Önceki yazımızda nefsimizi yakından tanıma konusuna Kaf suresinin 16. ayetini temel alarak giriş yapmıştık.
Nefis bilinci ile ifade etmek istediğimiz şey de aslında bütünüyle bu ayette öz ifadesini buluyor. Ayete tekrar bakacak olursak; Allah nefsimizin bize ne fısıldadığını bildiğini dile getiriyor. Bundan yola çıkarak ‘Ya biz onun ne fısıldadığını biliyor muyuz?’ diye sorabililiriz. O fısıldamaların etkisinin ve bizi kulluktan nasıl alıkoyduğunun farkında mıyız? Bu fısıldamaların analizini ve tasnifini yaptık mı? Bu durumun farkında olmak ve buna karşı tedbir almak nefis bilincine sahip olmak demektir.
Aynı ayetten ‘ben’ ve ‘nefs’ ayırımını da çıkarabiliriz. Burada ‘nefs’in ‘ona’(bi-hi)/ben/biz ‘vesvese’ vermesinden bahsediliyor. Demek ki, bir ‘nefs’ ve ‘ben’ ayrımı sözkonusu. Ve bu ayrımın iyice farkında olmamız bize nefis bilincini kazandıracaktır.
Nefsin diğer özelliklerini açıklamaya devam edelim:
1) Nefsin güçlü bir ikna kabiliyeti var. Kim kimi ikna edecek?
Nefsimizle ilişki ikna üzerine kuruludur. Nefsin vesvesesi/fısıldaması bir düşünce telkinini içerir. Tıpkı İblisin de argümanlarla/düşüncelerle ikna ettiği gibi. Bunun ilk örneğini Hz. Adem kıssasında görüyoruz.
İblis Hz. Adem’i yasak meyveyi yeme konusunda birtakım düşüncelerle/argümanlarla ikna etti.
Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: “Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?” Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu. (20/120-121)
Hz. Adem nefsinin istek ve arzularına uyan bu argümanlara kandı, Allah’ın kendisinden istediğini(takva) unuttu ve nefsine uydu. Bizim de birçok konuda takvayı bir kenara bırakıp nefsimize uyduğumuz gibi.
Bu kıssayı örnek vermemizin sebebi, bizim ikna edilerek davranışlarda bulunduğumuzu göstermektir. İnsan nefsi tarafından da çok defa ikna ediliyor. Biz nefsimizi ikna etmemiz gerekirken o bizi ikna ediyor. Nefsimizin bizim üzerimizde zorlayıcı bir gücü yoktur, bu nedenle onun ikna faaliyetine karşı koyabiliriz. Bunu yapabilmek için de nefisle ilişkimizi Kuran’ın verdiği bilinç üzerine oturtmamız gerekir. Nefisle ilişkimiz gaflet üzerine oturursa su kaçıran bir havuz gibi hiçbir zaman havumuzu dolduramayız. Önce ruh havuzumuzu delen nefsi ıslah etmemiz gerekir.
Bu kıssada bize ışık tutan bir diğer ifade şudur:
Andolsun, biz bundan önce Adem’e ahid vermiştik, fakat o, unutuverdi(nesiye). Biz onda bir azim(azme) bulamadık’(20/115)
Nefsin güçlü ikna kabiliyetine karşı ancak azim ve güçlü irade silahıyla direnebiliriz. Azim ‘takvada kararlı duruş’ demektir. Azim sahibi olmayanlar nefisleri karşısında edilgen konumdadırlar.
Bizde de azim olmadığından takvada sorun yaşıyoruz. Nefsin bizi hakiki kulluktan alıkoyan isteklerine azimli bir şekilde karşı durmuyoruz, çabuk pes edip, uzlaşmaya razı geliyoruz. Kulluk performansımızı düşürmeyi telkin eden düşünceler/vesveseleri karşısında hemen ikna oluyoruz.
Nefsin güçlü bir ikna kabiliyetine sahip oluşununefsin hoşuna giden bir konu olunca çabucak ikna olmamızdan farkedebiliriz. Buna mukabil nefsimize ağır gelen konularda ikna olma konusundaki gösterdiğimiz direnci hatırlayalım.
2) Nefis en az dirençli yolu seçer
Bu özellikten dolayı kullukta sürekli ‘kolay’ olanı tercih ediyor ve ruhsatlara eğilim gösteriyoruz.
Fakat o, sarp yokuşu aşamadı.(90/11)
Hayır çoğu zaman ‘en az dirençli yol’ üzerinde değildir.
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e(iyiliğe) eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.(3/92)
İnsanın sevdiği şeylerden vaz geçmesi nefsin en çok zorlandığı şeylerdendir. Demek ki, hayır çoğu zaman nefsimiz için kolay olanda değil zor olandadır. Savaşın farz kılınmasını da bu bağlamda hatırlayabiliriz. Nefse kalsa savaşa gitmemek gerekir: Kendilerine; ‘Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin’ denenleri görmedin mi?(4/77)
Sürekli işin kolayına kaçma ve ruhsatlara yapışma bir nevi hap bağımlılığına dönüşüyor, ihtiyaç ve zaruret durumlarında kullanılması gereken haplar, bağımlılık yaptığından her türlü durumda da alınmaya başlanıyor.
Halbuki takva ideal kulluk yapmaktır. Örneğin gece namazı kılmamız konusunda nefsimizden başka bir engel var mıdır? Nefsimiz burada da ‘en az dirençli yolu’ seçiyor. ‘Gece namazı farz değil, o halde kılmasamda olur’. Nefsimiz bizim konuya hep fıkıh penceresinden bakmamızı sağlıyor. Peki bu konuya sadece fıkıh penceresinden mi bakmak lazım? Elbette fıkıh penceresinden de bakacağız, fakat sadece buradan bakıp takva penceresinden bakmamak ‘Rahman’ın kulları’na yakışıyor mu? Evet, gece namazı kılmazsam günah işlemiş olmam(fıkıh). Bu günaha girmediğimizi bilmek açısından önemli bir bilgi.
Fakat Allah’ın gece namazını farz kılmaması bizimbu konuya duyarsız kalmamızı gerektir mi? Bu durumda Kuran’ın gece namazını özendirmesinin ve geceyi ihya edenlerin ‘alimler’ olarak vasıflandırmasının anlamı kalır mı?
Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler.”(39/9)
Niye bu teşviki
[1] direk üzerimize almıyoruz da, sanki ortaya konuşulmuş gibi geri duruyoruz? Dikkat edilirse bu meselede de dizginlerin nefsin elinde olduğunu görürüz. Yani gece namazına karşı tavrımızı belirleyen maalesef nefis oluyor. Buna razı mıyız? Kulluğumuzu ilgilendiren önemli konularda son sözü nefse mi bıracağız?
3) Nefis hep kendi tarafına yontar
Burada İslami kaynakları nefsi yaklaşımla değerlendirme zaafı sözkonusudur. Nefis nassları işine geldiği gibi yorumlar. Bu bağlamda şu soruyu sormakta fayda var: Kimin işine geliyor, benim mi nefsimin mi işine geliyor? Nefis burada da ‘kendi’ işine gelenin ‘bizim’ de işimize geldiği kuruntusunu oluşturuyor. Nefsimin işine gelen çok şey benim de işime geliyor vehmine kapılıyoruz, ayrım yapamıyoruz, bu noktada tamamen özdeşleşiyoruz. Halbuki olan benim aleyhimde oluyor. Kuran’daki ‘nefislerine zulmettiler’i bir de bu açıdan değerlendirmek lazım.
Bu özelliğe bir örnek olarak metin tenkidinden geçirmeden cemle ilgili hadisleri hemen kabul etmemiz verilebilir. Normalde bizim usulümüzde hadisleri herşeyden önce metin tenkidinden geçirmek vardı. Nasıl oldu da burada bu rivayetleri Kuran’a aykırı mıdır diye sorgulamadan ve tartışmadan kabul ettik. Farzı muhal aynı hadislerin içeriği nefsimizi zorlayacak içerikte ve fakat aynı ravi zinciriyle gelmiş olsaydı acaba aynı azimle o hadislere sahip çıkar mıydık? Başka hadislerin metin tenkidinde zehir gibi işleyen akıl burada tatil edildi. Başka konularda metin tenkidi yapmak, fakat bu konuda hemen kabullenmek tutarlılıkla bağdaştı mı?
İçimizden niye ‘bu hadisler Kuran’a aykırıdır’ diyen bir ses çıkmadı, mesela ‘namaz vakitli olarak farz kılınmıştır’ ayetine dayanarak veya ‘bunlar ahad rivayetlerdir, dolayısıyla zanni rivayetlerle kati bir nassın tahsis edilmesi doğru mudur?’ diyerek.
[2]
4) Nefsin bir diğer özelliği de zaafları kanıksatmaktır.
Bu, hastalığımızı kronikleştiren ve bizi duyarsızlaştıran bir özelliktir. Zaaflarımızı bize kanıksatan, görmezlikten geldirten, ertelettiren şey İslami bilincimiz olamayacağına göre tüm bunları nefsin yaptığına hükmedebiliriz. Nefis kulluk konusunda motivasyon kırıcıdır, ‘nasıl olsa yapamıyorum, bak gördün mü olmuyor.’ diyerek zaafları kanıksatır. Burada nefis ilk hamlelerimizin başarısız olmasını da bir argüman olarak kullanıp bizi ikna etmeye çalışır.
Genelde insanda zaafları karşısında hemen pes etme haleti ruhiyesi sözkonusudur. Burada nefis, zaafları görmezlikten gelerek vicdan azabından kurtulma taktiğini uyguluyor ve böylece zaaflarımızı kanıksıyoruz. Nefis sorunlarımızı aklileştirerek bizi rahatlatmaya çalışıyor. Halbuki İslami bilinçle yaklaştığımızda nefsi zaaflar Rabbimizle aramıza örülen duvarlar olarak görünmeli ve bir bir yıkılması için mücadele edilmelidir.
Zaaflarımızı bu şekilde görürsek onlardan bir an evvel kurtulma azmi ve şevki oluşur. Eğer normal bir durum gibi görürsek ‘ne diye uğraşayım ki’ mantığı hükmünü yürütür. Şimdi şu soruyu soralım: Yıllardan beri üzerimizde bir kambur gibi taşıdığımız nefsi zaaflarımızdan arınmamış olmak İslami açıdan kabul edilebilir normal bir durum mudur? Normaldir diyorsanız bu yazıyı okumayı burada bırabilirsiniz. Normal değildir düşüncesindeyseniz, bu durum asla kabul edilemez diyorsanız, bu halin sorumlusu olan nefsinizin üzerine gitmeniz gerekir, onu sanık sandalyesine oturtup yıllardır işlediği bu cürümlerin hesabını bir bir sormalısınız. Belki de sadece ‘nefsi’ değil, ‘ben’i de eleştirmemiz gerekir. Çünkü nefis yaratılışı itibariyle bunu yapıyor. Nefse sürekli taviz veren ‘ben’i de sanık sandalyesine oturtmalıyız. ‘Ben niye bunca bilgiye ve Kuran okumalarına rağmen nefsime karşı daha kararlı bir tutum içinde değilim’ diyerek kendimizi sorgulamalıyız
5) Nefis çıtayı hep aşağıya çekme gayretindedir.
Kullukla ilgili bir gayret ve çaba içine girdikten sonra nefisten aldığımız en yaygın tepki budur.
‘Bu kadar çaba yeter’. Peki dahası yok mu? Yok, bu kadar yeter!
Hemen işi/gayreti/şevki durdurma özelliği. Halbuki Kuran bize bu konuda daha ilk surelerde şu bilinci vermektedir. ‘Bir işi bitirince diğerine giriş’(94/7) ‘Gündüz senin için uzun uğraşılar var.’(73/7). Kuran bize çalışkanlık özelliği kazandırmaya çalışıyor. Nefis ise tembelliğe ve atalete meyilli.
Takvada iki günü eşit olan ziyandadır, takva bilinci çıtayı hep yükseltme bilincini içerir. Kulluktaki çabamızı ve kalitemizi sürekli artırmanın peşinde olmak takvayı ciddiye aldığımızın göstergesidir. Nefsin bu özelliğine karşı mutlaka direniş göstermeliyiz. Aksi takdirde takva seviyemizi hiçbir zaman yükseltemeyiz.
6) Nefis zaman olgusu karşısında duyarsızdır
Nefis zamanın akıp gidişine karşı duyarsız kalan bir özelliğe sahip. Sürekli ‘Daha zaman var’ düşüncesinde. Böylece kulluk konusunda da hep erteleme modunda çalışıyor.
Bu özelliğin tam aksine İslam bize zaman bilinci kazandıran nice vurgular yapar. Asr’a yemin edilmesi zamanın akıp gidişinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu zaaftan şu soruyu kendimize sorarak kurtulabiliriz. ‘Allah benim şu an ne yapmamı ister(di)?’ Bu soruyu ‘Bugün Allah için ne yaptın?’ şeklindeki gün sonunda nefis muhasebesinin temeli olan sorunun günü bitirmeden önceki aktif zaman için söylenmiş şekli olarak kabul edebilirsiniz. Bu soruda ‘an’ merkezdedir. İş işten henüz geçmemiştir ve bir nevi İrade Meclisi’nden geçecek (şu an ne yapacağımızla ilgili) kanunun İslami açıdan son bir sorgulanması olarak değerlendirebiliriz.
Sonuç:
Buraya kadar anlatılanlara bakarak nefisle mücadele zor bir iş gibi görünebilir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi nefsimiz bu konuda da hemen ‘en az dirençli yolu’ seçme refleksi gösterecek ve bu konuda işine gelebilecek İslami nassları kendi tarafına yontmaya çalışacaktır.
[3] Fakat unutmayalım, cennetin bedeli dile getirilirken kullanılan ifade şudur:
Nefislerinizi.. cennet karşılığında
satın aldık (9/111). Nefsimizin bu satım işlemine, kendisinin satılmasına itiraz etmesi normal, yaratılışının/imtihanın gereğidir. Fakat Rabbimiz istiyor, ‘biz’ vermeyecek miyiz?
[1] Fıkıhta acaba ‘özendirme’ veya ‘teşvik’in karşılığı olan terimler var mıdır? Geleneksel fıkıh maalesef bunları ifade etmekten yoksundur. Mendup ve müstehab gibi terimler bu amelleri yapanların sevap kazanacağını, yapmayanların günah kazanmayacağını bildiren terimler. Bunlar amellerin sonuçlarıyla ilgili içeriklerdir. Bizim kasdettiğimiz kulu aksiyona sevkedecek farz gibi ‘emir’ ifade eden bir terimin yanısıra ‘teşvik’, ‘özendirme’ ifade edecek kulu bu kanaldan aksiyona sevkedecek terimlerin olmamasıdır. ‘Fıkıh’ takva konularında eksik kalıyor. Bu nedenle kulluk meselelerine sadece fıkhi açıdan bakmamak gerekir. Verdiğimiz örnekle ilgili şu soruyu soralım: Rabbimizin ‘teşvikleri’nin ben’im nezdimdeki değeri nedir?
[2] İlmi açıdan cemle ilgili hadislerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususu ayrı bir tartışma konusudur. Burada sorgulanan şey bizim
ilk tutumumuzdur. Ben bizim düşünce ekolünden birilerinin çıkıp buna itiraz ettiklerine şahit olmadım. Bunun ameli faturası olarak namazları sık sık mazeretsiz cem eden insanlar olduk. İbadetlerimizde gevşeklikle sonuçlanan, takva seviyemizi düşüren bir sonuçla karşı karşıya kaldık. O yüzden nefsin İslami naslar üzerinde tasarrufta bulunmasına karşı uyanık olunmalı, ona fırsat ve söz hakkı vermeme konusunda dikkatli olmalıyız. ‚Acaba ben bu görüşü onaylarken nefsimin hoşuna gittiği için mi onaylıyorum yoksa gereken tarafsız araştırmayı, lehteki ve aleyhteki bütün delillere tarafsız bir şekilde takva penceresinden baktıktan sonra mı onaylıyorum?’ şeklinde kendimizi sürekli sorgulamalıyız.
[3] ‚Dinde sizin için kolaylık kıldık’ ‚Hz. Peygamber iki mübah olan şeyle karşılaştığında kolay olanı seçerdi’ vb. nassların nefsimiz tarafından nasıl değerlendirileceği üzerinde düşünelim. Bizden bu nassların tefsirini yapmamız istenseydi acaba ‚kim’ konuşurdu?