Hayri Hocam!
‘Mustafa İslamoğlu Örneği’ başlıklı yazıma binaen ‘yorum’ kabilinden eklediğiniz, farklı kişilere ait aforizma kabilinden sözlerle ilgili olarak bir değerlendirme yapmak için bu açık mektubu yazıyorum. Sizin eklediğiniz alıntıların altına ‘yorum’ olarak yazsaydım, gereğinden uzun olacaktı, üstelik de arada kaybolup gidecekti. Müstakil bir yazı olmasının uygun olacağını düşündüm.
Saygıdeğer Hocam!
Şüphesiz iliştirdiğiniz sözlerin her birinin kendi bağlamlarında hakikat payı vardır. Bu sözlerin çoğu benim de kabulümdür. Fakat bu sözlerde iki temanın öne çıktığı fark edilmektedir.
Birincisi şudur: İş bu “âdil kafir – zalim Müslüman” ikilemi nereden çıkmaktadır? Bu işin üçüncü (aslında birinci) bir yolu yok mudur? İnsanlar (bilhassa siyaset adamları) ya adaletli bir kafir ya da zalim bir Müslüman mı olmak zorundadırlar? Neden “âdil Müslüman”dan bahsetmiyoruz? Aslında ‘adil Müslüman’ sözü bile çelişiktir çünkü bu söz “zalim Müslüman”ın da olabileceğini çağrıştırıyor ki bu İslam’a uyun değildir. Eğer bir kişi hem Müslüman hem de zalimse, daha doğrusu biz öyle adlandırıyorsak, o zaman bizim adlandırmamız ya da algımız sorunlu olsa gerektir. O kişiye İslam sıfatını nahak yere yapıştırmamız da bir zulüm olabilir.
Keza “âdil kafir” sözü de tutarlı değildir. Kâfir zaten zalimdir. Kâfir, Allah’ı hakkıyla takdir edemeyendir ve varlığın/hayatın en büyük gerçeğini ıskalamış, en esaslı hakikati örtmeye çalışmıştır. Eşyayı, olması gereken yere koyamamıştır. Böyle olunca kâfir daha baştan adaletten şaşmış, kendisini ‘küfür’ adı verilen dikenli tellerle kuşatıp, cendereye almıştır. Tanım gereği, hiçbir kâfir âdil olamaz. Bütün kâfirler zâlimdirler. Kur’an böyle hükmetmektedir. (Bakara, 254).
İbni Teymiyye’ye atfedilen, “Allah kâfir de olsa, âdil devlete yardım eder; Müslüman da olsa zalim devlete yardım etmez” sözünün bağlamını bilmiyorum. İbni Teymiyye gerçekten ‘alim’ sıfatına layık bir değerimizdir fakat takdir edersiniz ki bu bir cümlecik bir sözle İbni Teymiyye’nin bütün düşünce yapısı özetlenemez. Kaldı ki bu sözü kim söylerse söylesin, mademki Allah’a dair bir hüküm bildirmektedir, mutlaka bunun Kur’an’da bir karşılığının olması gerekmez mi? Kâfir ama ‘âdil’ devlete yardım edeceği tezi Kur’an tarafından doğrulanmakta mıdır? Aslında burada sanki görece bir adaletten bahsedilmektedir. Nitekim batıdan doğuya yığınlarca insan bir köpeğe yapılan en küçük bir saldırıya karşı adeta kükremektedir. (Şüphesiz hayvana eziyet yapılması bir zulümdür). Ama bu kükremeler adalet kavramından türeyen, hakkı-hukuku bilen, Allah’tan korkan kimselerin bir münkere olan tepkisi midir, yoksa başka gerekçelere mi dayanmaktadır? Eğer öyle olsaydı, aynı insanlar Avustralya’da beş bin (on bine tamamlanacaktı) yabani deve, kuraklık gerekçesiyle itlaf edilirken de aynı tepkiyi vermeliydiler. Dünyanın her bir köşesinde insanlara yapılan zulümleri anlatmaya ise değil satırlar, kitaplar bile yetmez.
İkinci husus: Adalet ve zulüm kavramlarını nasıl anlamalıyız? Adalet nedir, zulüm nedir? Bu iki kavramı ve (İslam’ın kurucu kavramları olan daha yüzlercesini) kim tanımlayacak? Bu sorunun da zait olduğunun farkındayım çünkü adaleti de, zulmü de zaten Allah tanımlamaktadır. Bunlar Kur’an’ın terimleridir. Zulüm Allah’ın zulüm dedikleridir, adalet de Allah’ın adalet buyurduklarıdır. Hiç kimse adalet ve zulüm terimlerini Kur’anî içeriğinden boşaltarak, içine kendi öznel tanımını tıkıştıramaz. Allah’ın tanımına rağmen herhangi bir beşerin adalet ve zulüm tanımı esas alınamaz.
Modern çağın dayattığı düşünceler biz Müslümanları etkisiz ve yetkisiz, her türlü tesire açık sinik varlıklar haline getirdi. Kendi öz kavramlarımıza dahi sahip çıkamıyoruz. Bugün pek çok insan adalet ve zulüm derken, gözünü, gönlünü ve idrakini Kur’an’ın bu iki kelimesine teksif ederek konuşmuyor, bu kelimelerin batılı paradigmaya uyarlanmış (korsan) biçimini esas alarak konuşuyor. Müslümanlar kendilerini modern söyleme o kadar kaptırdılar ki, asgari ücret zulmüne kafa yormalarının çeyreğini bile, kendisini Allah’ın yerine ikame etme çabasında olan küresel (ve yerel) tuğyan düzenine yormamaktadırlar. İslam beldelerinde İslamî geçmişi olan insanların kurdukları partiler marifetiyle İslam’ın laik paradigmanın beslemesi durumuna düşürülmesi 1 Mayıs işçi bayramı kadar bile Müslümanları alakadar etmemektedir. Bir ilin düşman işgalinden kurtuluşunun(!) yıldönümü törenlerinde çarşaflı bir kadın zincire vuruluyor ve biraz sonra zincirleri çözülerek, içinden modern bir kadın çıkıyor. Bu temsilin mesajını zulüm olarak adlandıracak bir Müslüman iradesi maalesef bulunmuyor. Başörtülü bir kadın, başörtüsüyle plaja alınmadığı için şikayetçi olmakta ve pek çok Müslüman(!) bu kadına yapılan ayrımcılık ve zulmü kınamakta, kadının mağduriyetine arka çıkmaktadır. Bu olayda bir zulüm olduğu kesindir ama acaba hangisidir?
Keza henüz hatıralarda canlı bulunduğu üzere, bir hanım 1999 yılında FP’den milletvekili seçilmiş, Meclise başörtüsüyle gelerek yemin törenine katılmak istemiş, fakat Meclisi inleten laik refleks neticesinde yemin edememişti. Dönemin başbakanı meclisi adeta o hanımı linç etmeye davet etmişti. Başbakan, milletvekilinin başörtülü olarak meclise girmesini, devlete meydan okuma olarak algılamıştı. Yine buradaki zulmü seçip ortaya çıkarmak bir kısım Müslümanları terletmektedir. Buradaki zulüm nedir; başörtülü milletvekilinin İslam’la hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak, tamamen laik bir yemin metnini -başörtülü olarak- okuyup, hakimiyeti kayıtsız şartsız millete tahsis eden Mecliste laik icraatlara imza atması mıdır, yoksa o günkü vekillerin ekserisi tarafından yuhalanarak dışarı atılması mıdır?
Adalet-zulüm konusunda pergelimizin ucu Kur’an’ın, “şirk en büyük zulümdür” ilkesine tutunmamışsa, bizler sahih bir adalet ve zulüm tarifi yapabilir miyiz? Kur’an’ın bu zulüm tarifini bugünkü topluma önerebilir miyiz? Okullarda ders kitaplarına böyle yazabilir, ilahiyat fakültelerinde bunu bir paradigma olarak öğretebilir, camilerde vaizlerimizden böyle vaazlar dinleyebilir miyiz?
Hayri Hocam!
Facebook’ta (10 Eylül günü) paylaştığınız ‘Muhteşemsin Garaudy’ başlıklı yazıda Garaudy, kendisini Fransızların öldürtmek istediğini ama Cezayirli Müslüman bir asker sayesinde ölümden kurtulduğunu anlatmaktadır. İslam ümmeti ne kadar ölü olsa da, o bir tek Cezayirli Müslüman asker bile ümmeti tek başına temsil etmeye kafidir. İslam ümmeti işte budur. Bu ümmet şu anda ölüyse de bu ümmet yeni baştan (Alpaslan Açıkgenç Hocanın tespiti üzere) dirilecektir inşaallah.
İşte bu bağlamda Muhammed İkbal’in, “kaçın Müslümanlardan, sığının İslam’a” sözünün çok anlamı kalmamaktadır. Çünkü şu andaki ‘Müslümanlar’, İslam’ın bizzat kendi kaynak ve imkanlarıyla yetiştirilmiş Müslümanlar olmayıp, İslam’ın hasmı olan rejimlerin, batılı zengin ülkelerin rejisörlüğünde yetiştirdikleri, dışı laikleri, içi Müslümanları yakan yığınlardır. Bu yığınların büyük çoğunluğu İslam’ı hiç bilmemektedir. Bunlara bakıp, kendimizi gavur, gavurları da ‘Müslüman’ gibi tanımlamak ‘adalet’li olmasa gerektir. Türkiye’de İslam’ı komünizmden farklı görmeyen bir rejim bütün nesillerimizi Kemalist, ulusalcı değerlere göre yetiştiriyor, üzerine biraz da İslam’dan tozlar ekerek, dışarıdan bakınca İslam sanılsın istiyor. Böylece bir taşla iki kuş vuruyor: Hem nesillerimizi İslam’dan kopartıyor hem de “İşte bakın İslam budur!” diyerek İslam’ın artık tarihte kaldığı hezeyanını kitlelere telkin ediyor.
Biz Müslümanların bizi yeniden tarihe döndürecek olan imanı bir daha elde edeceğimiz günleri Allah’ın nasip etmesi en büyük dileğimizdir.