
Ömrünün nerdeyse üçte ikisini Marksist düşünce içinde geçirmiş ve ömrünün son üçte birlik kısmını Müslüman olarak yaşamış bir düşünce ve tefekkür adamının hayat hikâyesini yazmak kendimde bir sorumluluk gibi gördüğümden onun biyografisini yazmaya karar verdim. Onun hayat hikâyesini okurken insan zihninin yaş kaç olursa olsun diri kalabileceğini gördüm. Çünkü Garaudy İslam’a girdiğinde yaşı 69’dur. Bizim ülkemizde bu yaşta insanlar elinde bastonla çökmüş bir halde olurlar ve köşelerinde ölümü beklerler. Oysa diri bir zihin ölümün zaten geleceğine iman ederek ölüm gelmeden bu dünyaya dair eksik bıraktığını düşündüğü ne varsa (îmâni anlamda ve eylemsellik anlamına) onu tamamlamanın telaşına düşer. İşte Roger Garaudy benim için böyle bir adamdır. Ölümü beklemeyen ve ona doğru büyük bir sorumlulukla yürüyen bir adamdır.
Roger Garaudy’nin biyografisini yazarken başlıca yararlandığım kaynak Türk Edebiyat Vakfı yayınlarınca yayınlanmış “Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum” isimli kendi kitabıdır. Roger Garaudy bu eserinde kendini yazma sebebini açıklayarak başlar. “Ne uğrunda öldüğümü, niçin yaşamış olduğumu anlatan bu kitap, bir itiraf değil. Vasiyet de değil; hele ağıt hiç değil. Serüvenleri, gemilerinin üzerine kapanan o buzdan ağızlar tarafından yarıda bırakılmadan önce kutba erişmeye çalışan kaşifler, deneyimlerini deniz buzulunun üzerine kurulmuş bir nirengi noktasında istiflerlermiş: Kendi vücutları yok olduktan sonra bile, başkaları bıraktıkları ipuçlarıyla onların bilgisinden yararlanarak bu destanı sürdürürlermiş.

Bu “Hatıralar”da belki bir gün öyle bir işlevi yüklenebilir ve dünyanın varlığını sürdürebilmesi için araştırmacılara benim çektiğim zahmeti bir daha çekmek, direndiğim anlamsızlıklara bir daha direnmek zorunda kalmaksızın üzerinde çalışılacak bir zemin oluşturulabilir. Gerçekleşmesi mümkün geleceklerin önünü açarak bugün tutulan yolları tersine çeviren başka yaşama şekillerini arama imkanı sağlayabilir.
Ben geçitleri de yaşadım çıkmazları da. İstedim ki, bunca mücadelenin, bunca düşüş ve yanlışın, umudun ve kardeşçe buluşmaların bana kazandırdıkları benimle götürülmesin.”
Roger Garaudy 17 Temmuz 1913 yılında Fransa’nın Marsilya kentinde doğar. Doğduğu tarih dünya devletlerin çok gergin olduğu bir tarihtir ki doğumundan yaklaşık bir yıl kadar sonra da 1. Dünya savaşı çıkar. Çocukluğu ızdıraplı ve yoksul geçmiştir. Yedi yaşındadır babası koltuk değnekleri ile cepheden kinle döndüğünde. Bu dönüşü ve sonrasını Garaudy şöyle anlatıyor: “Bu dönüş bir sevinç falan getirmiyor. Çünkü babam, bir anlam veremediğim çok fazla acıdan dolayı asabi. Annem bizi aç bırakmamak için günlük savaşına başlıyor. Bu yoksulluk, soframızı ve binlerce başka sofrayı kemiriyor. Gazeteler ona enflasyon diyorlar. Anlamadığımız ama bizi korkutan bir hastalığın veya bir kabusun adı bu enflasyon.

Evin duvarları arkasında başka bir savaşın yankılarını işitiyoruz. Bir yandan sıkıntı ve feryatlar, öte yandan üniformalar ve silah sesleri. Tarih kitaplarında bunlardan bahsedilirken, “1920 grevleri” deniyor. Yedi yaşımdayım ve tüylerim diken diken. Bunlardan korkmak mı yoksa umutlanmak mı gerekiyor diye bilmek için babamın yüzüne bakıyorum. Babam hiçbir şey demiyor. Daha sonra on yaşıma geldiğimde, “enflasyon” bütün meyvelerini veriyor: ortalıkta dişlerini gıcırdatan, iflas etmiş eski zenginler; eğlence ve sefahatle kokuşan yeni zenginler ve yumruklarını sıkan ebedi yoksullar. Bize anlattıklarına göre , 1917’de Avrupa’nın doğusunda aç bir canavar dünyaya gelmiş: Küçük çocukları yiyormuş. Her sokakta dişleri arasında bıçağıyla bir adamı gösteren afişler bizi dehşete düşürüyor. Gazeteler güneyde de ürkütücü şeylerin olduğunu yazıyor: Abdulkerim Fas’ı, Dürziler Suriye’yi istila etmiş. Bizler biz çocuklar, insanların bizzat kendi ülkelerini nasıl istila ettiklerini anlamıyoruz. Gazeteler bu isyanlaran barbarlığın uyanışı diye söz ediyor. Belli belirsiz bir şekilde, kendimi barbarların yanında hissediyorum. Onların kanına sahip olduğumu sanıyorum.”
Babası halis Fransız’dır çocukluğundan anımsadığı Edouard Amca Fransız olmakla büyük bir gurur içindedir. Ne var ki Garaudy’nin annesi Mağriplidir. Fransızlara göre diyor Garaudy Mağriplilerin piçleri. “Benim içinse tam aksine, başka bir ufuk açılıyor, demek ki bu taraf da barbar. Tarih kitabımda yazdığı şekliyle “barbaresque/berberi”. Demek ki ben iki taraftan da barbarım: Ormandan ve denizden, attan ve yelkenden. (bu kelime öylesine hoşuma gidiyor ki, onda eşkıyadan yelkenli gemiden ve Akdeniz’den bir şeyler var.” Edouard amca, bu kadar murdar bir kanı böylesine uçarılıkla kabul ettiğimi görerek, kaşlarını çatıyor” diyor.
Garaudy, 20’li yaşlarını anlatırken adeta o dönemin tarihi fotoğrafını da çeker: “Yirmi yaşına bastığım an, yerin kabuğunu çatlattığı ve içinden alevlerin fışkırdığı zamandır: Nürnberg’de yığılıp yakılan kitaplar, Reichstag’da yangın, Paris’te Concorde köprüsünde ateşe verilen otobüs, yakılan buğdaylar ve bir parça ekmek için birbirini yiyen liman işçileri… Hollanda’da boğazlanan iki yüz bin sağmal inek ve kurumuş memeler üzerinde ölüp giden bebekler…

Hitler iktidara geliyor. Kıyamet görünümlü bir barışta, mesihler türüyor: Biri köpeklerine kargalar gibi kara, öbürü akbabalar gibi kahverengi gömlekler giydiriyor ve bu köpekleri, ganimet paylarını almaları için, en zayıf avların üzerine salıyorlar: Mançurya, Etiyopya, hemen hemen İspanya, Avusturya, Çekoslavakya’ya.
1929’da New York Borsasında patlayan kriz, Avrupa’ya taşıyor ve onu boğuyor: Sanayileşmiş dünyada işsiz 74 milyon! Ancak bir savaşın yok edebileceği 74 milyon tecilli ölü. Bu allak bullak olmuş alemde kalbim hüzünle dolu. Gece vakti bu korun bir kıvılcımından daha ağır olmayan şu soru gülünç görünüyor: Hayatta yapmam gereken ne? Ne yapmalıyım? Bu soru bir insan için önemli tarihi bir an ve onun yaşını belirliyor. Benim hayatım işte bu soruyla başlar. İşin tuhafı bu beni hayatın içine fırlatıp atan, işte bu çok soyut entelektüel tutumdur.
Garaudy, gönül gözüyle okuduğu ilk kitabın Soren Kiergard’ın “Korku ve Titreyiş” olduğunu söyler. Bu eser Garaudy’de çok derin izler bırakır. Bu kitapla Tanrı olmayan her ilahı reddettiğini söyler. Tanrı tanımazlığı kamil imandan önceki son safha olarak tanımlar. Ama bu safhayı bir türlü aşamaz. Her şeyin merkezinin kesinlikle insan ve millet olmadığını kendi hayat tecrübesinden bilmektedir. Yirmili yaşların verdiği heyecan ve Hristiyan inanışı kabul etmiş bir adam olarak Marsilya’da komünist partisine gider ve üye olmak ister. Marks’ın nerdeyse tüm kitaplarını okumuştur. Komünist partiye üye olurken ateist olmadığını, Hristiyan olduğunu ama bu partiye girip militan olmanın inancı gereği olduğunu söyler. Daha birçok şey anlatmak ister ama komünist parti yöneticisi bunları anlatacak daha çok uzun zamanı olacağını söyleyerek Lenin’in “partiye, politikasını ve disiplinini benimserse bir papazın bile partiye girebileceği” sözünü hatırlatır.

Garaudy, bir entelektüeldir. İhtiyar komünist parti yöneticisi senin bizde aradığın şey macera ise seni bu maceradan nefret ettirmesini biliriz der. Geceleri afiş yapıştırır sabahın ikisine kadar. Ayrıca göstericileri kavga arayan aşırı sağcı gruplara karşı koruma görevinde de bulunur. Tam altı ay sonra ihtiyar sorar “Hâla kalıyor musun?” Evet der. Ve tam 37 yıl komünist partide kalır. Bir taraftan doçentlik için çalışır ve sınav için Strasburg’a gider diğer yandan Strasburg’ta Pazar sabahları Fransızca konuşulan tek yer olan Bruche vadisine giderek partinin emriyle Federasyonlarının gazetesi olan Le Prolo de la Bruche’ü kapı kapı satmakla görevlendirilir.
1935 yılında ilk aşk düşer gönlüne. Hem de dindar bir kıza aşıktır. Bu kızın adı Milaine’dir ve bu aşkı 1937 yılında evlilikle süslerler. Evlilikten kısa bir süre sonra askere gider. Askerde fiili savaş durumunu yaşamıştır. Fas alayı ağır bir darbe almış ve 2/3’ünü kaybetmişlerdir. Eylül 1938’de Münih Paktı’nın imzalandığı gün terhis tarihidir fakat bir yıl daha askerde kalmasına karar verilir. Münih Paktı’nı eleştiren bir yazıyı WC duvarlarına asması nedeniyle askeri hapishaneye girer. Ve nihayet 1939’da terhis olur. Tam iki sene askerlik yapmıştır. Bu askerlik süresi içinde düşüncelerinden dolayı aşağılanır, küfürler yer hatta tekme tokat dövülür ama asla duruşundan vazgeçmez. Askerden sonra öğretim görevlisi olarak üniversiteye de dönmesine müsaade edilmez istikbaline de engel olunmuştur. Ama Garaudy bundan dolayı üzülmemiştir aksine çok mesuttur. Terhisten sonra aşkı Milaine’in yanına döndüğünde isyandan başka bir sevgiye inanmaz olmuştur. Cesaret için Garaudy der ki: “Cesaret herkes gibi korkmak ama işine de devam etmektir.”
1940 yılında kendi tabiriyle sabahın 10’unda iki aynasız kapısına nazikçe dikilir ve sizi almaya geldik der. Artık mimli biridir. Vali odasında Garaudy’e gençliğe yol gösterecek devlet için çalışan bir adam olmasını ister. Ne var ki Garaudy bu teklifi reddeder. Bu teklif reddedilince hapsi boylayacaktır. Birkaç değişik yerde çok sıkıntılı bir şekilde mahpusluk yaşamışken sonra trenlere bindirilip “Celfa”ya götürülür. Çölün kapısıdır Celfa. Celfa’da kaldıkları sırada gönüllü yabancı tugayların hapishaneye geldiklerini duyduklarında komünist mahpuslar onları selamlamak isterler ve marş söylemeye başlarlar yüksek sesle. Başlarındaki komutan kırbaçlarla bunları susturmak isterse de ciğerlerini yırtarcasına söylemeye devam ederler. Komutan makineli tüfekleri kurdurur ve Cezayirli askerlere öldürmelerini söyler ama askerler ateş etmez. Kendilerini öldürmekle tehdit eden Fransız komutana rağmen mahpuslara ateş etmezler. Onlar İbadi mezhebine ait Müslümanlardır.
Yaşadığı bu olaya anlam veremez Garaudy. Sonra öğrenir ki bu askerler Müslümandır ve silahsız olan birine ateş etmezler çünkü böyle yapmaları Allah’ın onlara emridir. Diğer türlü davranmak haysiyet ve şerefleriyle bağdaşmaz. Garaudy bu çileli hapis hayatından 1943 yılında kurtulur ve serbest bırakılır. Serbest kaldığında üzerinde kısa kollu pörsümüş bir gömlek, lime lime bir şort. İpleri sarkan bezden çaputtan ayakkabılar. İçinde birkaç şiir, kalın bir defter, bir tıraş bıçağı, tahliye tezkeresi ve kendisini Cezayir’e götürecek bedava araç bileti bulunan askılı torba. Cebinde mendil yerine beyaz bir paçavra ve bozuk halde 20 frank.
Garaudy, komünist bir milletvekilinin aracılığı ile radyoda iyi bir ücretle işe başlıyor. Yükselişi çok hızlı oluyor. Dinleyici kitlesi oldukça fazla oluyor. Hatta radyo yöneticisi Fransa’ya seslenen 7 haberlerinin de yönetmenliğini Garaudy’e veriyor ve bir sabah New York Times’ın bir makalesini mikrofona okuyor: “Şayet Almanya avantajlı duruma gelirse Ruslara yardım etmek gerek, Sovyetler Birliği toprak kazanacak olursa da Almanya’ya destek olmak lazım ki, birbirlerini mümkün olduğunca çok kırıp geçirsinler.” Bu metin bir Amerikan senatörünün imzasını taşıyor adı Harry Truman. Bu makaleyi aynı zamanda kendine has uslubuyla yorumladıktan sonra kendisini enformasyon bakanının huzurunda buluyor. Tekrar öğretmenliğe dönme karşılığında radyodaki görevine son veriliyor.

Cezayir’de öğretmenliğe başlar ve deniz bakanlığından izin alarak bir piyes oynatır ve piyesten umulmadık kâr elde ederler. Piyesten kazanılan parayı da Fransa ile Arap İslam kültürünü bağdaştıracak bir yeni üniversitenin kurulması yolunda kullanılmasını ister. “Arap İslam medeniyetinin tarihi katkısı” konusunda konferans veriyor ve bu konferanslar öyle başarılı oluyor ki Mısır’da Abdunnasır tarafından kabul ediliyor sonra Tunus’a geçiyor. Dinleyiciler oldukça etkileniyor. Tunus’ta iken sabahın 6’sında Fransa’nın Tunus valisince Fransızlar aleyhine propaganda yapma gerekçesiyle Cezayir’e sürülüyor. Cezayir’de şeyh İbrahim ile tanışması onun hayatında yeni bir bakışa geçişine vesile oluyor. Tasavvufun dünyadan el etek çekme değil dünyanın kokuşmuş yanlarından uzaklaşma olarak algılamasına sebep oluyor. Allah üzerinde yeniden odaklaşmasına vesile oluyor.
Bu çalkantılı hayat içerisinde dindar bir kadın olan Milaine evliliğe daha fazla dayanamıyor ve 1945 yılında Garaudy’den boşanıyor ama Katolik Kilisesinin kurallarına bağlılığı yüzünden 2. Vatikan Konsilinin evlilikle ilgili fesih usulünün değişmesi sonucu ancak 20 yıl sonra 1965’te gerçekleşiyor. Bu boşanmayı bütün hataları ve kusurları içinde en büyüğü olarak tanımlar.
1945 yılından başlayıp tam 14 sene sürecek milletvekilliği hayatı olacaktır ve bu yılları parlamentoda kaybedilmiş 14 yıl olarak tanımlayacaktır. Hayatı tam bir militan hayatıdır ve bir anısında ikinci evliliğinden olan 2. Çocuğu Jean’ı kucağına aldığında çocuk 5 aylıktır ama babasını ilk kez gördüğü için ağlar. Bu duruma oldukça üzülen Garaudy ağlar ve şöyle der: “ Ben onlar için militanlık yapıyorum. Fakat bu iş beni onlardan ayırıyor. Beni onların hayatından siliyor, onların bütün hayatından. Çok küçük bir dairede yıllarca çocuklara şu sözleri fısıldadığını işittiğim her seferinde içim ezilmiştir:
-Gürültü etmeyin baba çalışıyor. Bu çalışma herhalde onları çileden çıkarıyor ve beni daha fazla onların hayatından ayırıyordur.” Kendi hayatının alev gibi onlarda var olmaya devam edeceğine inanarak kendini avutmaya çalışır ama buna da giderek daha az inanır çünkü kendi hayat tarzı çocuklarının ilgisini hiç çekmemektedir. Çocuklarıyla arasında açılan bu mesafeyi hiç kapatamayacağını düşünür.
Sovyetlerin XX. Kongresine Fransa delegasyonu olarak gidiyor ve Stalin ile görüşüyor. Devrim hakkında oldukça büyük bir hayal kırıklığı ile dönüyor. Ağır sanayileşmenin Sovyet halkına getirdiği yükü gözlemleyebiliyor. Stalin’in felsefi yanlışlarını ve bunların yol açtığı siyasi cinayetleri tahlile başlayan ilk komünist entelektüel kendi ifadesiyle Garaudy’dir. 1966’da Sovyetler Birliği’nin Çin aleyhine yürütülen şiddetli kampanyayı bizzat Çin’de araştırmak ister ama Çin’e girişi yasaktır.
Sarter ile mektuplaşmayla başlayan ve üçbin kişinin önünde son bulan varoluş tartışması tam on yıl sürer. Ve bu tartışma Roger Garaudy’nin galibiyetiyle sonuçlanır.
Küba devrimi gerçekleştikten sonra Fidel Castro Roger Garaudy’den üniversitede öğretim elemanı yetiştirme ve müfredat konusunda yardım ister ve 17 ay gibi bir sürede çok verimli çalışmalar ortaya çıkarırlar. Daha sonra Cezayir devlet başkanı Bin Bella tarafından kabul ediliyor ve Küba tecrübesini paylaşıyor. Daha sonra Nasır Mısır’a davet ediyor ve Garaudy İslam Sosyalizmi hakkında konferans veriyor. Salondan bir genç sen bizi İslam’a davet ediyorsun oysa ben İslam’a inanmıyorum diyor ortalık epey karışıyor ve Mikrofonu eline alan Garaudy “ben Müslüman değilim ama halkı %85 Müslüman olan bir ülkede sen islamsız bir sosyalizm kurmayı amaçlıyorsa sen sosyalist değilsin” diyor.

Roger Garaudy’nin Hristiyan bir komünist olması ve bu düşüncelerini açıkça yansıtıyor olması giderek partiyle arasını açar. Partinin insanı bir değirmen gibi öğütmesini de sürekli eleştirmesi gerginliği giderek tırmandırır. Ve 1970 yılında partiden ihraç edilir. Bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Beni umutsuzluğa iten şey, hayatımın en iyi yıllarını verdiğim bu partinin, başka durumlarda cesaretlerine ve namusluluklarına şahit olduğum bu iki bin insanı ne hale getirdiklerini görmektir. Onlar bir kelime -tek bir kelime- söyleme cesareti gösteremeyecek kadar güdümlü hale gelmeyi kabullendiler. Bundan böyle biliyorum ki, bir parti hangisi olursa olsun, tabandan gelen girişimleri bir budama, törpüleme makinesidir.” Bu ayrılık Fransa basınında şaşkınlıkla karşılanır çünkü Garaudy komünist parti içinde en meşhur olan isimlerin başındadır ve komünist partiden ayrılabilme ya da ihraç edilebilme ihtimali en zayıf olan bir felsefeci entelektüeldir.
Komünist partiden ayrıldıktan sonra Afrika ülkelerine geziye çıkar ve Afrika sanatıyla yakından ilgilenir. Afrika danslarının nerden oluştuğuna kadar epey incelemelerde bulunur. Daha sonra Japonya ve Çin’e yolculuk yapar. Yine oralarda sanat hakkında araştırmalar yapar. Doğunun gizemli dünyasını yakından görme fırsatı olur. Bütün bu gezilerden sonra 1978 yılında “Yaşayanlara Çağrı” kitabını yayımlar. Çıkmazdaki Batı medeniyetinin sapmalarını anlatır. Bu kitap yayımlandığı ilk haftadan itibaren yüz bin sınırını aşarak en çok satan kitaplardan olur. Kısa zaman içinde onu bir milyondan fazla Fransız okur. Bu kitaptan 120 bin Frank kazanır ve bu paranın tamamını bütün ülkede “Umut Ağları” adlı şubeleri olacak “Yaşayanlara Çağrı Derneği”nin kuruluşu için harcamaya karar verir. Bu derneğin gayesi “Büyüme” ideolojisi ve ruhların uyuşturulması yoluyla kurumların ve zihinlerin ezici “işgali”ne karşı mücadele etmek için, şiddete başvurmayan yeni bir direnişe benzeyen bir hareket başlatmak olacaktı.
1970’li yıllarda Dünya Yahudi Kongresi başkanı Nahum Goldman ile Fransa’daki evinde görüşür. Bu görüşme tam bir hayal kırıklığı yaratır çünkü Goldman’a göre Filistin’de Araplar mevcut değildir. 1 Ocak 1989’da intifada başkaldırısında bilanço Filistinlilerden 327 ölü İsrail’den 8 ölü vardır. Aynı gün İsrailli bakan müzakereler ancak Filistinliler şiddetten vazgeçtikleri zaman mümkündür der. İsrail ordusu onun öncesinde Lübnan’ı istila etmiştir binlerce masum insanı öldürmüştür. Bu operasyonun adı Galile’de Barıştır. Bu olayı Le Monde dergisinde yazabilmek için 5000 frank öder ve yazı yayımlanır. Fakat o andan itibaren medyatik susturma başlar. Artık televizyona çıkmaz, yazıları hiçbir yerde yayımlanmaz. Fransa’nın en büyük yayınevlerinde o ana kadar 40 kitabı yayımlanmıştır ve yirmi yedi dile çevrilmiştir. Ama artık bütün yayınevlerinin kapıları Garaudy’e kapanmıştır. Garaudy’nin kitabını yayınlayacak yayınevleri baskı altına alınır ve Garaudy artık dört duvar arasına sıkıştırılır.
2 Temmuz 1982 yılında İslam’a giren Garaudy: “Ben İslam’a bir kolumun altında Kitabı Mukaddes diğer kolumun altında Marks’ın Kapital’i ile geldim ikisini de bırakmamaya kararlıyım” diyor. Müslüman olmasına en önemli etkenlerden biri Cezayir direnişinin milliyetçilikten kaynaklanmadığını Allah’a bağlılıktan kaynaklandığını görmesi ve İran devrimidir. Garaudy İran’a gider ve Şeriati’nin ne yapmalı kitabıyla orda tanışır. Sonra bir tercih yapmak durumunda hisseder kendini. Cenevre’de 2 Temmuz 1982’de, İmam Buzuzu’nun önünde İslam’a girişin anahtarı olan tevhid sözünü söyler. Kendini bu karara ve bu kararın tüm sorumluluğuna hazır hissederek Müslüman olur. Müslüman oluşunu şu tarihi sözlerle ifade eder:
“Hz. Muhammed bir hadisinde, Müslüman olmanın, elinde kızgın koru tutmak gibi olacağı bir zaman geleceğini haber verir. Tıpkı yeterli gücü ve imkanı bulunmayan Hz. Peygamberin o dönemin iki süper gücü olan Bizans’ı ve Pers’i, Allah’ın hükümranlığının yegane kanununa göre yaşamaya davet ettiği zamandaki gibi. Bugünkü meydan okumanın da, büyüklükte ondan kalır yanı yok. Çünkü dünyanın öğretmeni, efendisi ve değer yargılarının tek yaratıcısı olduğundan böylesine emin olan şu Batı’ya, şöyle seslenerek meydan okumak gerekiyor:

-İçinde Allah’ın bulunmadığı ekonominizin vahşi usul ve uygulamalarını istemiyoruz;
-İçinde Allah’ın bulunmadığı siyasetlerinizi, milliyetçiliklerinizi, bloklarınızı, terör dengenizi de artık istemiyoruz;
-İçinde Allah’ın bulunmadığı, menşeimiz ve gayelerimizle ilgili sorulara cevap vermekten aciz, salt kudrete sahip olmaktan başka ihtirası olmayan, bilimin zıttı bilimciliğinizi de artık istemiyoruz.
Bir Batılı için, kendisinin Müslüman olduğunu açıklaması demek, her şeyden önce, işte bu zihniyetten kopuş demektir.”
Müslüman olduktan sonra yine dünya gezilerine devam eder. Ürdün’e, Bağdat’a, Lübnan’a, Türkiye’ye, Hindistan’a, Malezya’ya, Sudan’a, Libya’ya, Fas’a, İran’a, Körfez Ülkelerine ve en sonunda Hac için Mekke’ye gider. Gezdiği bütün ülkelerde Müslümanların yeniden kendilerini ve inançlarını gözden geçirmeye duydukları ihtiyacı gözlemler. Müslümanları genelde geçmişin saplantılarına bağlı kalarak yaşadıklarını ve yaşadıkları çağın sorunlarına ciddiyetle eğilemediklerini ve dünyayı yeterince kavrayamadıklarını üzülerek görür. Bu ataletten ve taassuptan kurtulabilmeleri için gittiği tüm ülkelerde konferanslar verir. Garaudy der ki: “Yahudi, Hristiyan yahut Müslüman olsun, Sami dinlerin Allah’ı, tarih boyunca daima şu durumlarda vahiyde bulunmuştur: Mutlak ilkelerden hareketle, tarihi sorulara tarihi cevaplar vermek. O halde bizim Kur’an okumamız, Allah tarafından verilmiş örnekten yola çıkarak onu ilham eden ezeli ve ebedi ilkeye ulaşıp bu ilkeyi, Kur’an’ın bize dediği gibi, “Allah’ın devamlı olarak yaratmakta olduğu” (55/29) bir dünyada her zaman yeni durumlara tatbik etmeye imkan verecek şekilde olmalıdır.
Günahıyla sevabıyla 99 yıllık ömrüne çok hayat sığdırmış kabına sığmayan büyük bir mütefekkirdir Garaudy. 13 Haziran 2012 yılında dünyadaki yaşamıyla olan şahitliği son bulmuş eserleriyle şahitliğine ise devam etmektedir. Öldüğünde geriye 55 eser ve yüzlerce belki de binlerce makale bırakmış ayrıca sayısını tam olarak bilemeyeceğimiz yine yüzlerce konferans bırakmıştır.
Garaudy vasiyeti üzerine yakıldı. Ailesi naaşın başında cenaze namazı kılınmasına müsaade etmedi ancak krematoryum içinde namaz için bir alan ayrılabileceğini belirttiler. Müslümanlar ise bu duruma tepki göstererek naaşın başında dua ettiler ve gıyabi cenaze namazı kıldılar. Ünlü düşünür için gıyabi cenaze namazını ise DITIB Nation Camii İmamı Üzeyir Gür kıldırdı.
Garaudy’nin biyografisini son olarak ölüm hakkındaki düşüncelerini belirterek noktalamış olalım.
“Ölüm beni ebediyete taşıyan bir projenin ve benim de içimde taşıdığım bir dünya ile meşbu bir hayatın sonu değil aksine gelişip genişlemesidir.Ben bu ölümde denizi duyuyorum. Ölüm yaşanmış ebediyet. Allah’ın kamil insanda durmaksızın tecelli ettiği sessiz ve güzel ebediyet. Ölüm, düşme korkusu ve baş dönmesi hissetmeksizin, derin bir nefes alınarak dalınan öteki deniz. Gecesi olmayan gün nasıl olurdu?
Denizi duyuyorum.”
Bünyamin ZERAN