
Yukarıdaki fotoğraf Zeyd Fazıl Kaysiyye’ye ait. Zeyd, işgalci İsrail askerlerinin geçtiğimiz hafta El-Halil kentinin yakınlarındaki El-Fevvar mülteci kampına düzenlediği saldırıda şehit oldu. 14 yaşındaydı, başından vuruldu.
Ne bizim ülkemizde ne de dünyanın başka yerlerinde bu cinayet infiallere falan neden olmadı; bundan bir kaç yıl önce, Temmuz 2013’te, İsrail askerleri “5 yaşındaki” Vadi’yi tutukladığında, Mart 2017’de 8 yaşındaki Abu Hitah’ı yalınayak sürüklediğinde, Mart 2018’de 3 yaşındaki çocuğu gözaltına almakla tehdit ettiğinde, 2019 Kasım ayında 13 yaşındaki Abdürrezzak’ı 5 İsrail askeri gözaltında aldığında ve geçtiğimiz ay, 12 Mart 2020’de, 15 yaşındaki Muhammed Abdülkerim yine başından vurularak şehit edildiğinde olduğu gibi.
İsrail her gün ortalama 2 çocuğu tutukluyor; hangi birini sayalım ki!
Geçtiğimiz sene, 2019 yılında, tam 745 çocuğu tutukladı; yani her gün iki çocuğun elleri kelepçelendi. İsrail’in her yıl ortalama “en az” 500 çocuğu gözaltına aldığı, tek kişilik hücrelerde tuttuğu, psikolojik ve fiziksel işkencelere maruz bıraktığı biliniyor.
Hemen her gün böylesi acılar Filistin’de yaşanırken, yer gök titremiyor, canımıza tak demiyor, vicdanlar isyan edip feryatlar arş-ı âlâya yükselmiyor. Bunlar Filistin’de sıradan şeyler olarak yaşanıyor; olursa birkaç gazetede haber olup, sonrasında dünya kendi işine bakmaya devam ediyor. Ne çocukların kanı, ne anaların acısı dünya için bir haberden öte anlam taşımıyor. Bir kaç mırıltı şeklinde çıkan kınamanın dışında İsrail işini görmeye devam ediyor.
Kınamaymış, şuymuş-buymuş; İsrail’in de çok umurundaydı sanki! Ne BM umurunda, ne de uluslararası hukuk. Biz zaten umurunda değiliz.
Filistin’de her yaştan çocuğun tutuklanması ve öldürülmesi bir İsrail stratejisidir, bir tercih ve projedir.
İsrail denen terör şebekesine “devlet” muamelesi yapan herkes bu suça ortaktır; şöyle ya da böyle bu çocukların kanları onların da eline bulaşmıştır. Bunun başka hiçbir açıklaması olamaz. Hiçbir diplomatik, ekonomik ya da siyasi gerekçe İsrail’le ilişkiyi açıklayamaz. İsrail’le ilişki kurmak demek, dünyanın en sistematik terör şebekesiyle işbirliği demektir. İsrail’in varlığı, her devletin hesaplaşması gereken bir riyakârlık testidir. İsrail’in varlığının kabul edildiği bir dünyanın haktan, hukuktan, adaletten bahsetmesi kadar ikiyüzlü bir şey olamaz.
***
Bugün Ramazan’ın son Cuma’sı; Dünya Kudüs Günü. Yani kendimizle hesaplaşma günü. Kendi gerçekliğimizin yüzümüze çarpıldığı gün.
Her Kudüs Günü geldiğinde 1990’lı yılların başlarında çıkan Filistin üzerine yazılmış bir ezginin, “Önce yüreklerimizdeki Kudüs’ü işgal ettiler / Biz savaşı önce kendimizde kaybettik, kendimizle kaybettik!” diye başlayan mısraları gelir aklıma.
Bizim, biz Müslümanların durumu hâlâ bu değil midir?
İsrail varken hangi başarıdan bahsedebiliriz ki! İsrail varken hangi itibardan bahsedebiliriz ki! İsrail varken, hangi gururdan, hangi şuurdan bahsedebiliriz ki! Bizim varlığımızın onuru İsrail’in varlığıyla ipotek altına alınmış değil mi?
Daha başka ne diyebiliriz ki?
Belki, bugünün hatırına, Kudüs’ün aşkına, yıllar önce söylenmiş o ezgiden bir küçük alıntı daha yapabiliriz: “Hangi yönlerdedir yönümüz hâlâ / Hangi dilleri konuşuruz hâlâ / Aha buramızdır vurulan, parçalanan; bombalarla fesatla / Aha buramız!”
Zaten, Rachel Corrie’den beri diyebileceğimiz ne kalmıştır ki!
***
Allah’tan niyaz ediyorum, Kudüs’ün özgürlüğünü dert etmediğimiz bir günümüz geçmesin. Rabbim, taşlaşmamış her kalbin yönünü Mescid-i Aksa’ya çevirsin.
Milli Gazete / Mücahit Gültekin
Kendini müslüman zannedenler ALLAH RIZASINI hayatın MERKzine koymadıkları , taklitten tahkike geçmedikleri, adetten değil gönülden itaat etmedikleri ve nefislerindeki cihadı kazanmadıkları sürece ALLAH’ın emanet ehil olana verilir sünnetullahı gereği bu zulüm bitmez