Cumhuriyet Dönemi Modernleşmenin Truva Atları
Mustafa Kemal, cumhuriyeti pozitivizm felsefesi üzerine bina etmiştir. Mustafa Kemal, meşruiyetini bilimden alan batı toplumunu çok daha hür ve yaratıcı buluyordu. Bilim, onun için sadece kişinin yaratıcılığını geliştirebilmesinde boğucu halk değerlerinden onu kurtarmaya muktedir bir kurallar dizisiydi. Mustafa Kemal, bu amaca yönelik iki siyaset tasarlamıştı: Birincisi; özel hedefi, kontrolü ortadan kaldırmak olan laik yasalar; ikincisi de cumhuriyet için kültürel bir batılılaşma programı.[1]
Mustafa Kemal’in, kişiyi topluluk normlarından kurtarma girişiminde karşımıza çıkan ilk görüntü, “tevhid-i tedrisat” kanunudur (3 Mart 1924). Bu kanun, eğitimi ilk ve son defa, ulemanın elinden almakla kalmadı, ayrıca ortak eğitimin ve böylece de okul yıllarından ileriye doğru cinsiyetler arasında tam anlamıyla yeni bir kaynaşmanın yolunu açmış oldu. Altusser’in yorumuyla devletin en önemli ideolojik aygıtı bu süreçte eğitim sistemi olmuştur. Mustafa Kemal istediği tip batılılaşmayı eğitim yoluyla gerçekleştirmiştir. Eğitimin toplumda nasıl bir değişim gerçekleştirdiğini anlayabilmek için Şerif Mardin’in tarif ettiği mahalle tanımına bakmak gerekir diye düşünüyorum. “Çoğu zaman, bir dereceye kadar keyfi olarak çizilen sınırlarıyla birlikte mahalle, idari birimden daha fazla bir şeydir… Osmanlı vatandaşının ömrünün çoğunu içinde biçimlendirdiği bir çevredir. İlk eğitimin verildiği, doğumların kutlandığı, evliliklerin düzenlendiği, ölüler için cenaze merasimlerinin yapıldığı yer burasıdır. Burası, camilerin istenilen şeyleri duymaları için mahallenin bütün sakinlerini harekete geçiren bir kurum gibi işlediği mekandır… Ahlaki denetimin İslamî kurumu, içki alemleri ve loş kumarhane odalarına sinsice ilerleyerek sokulurdu… daha yüksek mercilere gidecek dilekçe üzerine ilk mühür imamlar tarafından vurulurdu.”[2]
Mahallede ömrünü geçiren adam için bu kuralları aşmak zordu ama yıllarını yatılı olarak yurtta geçiren bir öğrenci için okul talimatları daha önemliydi. Okul pozitivist değerleri öğrencilere yükledikçe okullardan yetişen öğrenciler de mahalle kurallarına ters gelecek davranışlar sergiliyorlar ve zamanla yeni bir yaşam biçimi oluşuyordu. Artık mahallenin değerleri yeni pozitivist siteme angaje oluyordu. Osmanlı döneminin en önemli ideolojik aygıtı olan din yeni sistemde yerini okula bırakıyordu. Önceki sistemde taşrada ileri gelen kimse köyün imamı iken yeni sistemde öğretmen ve muhtar oluyordu. Böylece takip edilmesi gereken kimse olarak imam önder kabul edilmiyordu. Köy enstitüleri de bu anlamda dinin taşradaki gücünü kırmak için kullanılıyordu. Halk arasında bilge olarak bilinen din adamları artık yeni sistemde şarlatan olarak tanımlanıyordu.
Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in yaptığı bir dizi yenilikler batılılaşmayı beraberinde getiriyordu. Hilafetin kaldırılmasıyla gündelik hayatın en küçük noktasına kadar nüfuz etmekte olan dinin bu bölgelerle olan ilişkisi kesiliyordu. Ardından Şeyhülislamlığın ve Evkaf vekaletinin lağvı (3 mart 1924), dini mahkemelerin kaldırılması (18 nisan 1924), Şapka İnkilabı (25 kasım 1925), dini tarikatların dağıtılması (30 kasım 1925), miladi takvimin kabulü (1 ocak 1926), yeni ceza kanununun kabulü (1 temmuz 1926), İsviçre medeni kanununun kabulü (4 ekim 1926), İslamiyet’in devletin resmi dini olmaktan çıkarılması (10 nisan 1928), latin alfabesinin kabulü (1 kasım 1928), ezanın Türkçeleştirilmesi (3 şubat 1932) izledi.
3 Mart 1924 hilafetin kaldırılmasıyla birlikte dinin devlet kontrolüne alınabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Osmanlı Devletinde din nasıl ideolojik bir aygıt olarak kullanılmışsa cumhuriyet devrinde de yeni oluşturulmaya çalışılan toplum için din aynı şekilde ideolojik bir aygıt olarak kullanılmıştır. Osmanlı ve Selçuklularda olduğu gibi Cumhuriyet Türkiye’sinde de devletin istediği din anlayışı baskındı. Sistemin istediği ve izin verdiği kadar bir din anlayışı topluma verildi. Tamamen devrimci kimliğinden uzak, yalnızca şekli ibadetlerden örülü ve pozitivizme uygun olarak bireyin içinde yaşayan bir vicdani kanaate dönüştürüldü. Sistem, İslami değerlerin canlanmasını istemiyordu çünkü gerilemenin sebebi İslam gibi görülüyordu. Batı, en iyi değer üreten sisteme sahip olarak kabul ediliyordu. Bundan ötürüdür ki bir süre için şark müziğinin icrası yasaklandı. Opera, bale ve Batı çok sesli müziğinin öğretildiği konservatuar Ankara’da açıldı. Batı tarzı resim, aynı zamanda, modern Türk ressamlık ürünlerinin sunulduğu birkaç süreli yayına hükümet tarafından destek verildi. 1927 yılında bir Mustafa Kemal heykeli, İstanbul’da törenle açıldı. Kaldı ki insan cisminin yapılmasının put olarak algılandığı bir toplumda heykelin yapılması toplumun inançlarıyla çatışmanın ve onları değişime zorlamanın sınırlarını göstermesi açısından manidardır.
Adnan Adıvar Amerika’da yaptığı bir seminer konuşmasında ifade ettiği gibi cumhuriyet döneminde Türkiye pozitivist bir Anıtkabir’e dönüştürülüyordu[3]. Buna düşünce bile demek zordu ve en iyi ifadeyle “resmi dinsizlik doğması” diye tanımlanmalıydı.
Cumhuriyet döneminin batılılaşma sürecini anlamamız açısından inkılap diye topluma dayatılan ilkelere göz atmamız yeterlidir. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik, inkılapçılık. İslami bir toplumda ümmetçi anlayış vardır ve milliyetçilik küfür olarak addedilir. Mustafa Kemal’in milliyetçilik hususunda şu sözleri önemlidir: “… din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini kabul etmekteyiz. Türkler, İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti. Milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi.”[4] Bu ifadeler bize Mustafa Kemal’in cumhuriyet toplumunu dinin üzerinde yeni bir kimlikle tanımlama yapma isteğini yansıtır ki bu da milliyetçilik algısıdır. Milliyetçilik algısı bile milli bir konum olmaktan ziyade batılı bir zihni işaret etmektedir. Çünkü Türk milleti olarak ortak bir geçmişi olan insanlar topluluğundan değil, batının medeni milletleriyle ortak bir geleceği paylaşacak insanlar topluluğundan oluştuğu istenci hâkimdir ki, bununla yapılmak istenen şey unutkan bir toplum meydana getirmektir.
Cumhuriyetçilik halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır ki idarenin temelini seküler akıl alır. Vahiyden bağımsız seküler aklın idare ettiği bir rejim Kur’an açısından baktığımıza yine küfürdür. Laiklik, hayatı ikiye bölmekte ve insan kendisini tanrının yerine koymaktadır. Din yalnızca seküler alanı düzenleyen tertipleyen bir emir uşağıdır. Hayatın dışındadır ve hep vicdan içine hapsolunmuş olacaktır ki bu da yine vahiy açısından kabul edilemez bir durumdur ve küfürdür. Devletçilik ilkesi esas olarak devleti yaşatmayı merkeze alır ki İslam’ın görüşüne yine terstir. İslam için önemli olan vahyin doğru bir şekilde hayata geçirildiği bir yönetim inşa etmektir. Bunun için her yol meşru değildir ve Şeriatten saparak bunlar yapılmamalıdır. Oysa pozitivist aklın oluşturduğu devlette ayakta kalmak için Makyevelist düşünceyi kabul etmek gereklidir. İnkılapçılık ise toplumu ıslahtan öte toplumu ifsad edici bir özelliği taşımaktadır ki tamamen batıcı değerler üzerine kurulu bir toplumsal değişimi ifade eder. Halkçılık ilkesi en insancıl olarak görülmesine karşın ulusal egemenlik ve demokrasi temeline dayanması neticesinde yine İslam açısından problemli bir inkılaptır.
Nitekim cumhuriyet elitinin Batılılaşmış bir Türkiye oluşturma isteği geniş halk kitlelerinin değerler sistemi açısından çok fazla bir anlam ifade etmemiş olsa da; öyle bir Türkiye ki, kadınların sosyal ve siyasal haklarıyla erkeklere eşit olduğu, kadın ve erkeğin Batılı tarzda giyindiği, Batı’nın felsefesini ve sanatını taklit ettiği, Batılı gibi dans edip, Batılı gibi yemek yediği, Batı’nın müziğini, sahne gösterilerini izlediği ve hatta 1928’de Darül Fününa bağlı İlahiyat Fakültesi mensuplarınca kurulan bir komisyonun teklifleri kabul görseydi, neredeyse Batılı gibi dua ettiği bir Türkiye ve Türk toplumu meydana getirilmek istenmiştir.[5]
Yeni Türkiye’nin tanımı ve istikameti açısından Adliye Vekili Mahmut Esad Bozkurt’un “… Türk İhtilâli’nin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine maletmek ve benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından kanunlarımızı oldukları gibi Batı’dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun iradesine uygun hareket etmiş olacağız…”[6] Bütün bu Batılılaşma çabalarına rağmen Batılılaşmanın çok gerisinde kalındığını iddia eden entelektüeller de vardır. Prof. Mümtaz Turhan, Niçin Batılılaşamadık? Sorusunu kendince cevaplamış; değişmeyi istemek ve eski hayatı terk etmek Batılılaşmak değildir demiştir. “Türkiye Batılılaşamamıştır. Bunun en büyük sebebi, insan unsuru dışında Batılılaşmak yolunun seçilmiş olmasıdır. Batı medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran, kendisini erişilmeyecek kadar üstün kılan kuvvet ilimdir. İlmî zihniyettir. Biz ferde bu zihniyeti vermiş değiliz. Ferdi bu şekilde yetiştirmiş değiliz. Zannedilmiştir ki, Batılılaşmak, Garplıya benzer şekilde yaşar görünmektedir. Medeniye prensiplerini benimsemek yerine onun teknik vasıtalarını satın almaktır. İlim zihniyetine sahip kılınmamış bir insan, güzel bir buzdolabına sahip olmakla, geniş caddelerden geçmekle Batılı sayılamaz. Çünkü kullandığı ve faydalandığı vasıtaları kendisi yapmamış, onları hazır almıştır. O yaratıcı değil taklitçidir. O ancak bir “hacıağadır”.[7]
Modernleşmeye Geçişte Kullanılan İdeolojik Aygıtlar
Cumhuriyet ideolojisi baskı aygıtları yanında ideolojik aygıtları da devrimleri pekiştirmede bir araç olarak kullanmıştır. Bunları sırasıyla konuşacak olursak; eğitim, dinsel ideolojik baskı aygıtı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiiler, medya (medya derken o dönem için gazete ve radyo kastedilmektedir) ve son olarak şehirleşmeyi esas alabiliriz.
İdeolojik Aygıt Olarak Okul:
Öncelikle belirtelim ki Osmanlı da toplumu dönüştürücü aygıt din idi. Yeni Türkiye ise en önemli ideolojik aygıt olarak eğitimi kullanmıştır. Çünkü Türkiye rol model olarak Avrupa’yı esas alıyordu. Devletin dil devrimi yapması ile birlikte yeni yetişecek neslin geçmişle bağını kesiyor ve eğitim kurumlarıyla yepyeni bir toplum inşa etme sürecine giriyordu. Yeni yetişecek nesil bu sayede Avrupa pozitivizmine teslim oluyor ve dini değerleri ise küçümsüyordu. Fransız laikliği ile donatılırken, Darwin’in evrimciliğine bağlı, Freud’un psikanaliz mantığıyla yetişiyordu. Öncelikle dini değerler toplumun tamamen dışına itilip yerine Batı pozitivizmi inşa ediliyordu. Dinin yerine konan yeni değer ise ulusçu anlayıştı ki bu topluma dayatılan yeni bir dindi. Adı da Türk Milliyetçiliği idi. 1923-1924 tarihleri arasında İlk ve Ortaöğretim okulu olarak 4.894 okul, 273.107 erkek öğrenci ve 62.954 kız öğrenci olmakla birlikte toplam 341.941 öğrenci mevcutken 1940-1941 arasında 10.596 okul, 661.279 erkek öğrenci ve 294.468 kız öğrenci ile birlikte toplam 955.747 öğrenciye ulaşılmıştır.[8] Bu sayısal değerleri 2013 yılının verilerine kadar getirdiğimizde ise karşımıza korkunç rakamlar ve değişimler çıkacaktır kuşkusuz.
Bu okullardan mezun olan yeni nesil, devletin; bürokrasi, siyaset, ordu ve yargı gibi merkezlerine yerleştiğinde Cumhuriyet’in başlangıcında rejimin, kendisini yeniden üretmesine yetecek kadar kitleye ideolojik aygıtlarıyla nüfuz edebildiğini söyleyebiliriz. Eğitimin özellikle kadınlar üzerinde yarattığı seküler etki ise çok daha fazladır. Kadınlar daha fazla eğitim olanağına kavuşup meslek sahibi oldukça, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki annelerine nazaran ataerkil kalıpları daha çok sorgulamış ve kendi ayakları üzerinde durabilme yeteneğine daha çok kavuşmuşlardır.
Cumhuriyet döneminde merkezin ideolojisini çevreye taşıyan eğitim aygıtları okullarla sınırlı kalmamıştır. Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri gibi aygıtlarda olmuştur. Halkevleri, Meşrutiyet’te kurulan Türk Ocakları’nın yerini aldı. Halkodaları ise Cumhuriyet döneminde, küçük yerleşim yerlerinde kurulan, Halkevleri ile aynı çizgideki kuruluşlardı. İnkılabı yaymak, İslami ideolojinin gücünü kırmak gibi amaçlarla kurulan ve faaliyet gösteren bu kurumların, kapatılana kadar CHP’ye bağlılığı sürdü. Bu kurumlar 1951 yılına gelindiğinde DP tarafından kapatıldı.
Köy Enstitüsü projesinin fikri arka planında, 1924 yılında Türk Eğitim sistemi için rapor hazırlayan John Dewey ve ayrıca William James gibi filozofların pragmatist felsefesi olduğu söylenebilir.[9] Köyün içinden köye öğretmen yetiştirme hedefini güden bu kurumlardan 17 bin kadar köy çocuğu öğretmen olarak yetişmiş ve geniş bir kitleyi bunlar eğitmişlerdir. Bu kurumlar teorik bilginin yanında pratik uygulamaya da önem vermiş; makine kullanımı, hastalıkla savaş, kooperatifçilik ve hayvancılık gibi birçok konuda köylüyü eğitmişlerdir. Köy Enstitüleri arka planlarında var olan pragmatizme uygun eğitimlerinin yanında, Cumhuriyet merkezinin ideolojisini; köyde, imamın yerine Cumhuriyet’in yetiştirdiği öğretmeni önder yaparak yerleştirmeye çalışmışlardır.[10]
Dinsel İdeolojik Aygıt Olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler:
Cumhuriyet ideolojisi dinsel kurumlara farklı şekilde yaklaşmıştır. Bu farklı yaklaşımlar; gücünü yoketme, kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma diyebiliriz. Camilerin nasıl kontrol altına alınması gerektiğiyle ilgili bir endişe ise hep vardır. Camilerin cemaatlerin kontrolüne geçmesinden korkuluyordu. 1931 yılında çıkarılan bir kanunla camii ve mescitlerin yönetimiyle görevlilerin atanması Evkaf Umum Müdürlüğüne geçti.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin Diyanet İşleri Başkanı olmadan önce 1920’lerde yazdığı hutbe kitabında yer alan hutbe başlıkları, camilerin nasıl ideolojik aygıt olarak kullanıldığı konusunda fikir verici niteliktedir. Bu başlıkların bir kısmı şöyledir; “Çalışan Mükafatını Görür”, “Vatan Müdafası”, “Türk Hava Kurumu’na Yardım”, “Askerlik Şerefi”.[11] Camilerin minarelerinin arasına mahyalar yoluyla yazılan yazıları incelememiz bile aynı yönde bir kanaat verecektir. Minarelerin arasına mahyalarla yazılan bazı sloganlar şöyledir; “Varol İnönü”, “Türk Yılmaz”, “Yaşasın Gaziler”, “Vatan Sevgisi İmandandır”, “Yaşasın Misak-ı Milli”.[12] Diyanet’in Cumhuriyet merkezinin rahatsızlık duyduğu Nurculuk ve Süleymancılık gibi akımlara karşı raporlar hazırlamasından da anlaşılabilir. Örneğin Nurculuk hakkındaki raporda Nurculuk; İslami esaslara uymayan yorumlar yapmak, Saidi Nursi’yi aşırı yüceltmek, Kur’an ve Sünnete aykırı akıl dışı yaklaşımlarda bulunmak, Mustafa Kemal’e saldırmak, Kürtçülüğü körüklemek, şapka devrimine karşı çıkmak gibi hususlarda eleştirilmiştir.[13]
İdeolojik Aygıt Olarak Medya:
Cumhuriyet rejimi tek partili dönemde gazete ve dergi gibi medya araçlarını ideolojik aygıt olarak kullanmayı bilmiştir. Her ne kadar basını tekelinde toplamamış olsa da muhalif yazarlara verilen cezalar ve yıldırma politikaları sayesinde kontrolü elinde tutmayı becerebilmiştir. 1927 yılında radyo yayıncılığı Türkiye’de başlamıştır. Radyo, büyük kısmı okur yazar olmayan bir topluma, cumhuriyetin sözle ulaşmasının aracı olmuştur. Böylece devletin diğer ideolojik aralarla ulaşamadığı yerlere ulaşmada ciddi bir araç olmuştur. Televizyon yayınları Türkiye’de 1968 yılında başladığı için ideolojik aygıt olarak TV’ler bu bölümde ele alınmayacaktır.
Şehirleşmenin artması, köylere elektrik gitmesi, vericilerin ülkede daha çok yayılması radyo yayıncılığı eliyle topluma yön vermeyi hızlandırmıştır. Özellikle Cumhuriyet gazetesi yeni rejimi basın yoluyla halka takdim etmede ve toplumsal değişimi ateşleyen yayınları yapmada Cumhuriyet’in yılmaz bekçiliğini yapmıştır.
Şehirleşmenin Sonucunda İdeolojik Aygıtların Artan Önemi:
Şehirleşme olgusu, çevredeki bireylere ideolojik aygıtlarla daha çok nüfuz edilmesine olanak tanınmasının yanında, oluşturduğu yeni sosyal yapı ve güç ilişkilerini yeniden şekillendirmesiyle de bireyleri dönüştürdü.
Devletin sekülerleştirici ideolojisine karşı bireylere İslami bir hayat görüşü veren en önemli kurum aile olmuştur. Şehirleşme, bunu yok etmemiştir ama ailenin çekirdek aile olmasına yol açarak; önceki dönemin ideolojisine göre hayatlarının daha uzun dönemini geçirmiş ve Cumhuriyet’in dönüştürücü yeni ideolojik aygıtlarıyla daha az karşılaşmış olan büyükanne ve büyükbabaların yeni nesiller üzerindeki etkisinin azalmasına yol açmıştır. Kocalarının aileleriyle yaşamaktan uzaklaşma, kadınların erkek egemenliğine dayalı değerlere göre işleyen geniş ailelerden uzaklaşmaları ve daha çok otonomi kazanmalarına da sebep olmuştur. 1927 yılında kırsal kesimde yaşayan nüfus %75,8 oranında iken, 1950’de çok ufak bir değişiklikle bu oran %75,0 olmuştur. Bu oran Batı’daki modernleşmeyle Türk modernleşme arasındaki önemli bir farklılığı anlayabilmemizi sağlayabilir.
Batı’daki modernleşme toplum seviyesindeki değişimler üzerinde yükselmiştir ve şehirleşmenin getirdiği yeni toplumsal yapı ve üretim ilişkilerindeki farklılaşma, Batı modernleşmesinin en önemli dinamiklerinden biri olmuştur. İngiltere’de köylülerin tarımın karın doyurmaması neticesinde şehirlere akın ederek karın doyurmak istemesi sonucu oluşan köyden kente göç Avrupa’nın toplumsal dinamiklerini hepten değiştirmişti. Bu durumun aynısı Türkiye’de çok daha uzun zaman dilimleri içinde meydana gelmiştir ki bu oran özelikle 1923-1950 arasında şehirleşme açısından ancak %1’e tekabül etmektedir. Şehirleşmeyle birlikte oluşan algıya göre; şehir, yüksek olan Batılı kültürünü temsil ederken kırsal kesim ise düşük olan İslami kültürü temsil etmektedir. Batılılaşmak, medeni olmak anlamını taşırken İslami değerlere sahip olmak ise irticacı olmak, geçmişe takılıp kalmak ve uygar dünya değerlerine düşman olmak anlamında değerlendirilmiştir. Şehirleşmenin yarattığı sosyolojik ortam bireyciliği geliştirirken aile bağlarını zayıflatmış ve birey üzerinde kontrol mekanizmasını gevşetmiştir. Bu durumda bireyi dönüştürmek daha mümkün hale gelmiştir.
Devrimci Zihniyetin Dışa Vurumunda Aydınların Rolü
Bu başlıktan kastettiğim şey yaratılmaya çalışılan ulusçuluk dininin hem ilahı hem peygamberi olarak görülen M. Kemal’in nasıl putlaştırıldığını anlatabilmektir. Bugün Kemalizm dediğimiz ideolojinin kaynaklarına inebilmektir. Böylesi bir heyulanın yaratılmasında elbette M. Kemal’in katkıları büyüktür. Bunun yanında kraldan daha çok kralcı olan şakşakçıların da rolü büyüktür. Bu şakşakcılardan biri yine Yakup Kadri’dir. Yakup Kadri, Mustafa Kemal’i gözünde adeta ilahlaştırıyor. Böylece edebiyat yoluyla Mustafa Kemal’in putlaştırılması yeni nesile enjekte ediliyor. Çünkü Mustafa Kemal yeni Türkiye’nin, modernleşen Türküye’nin sembol ismi olmuştur. “Sahi, her şey o hale geldi mi? Öyleyse, Anadolu ordusu, şu dağların öte kıyısında yeni bir meydan savaşına niçin hazırlanıyor? Askeri hayatında hiç bir bozgun görmemiş olan büyük Türk serdarının cephede işi ne? Gidip yakından görmek için delice bir arzuyla tutuşuyorum. Bir kabe gibi cepheye gitmek ve onun çadırı etrafını tavaf etmek istiyorum.”[14]
Bu konuyu anlatabilmek için Faruk Köse’nin Akit gazetesinde yazdığı yazıyı alıntılamak meramımızı ifade etmeye yetecektir diye düşünüyorum. “1927’de Sarayburnu’nda dikilen ilk anıtından sonra adına binlerce anıtlar, heykeller, büstler, resimler yapılarak yurdun her köşesine yerleştirildi. Açıkça “ilah” olarak tanımlanır oldu. Nitekim, henüz M. Kemal hayatta iken, 5 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Atatürk yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır” yazılabildi.
Sözleri ayet gibi, hadis gibi her yere yazıldı. İlke ve devrimleri kutsanıp dokunulmaz ilan edildi ve bütün hayat ona göre biçimlendirildi. Dini hayat bile onun sözlerine göre tanımlanıp sınırlandırıldı. Zorunlu “Din Kültürü” derslerinden ayet ve hadisten çok onun sözlerine yer verildi. “Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” sözlerinin ardına düşülerek, İslam’a karşı imha edici bir kampanya yürütüldü. “Kutsal Kitap” yazdı, ama yazdığı Nutuk, bağlıları tarafından kutsal kitap olarak algılandı. “Kemalizm” adıyla halkı devre dışı bırakan ve “silahlı bürokrasi”yle güçlendirilmiş bir “elitler diktatoryası” kuruldu. Toplum “tek seslilik”e, “tek tiplilik”e icbar edildi ve bunun için otoriter-totaliter bir rejim kuruldu.
“Yüce Atatürk”, aslında bir “Mitolojik Figür”ün ifadesi oldu. Ne varsa bu figür bağlamında yorumlandı, bu figür etrafında “güçlü organizasyonlar”la “derin işler”e dalındı.
Yüceltip ilahlaştırma kapsamında şiirlerde bakın neler söylendi:
“Kabe Arabın olsun, bize Çankaya yeter.” “Rabbim de gözyaşı dökmezse ayıp.” “On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan.” “Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el / Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel.” “Bu taş (mezarının taşı) daha kudsidir o Kabe’nin taşından.” “Selanik’ten yüceldi ilahların bir eşi.” “Kurtulmak, kurtarmakta hacet yoktu Allah’a.” “Varsın… Teksin… Yaratansın…” “Biz sana tapıyoruz.” “Yoktan varediyor Tanrı gibi her şeyi.” “Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.” “Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.” “Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi (eşit).” “İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!” “Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili / İnsana ne ilâh, ne de sevgili, / Ne de ana-baba aratıyordu / Her an yaratıyor, yaratıyordu.” “Tanrı gibi görünüyor her yerde.” Sonra uçtular adeta: “Millete can veren, vatan yaratan; / Tanrının göklere dönüşü gibi… / Her zaman ırkıma büyük Baş Atam, / Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!” Ve nihayet, “Allah değil, o yazdı alın yazımızı” dendi.
Ezana nazire olsun diye “Atatürk ekber.. Atatürk ekber” diye başlayan bir “yeni ezan” yazıldı. “Allah’ın dediği olur” şiarına karşı “Cumhuriyet’in dediği olur” dendi. Anıtkabir Kabe’den üstün görüldü. Hz. Muhammed’in doğum günü münasebetiyle yapılan “Kutlu Doğum Haftası”na karşı, 19 Mayıs Haftası’nı “Mutlu Doğum Haftası” ilan edildi. “Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” ayetine karşı, “Kemalist Devrim mutlaka tamamlanacak” sözü afiş yapıldı. Kur’an-ı Kerim’den hüküm ayetleri çıkarılarak yerine Nutuk’tan parçalar konulmak istendi. Kapsamlı bir “dinde reform” projesi hazırladılar. İslam inancındaki “amentü”ye karşı “Türk’ün yeni amentüsü” yazıldı. “…Ulu Şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır” dendi.
Bir yandan İslam dinini kaldırmak için ne gerekiyorsa yapıldı, bir yandan da “Kemalist ideoloji” dinselleştirmeye çalışıldı. Açıkça “Tanrılaşan Türk; Atatürk” ya da “Tanrı Türk” söylemi zihinlere enjekte edildi. Tutmayınca bir nevi Peygamberleştirmeye çalışıldı; M. Kemal’in “Tanrı tarafından özel olarak görevlendirildiği” inancı yayılmaya, “kerametlerinden” söz edilmeye başlandı. Hatta “Yurdu halkı her kim ol evvel ana / Her işi asan ede Allah ana / Millet adın zikredelim bir kere / Vacib oldur cümle işte Türklere” diye Mevlid bile yazıldı.
Ve vefatı Hz. İsa’nın göğe yükselmesine benzetilerek, hatta daha da ileri gidilerek, “Şimdi ilah oldu ve yükseldi o” diye şiire konu edildi. Milli bayramlarda, kurtuluş günlerinde ve diğer resmi törenlerde yapılan ritüelleri söylemeyeceğim bile.”[15]
Bunun gibi daha birçok abartılı edebiyatla topluma Türklerin ilahı gibi anlatılmaya çalışıldı. Şevket Süreyya Aydemir dönem itibariyle M. Kemal’i ilahlaştırmak zorunda olduklarını itiraf ediyor. Ayrıca konuyu daha ayrıntılı anlatabilmek için Yavuz Bülent Bakiler’den de bir alıntı yapmak yerinde olacaktır:
“Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931 yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.” Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(…)
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Edip Ayel, Atatürk’e: “Sen bizim yeni peygamberimizsin!” diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal’i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk’e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Edip Ayel’in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah’ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk’e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk’e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel’den geri kalmak istemedi:
Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de “Allah”, “tanrı”, “ilâh”, “Kâbe”, “put” gibi kelimelerle Atatürk’e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı:
Çankaya;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun…
Kâbe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk’ü yüreğine bir put gibi oturttu:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı:
Akbaba’cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler: “Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.”[16]
Değerlendirme
Yakup Kadri, Batı’nın halini şöyle tasvir eder: “…İnsan içgüdüsü ise bozuktur. Onun için, doğruyu eğriden, çirkini güzelden, faydalıyı faydasızdan ayırmasını bilmez ve akıl denilen bir cehennem aletinin hükmü altında gülünç, kaba, sersem ve patavatsız kıvranır durur. Gene onun için, hareketleri aksaktır, sesi ahenksizdir, neşesi yavan ve iğretidir. Gördüm, gördüm. Medeni insanların hepsi benim önümde bir geçit alayı yaptılar. Racine’lerin, Voltaire’lerin Fransızları; Bacon’ların, Shakespeare’lerin İngilizleri; ve hünerli İtalyalılar ve yıldırım zapt etmişlerin çocukları hep, kendilerine mahsus kılıkları, kıyafetleri, renkleri, konuşma ve gülüşmeleriyle benim önümden geçtiler. Ne terbiye görmemiş, ne galiz, ne iğrenç, ne çirkin bir goril sürüsü!…
Bunlar yırtıcı ve barbar bile değildiler. Gasbettikleri şeylerle avurtları şiştiği vakit ve kendi aralarında oynaşırken bana, tarife sığmaz bir gönül bulantısı, bir ruhtan tırmalanır duygusu, bir derin kasvet gelirdi.”[17]
Evet, Batılı devletler Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar sürekli devleti parçalamanın, halkı soymanın, inançları iğdiş etmenin, şehirleri yağmalayıp kadınların namusuna el uzatacak kadar alçalmış olmanın her halini göstermiş durumdadırlar. Bunu en çok da Anadolu insanı görmüştür. Bütün bu felaketleri yaşatan Batıyı medeni olarak addedip insanın kendi köklerinden uzaklaşması akıl alacak bir şey değildir. Batı’nın fennini alalım ama kültürünü almayalım diyenler Batıyı bütünüyle sahiplenmişlerdir. Çünkü Batıyı inşa eden şeyin bizzat zihniyetleri olduğunu görmek istememişlerdir. Tecavüzcüsüne aşık olan bir kafa yapısı Türkiye’yi baştan aşağı kendisine zulmetmiş bir düşünce yapısına geçme noktasında zorlamıştır. Toplumun derdini dinleyip, onun inandığı değerleri kabul ederek ve yanlışları varsa ayıklayarak yol almak yerine her şeyin suçlusu olarak gördüğü toplumun inanç değerlerine hem el hem de dil uzatarak toplumu dönüştürme yoluna gitmiştir. Aydınlar bu süreçte fikrin namusuna sahip çıkmayıp güce teslim olmuşlardır.
Türk aydını artık kendi köklerine yabancılaşmıştır. Bu durumu Yakup Kadri itiraf eder: “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor.”[18]
Ve devamla: “Türkiye’nin aydın sınıfı, gerçekten bu toplumun kaynağı mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağalardan, Bekir Çavuşlardan, bu İsmaillerden, bu Zeynep kadınlardan bende bir şey bulunması gerekmez miydi? Oysa ben buralarda hayvanlara insanlardan daha yakınım… Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak… Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?”[19]
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüz yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” [20]
Aydın kesimi Batılılaşma yolunu tuttukça Anadolu insanı ile bağlarını koparmaya başlamıştır. Giderek bu makas açılmış ve Kemalist elitistler kendini birinci sınıf vatandaş olarak görmüş ve Türkan Saylan’ın itirafıyla kendilerini asıl olarak görme yanılgısına düşmüşlerdir. Osmanlı’dan bu yana halk “reaya” yani sığır sürüsü olarak adlandırılmıştır. Halkın kaderi ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet yönetiminde değişmemiştir. Aydın kesimi alim olma sorumluluğunu üzerinde taşıyamadığı için en kolay yolu tercih etmiştir. Aydınlar da kendisini Çankaya sofralarında meze yaptırmıştır. Bugün bizlere düşen sorumluluk İslam’a sahip çıkarak vahyin önderliğinde güce teslim olmadan her daim hakikatin yanında yer alabilmektir. Bizi bizden sonra iyiliklerle ve iyilerle birlikte andırabilecek tek şey budur. Alimin sermayesi ilimdir ve ilim Allah’a aittir. Alimin tüm kaynağı Allah’a aittir. Öyleyse Allah’a ait olanı O’nun arzu ettiği biçimde tasarruf etme zorunluluğumuz vardır. Ancak o vakit Allah’tan gereği gibi sakınarak ve O’na şükrederek yaşama imkanı elde edebiliriz. Bu sayede bizi köklerimize yabancılaştırmaya çalışan, bize zulmedenleri efendi olarak görmemizi arzu edenlere karşı uyanık bir bilinçle hareket etme imkanımız
[1] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, iletişim yay. Sh. 73
[2] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, 14. baskı, 2008, İstanbul, sh.70
[3] Mete Tunçay, Tek Parti Yönetiminin Kurulması, sh. 212
[4] Nazmi Avcı, Türkiye’de Modernleşme Açısından Din Kültür Siyaset, Pınar Yay. Sh.231
[5] Nazmi Avcı, age. Sh. 232
[6] Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 115
[7] Tarık Zafer Tunaya, age. Sh. 166
[8] Caner Taslaman, Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul yay. Sh. 110
[9] Caner Taslaman, a.g.e. sh. 113
[10] Bülent Tanör, Kurtuluş Kurtuluş, Cumhuriyet Kitapları, sh. 317
[11] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah yay. Sh. 74
[12] İsmail Kara, a.g.e. sh75,82,83
[13] İsmail Kara, a.g.e. sh. 152,161.
[14] Yakup Kadri Karaosmanoğlu,Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh. 141
[15] Faruk Köse, Akit Gazetesi, “Atatürk’ten Gazi Mustafa Kemal’e”, 12.12.2012 tarihli makale
[16] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
[17] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh.18
[18] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh.36
[19] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh.68
[20] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim yayınları, 81. baskı, İstanbul, 2018, sh.110, 111
Emek verilmiş çok verimli bir çalışma olmuş eline yüreğine sağlık.