar da var, bunlardan korunmayı başaranlar da…
Gençlik-yaşlılık meselesi de değil bu.
Bugünün sosyal medyasından gençler mi daha çok etkileniyor, orta yaşlılar mı acaba?
“Sosyal medya”nın koridorlarında dolaşırken “arkadaşlıklar” kuran ve bu yüzden yuvalarını yıkan orta yaşlılar, hatta yaşlılar bilirim!..
Bu ortam, çok berbat bir ortam.
Yuvalar yıkıldıkça yıkılıyor ve insanlar sokaklarda birbirlerinin gırtlaklarına sarıldıkça sarılıyorsa bunda “sosyal medya terörü”nün büyük etkisi var.
Oralarda çok dolaşanların psikolojileri birkaç yılda alt üst oluyor.
Şiştikçe şişen insan da , dışarıda birilerine patlıyor!..
*
Sosyal medya bağımlılığı, internet bağımlılığı üzerlerinde geniş kapsamlı çalışmaların yapıldığı rahatsızlık alanları.
Oradaki dünya, dışarıdaki dünyayı zehirliyor.
Şiddeti besliyor.
Eşlerin yataklarının ve sonra da evlerinin ayrılmasına sebep oluyor.
*
Eskinin geri gelmeyeceğini ve eskiden olanların bir kısmının hiç de güzel olmadığını yukarılarda bir yerlerde ifade etmeye çalıştım.
“İnternetsiz, sosyal medyasız bir dünya”yı arıyor değilim, arasam da bulamam, onun için değilim.
Lâkin, hiçbir şey yapmadan oturacak da değilim.
Herkes üstüne düşeni yapacak.
Kendi payıma, yukarıdaki Komşu Beyefendi’yi“parkta” sohbete davet ettim.
Hasta ziyaretlerine daha fazla vakit ayırmaya başladım.
Bir vakitler, kafa önde hızla yürürdüm.
Şimdi, kafamı kaldırıp “selâm” veriyorum gördüklerime.
Bir iki üç derken, selam verdiklerimle görüştüm.
“Şöyle ayda yılda bir hep birlikte oturup sohbet etsek!” teklifi geldi.
Bu arada, sosyal medyadaki gençlerden bazıları da bize mesaj atıp duruyorlardı.
Onlarla “yüz yüze” tanıştım.
Kitaplar üzerine konuştuk biraz.
Gözleri cep telefonlarındaydı, sosyal medya hesaplarına bakıp duruyorlardı.
“Yarım saatliğine kapatalım mı şunları?” dedim.
“O kadarını yapamayız ama 15 dakika, söz!” diye karşılık verdiler.
Az bir şey mi bu!..
Milat / Serdar Arseven