Reformu, mevcut bir toplumsal ‘formu’ yahut yaşam biçimini re-forme etmek, yeniden düzenlemek olarak özetlersek,
Değişimin/reformun neye dayanılarak yapılacağı önem kazanır…
Son iki yüzyıldır Avro-Amerika genel ahalisi dahil, hangi ülkede
Bir ‘yenilik-reform-darbe-inkılap-devrim-iktidar değişimi’ yapıldıysa orada
Zorla yahut demokratik usullerle ama illa ki devletler eliyle
Modernite hakikatine dayalı sermaye düzeni/toplumu lehine ‘siyasi ve iktisadi’ düzenlemeler yapılmış, fakat bu işler ustaca gizlenip halkın lehine olduğuna ikna edilmiştir.
Basitine örneklenirse ‘ekonomik büyüme-ilerleme-kalkınma-kişi başı gelir-refah’ gibi kapitalist iktisadi ilkeler
‘Ülkenin mi’, ülkedeki herkesin mi, yoksa ‘birilerinin mi’ büyütüldüğü, kalkındırıldığı, ilerletildiği ve refaha ulaştırıldığı gerçekliğini örter, tartıştırmaz.
Bunu nasıl becerirler?
Elbette ‘bilimci-medyacı-sanatçı-politikacı’ teologlar ve mesihler eliyle…
Deriz ki,
Nerede, ne zaman bir ‘ekonomik reform’ lafı duyuyorsanız bilin ki
Orada ‘teşvik-muafiyet-garanti-sosyal sorumsuzluk’ gibi sermaye lehine ama halk aleyhine yasal düzenlemeler yapılıyordur.
Bu düzenlemeler ‘yatırım-teknoloji-istihdam-kişi başı yükselecek gelir’ gibi geleceğe dönük büyüleyici propagandalarla savunulur.
Tıpkı yapılıp edilen ‘vurgun-soygun-usulsüz işler ve ilişkiler’ gibi kirli ve gizli işlerin ’hukuki kılıflara’ sokulup ‘yasal’ hale getirildiği “hukuk reformları” gibi…
Bizi enterese eden şey, bu işlerin ‘doğal-normal-olağan-olması gereken’ olup olmadığının anlaşılmasıdır.
Kimler anlar? ‘Mesih ve mehdi’ teologların propagandasına aldanan ortalama insan çoğunluğu bu işleri anlamaz. Çok da görülmez. Çünkü bilmez ve düşünmezler. Bu yetileri körelmiştir.
O halde oturup ağıt mı yakmalı? Ahlak ve adalet arayanların köküne kezzap dökülmüş diye sızlanmalı mı? Vicdani retçilik, savaş karşıtlığı, kadın-çevre-hayvan-mülteci hakları aktivisti olup rahatlamalı, ama sermayeyi ve düzenini tartışmaktan uzak mı durmalı? İntihar özgürlüğüne mi geçmeli?…
Hayır. Zinhar. Allah’ın yasasında değişmeyen sabit şeyler var:
Bunlardan biri, dünya hayatının hakikati ilahi hakikatten bağımsız değildir. Bize dünyanın hakikati bildirildi. Burada sürpriz yok.
Ama reel politikte ilahi hakikatle dünya hayatının hakikati birbirinden kopartılmış, seküler hakikatin toplumsal gerçekliği cari kalınmıştır. Dünya, ahiretten kopartılmıştır. Bunu da bilmeliyiz.
Değişmez hakikatin bir diğeri, insanlık ailesi içinde ‘düşünebilen, akleden, tartışan, gerçeği ortaya koyan-hakkaniyete düşkün-cesur’ bir azınlığın var oluşu. Bunlar hep var. Her toplumda var olur. Oldu.
Bu azınlık dünyanın görünen yüzüne, ziynetine aldırış etmez. Ahiretle bağını dikkate alır.
O halde iş, bu azınlığa düşer. Tünelin ucunda bir ışık olduğuna ikna etmek bunların işidir…
Düşer de ne olur? Bunlar var diye olumsuz işler bir anda tersine mi döner? Bunların elinde sihirbaz asası mı var?
Böyle düşünmek ortalama insanlık ailesine dahil olmaktır. Hayır.
Mesele, hakkın, adaletin duyurulması ve savunulması, örgütlü mücadelenin başlamasıdır. Bu hal zulmün ve haksızlığın faş edilmesi, haddi aşmış zalimlerin ve günahkarların hedef yapılmasıdır.
Bu olursa, böyle başlarsa işler tersine dönmeye başlar. Dönmüştür. Küfürle belki adalet olur ama zulümle abad olunmaz…
Müslümanların çoğunlukta yaşadığı coğrafyada iki yüz yıldır başa gelenlerde önemli bir değişiklik görülmedi: yöneticiler sermaye düzeni lehine ‘iktisadi-hukuki’ reformları yapmaya devam ettiler. Çünkü böylesinin iyi olduğuna ikna edilmişlerdi.
İşlerin bu rotada seyretmesi, ümmet arasındaki ‘etnik-mezhebi’ farklılığın ‘düşmanlığa’ dönüştürülmesiyle de pek ala sürdürülebiliyor.
Buralarda tersine bir çığlık duyulmuyorsa, Allah bunların içinden ‘düşünen-akleden’ iyileri almış demektir! Başa gelen hak edilendir: adil olandır.
Uleması olsun aydını olsun bildiği halde, İslami bakımdan dünya hayatına dair hakikati, dünyada olup bitenleri anlatmayanlar, ahaliyi okumuş yazmış cahillere katanlar, yöneticilere yaptıklarının yanlış olduğunu göstermeyenler, dini tahrif edenlerdir…
İçinde yaşadığımız toplumsal hayatta kısmetimize düşen İslamsız dünya hayatı hakikati ise, elden gelen ‘razı olmadığımızın’ bilincinde olmak, dilden gelen ‘cirmimizle doğru yeri’ işaretlemektir.
Razı değiliz. Sistemle ilişkimizde ahlaki mesafeyi koruruz. Elimizle ağzımıza götüreceğimiz yiyecek ve içeceklerimizi haram-helal ölçüsüne vurabiliriz. Sadıklarla beraber olabiliriz.
Kimse bizi harama zorlamıyor. Kimsenin böylesi gücü de yok.
İktibas / Hüseyin Alan