– Abi, arayacak başka kimsem yok.
Adana’ya kadar gelebildik. Geceyi birçok depremzede ile birlikte Sabancı Camiinde geçirdik. Terminale gitmek istiyoruz. Bize yardımcı olabilecek kimseyi biliyor musun?
On bir kişiler. Karı koca iki çocuk, dede ve nine, belden aşağısı tutmayan sonradan özürlü abi, karısı, çocukları ve iki komşu. Geceyi geçirdikleri Sabancı Camii’nde hayırseverlerin ikramları ile karınlarını doyurmuşlar. Lakin bir taraftan birileri onlara yardım etmek için çırpınırken birileri de depremzedelerin telefonlarını ve cüzdanlarını çalıyormuş.
Aklıma Anamur’da deprem bölgesine giden minibüslerin önünü kesip “Yolunuz uzun. Yedirip içirmeden salmam” diye ikram etmek için çırpınan köylüler, kendisine uzatılan parayı almayıp “Bana ekmek, biraz da su” verin diyen amca; kucağında tuttuğu 2 yaşındaki kızına çorap isteyen ve kendisine verilen 10’lu çorap paketinden 2 tanesini alıp gerisini iade eden delikanlıya karşılık; tek katlı evleri ayakta olduğu halde yardım arabalarının önünü kesip içinde ne varsa yağmalamaya çalışan lüks arabalı köylüler geliyor.
Bu topraklar, bu iki insan tipini de yetiştiriyor. Hamdolsun ki, ikinci tip -gürültüsü daha yüksek olsa da- çok daha az, diyorum.
Hatırımın geçeceğini ümit ettiğim birkaç kişiyi arıyorum. Sonunda, altı üstü birkaç yıl önce sadece bir çay muhabbetini paylaştığımız bir öğretmen arkadaşa ulaşıyorum.
– Üstadım bir aile var. Terminale ulaştırılmaları gerekiyor. Rica etsem ilgilenme imkânınız var mı?
– “Başımız üzerine” diyor.
İkinci bir araba daha buluyor, misafirleri terminale götürüyor. Birçok kişi seferber olmasına rağmen, bilet bulmak mümkün olmuyor ve onları alıp, kendi ve ailesinin de sığındığı baba evine götürüyor. Zira kendisinin 10. katta oturduğu apartman yıkılmamasına rağmen, artık oturulabilecek durumda değil.
Olayı öğrenince “Hocanın halini bilmeden adama yük vermişiz” diye utanıyorum. Arayıp “Geçmiş olsun” diyorum, “Allah’tan geldik, O’na döneceğiz” diyor. “Hayırdır” deyince “yıkılan binalardan birinin altında dayıoğlum kalmıştı. Bugün bulduk. Defnettik. Onun için aradınız zannettim” diyor. Daha bir utanıyorum.
Sonunda, grup ikiye bölünüyor; çoğunluğu, birileri Mersin’e götürürken diğerlerini Anamur‘a giden bir muz toptancısının arabasına yerleştiriyorlar. Bir hayırsever de oradan çıkıyor; özel arabası ile Anamur’dan aldığı depremzedeleri Alanya’ya bırakıyor.
Depremzedelerin “gönüllü otellere” yerleşiminin sağlandığı AFAD merkezinin önüne Maraş, Antep, Hatay plakalı sıra sıra Doğanlar ve Broadwayler Passatlar, Kaşgailer, Mercedeslerle yan yana park edilmiş. Merkezin önündeki kalabalık bize, içerdeki durumla ilgili ipucunu veriyor.
Zabıtalar bizi karşılıyor. Elimize dört yüz küsuruncu numarayı verip beklememizi söylüyorlar. Sıra, daha 60’larda. Ortalıkta koşuşturanların çoğunun gönüllüler olduğunu fark ediyoruz. Kalabalığı takip ediyor, şaşkın şaşkın dolananlara nasıl yardımcı olabileceklerini soruyorlar.
Her cinsten insan var. Giyim kuşamından ekonomik olarak oldukça zor durumda olduğunu hissettiren ablalar, her taraflarından pahalı markalar sarkan teyzelerle sırt sırtalar. Kara çarşaflı, peçeli kızlar, vücutlarının her tarafını sergilemekten sakınmayan kızlarla yan yana bekleşiyorlar. Deprem –kısa bir süreliğine de olsa- neredeyse tüm insani farkları silip herkesi
eşitlemiş gibi. Acının terbiye edip sindirdiği kibirden, egodan, hırslardan arınmış kitlenin birbirlerine karşı ne kadar nazik, kibar ve anlayışlı olabileceği hayretimi celb ediyor. Fikrimi açıkladığım depremzede, “Ev sahibimin beş tane apartmanı vardı. Oğluna bizim üst kattan yer vermişti. Depremden sonra ateşin başında beraber sabahladık. Onun da başını sokacak bir yeri yoktu, benim de” dedi.
Sırasını bekleyen ailelerin çocukları, yanda kurulan çayhane çadırında birleştirilmiş masaların/sandalyelerin üzerinde battaniyelere sarılmış uyuyorlar. Gönüllü çaycılar bir taraftan taze çay demlerken diğer taraftan depremzedelere sıcak içecek ikram ediyorlar. Hemen yanı başında kurulmuş tezgâhın üzerinde değişik marka soğuk içecekler, çikolata, bisküi, gofret vs. kutuları açılmış. Dileyen dilediği gibi seçip alıyor. Ellerini çikolatalı bisküvilerle dolduran 7-8 yaşlarındaki afacan, annesinin azarlayan bakışlarını görünce iki tanesi hariç diğerlerini usulca kutuya geri bırakıyor.
Depremzede beyefendi, ailenin yarısı Mersin’e gittiği için “denk gelir mi acaba” diyerek, cep telefonundan Mersin’den kiralık ev ilanlarına bakmaya başlıyor. 5 bin TL’ye gördüğü bir ilanı arıyor: “Yanlış olmuş, kira 20 bin” diyor telefona çıkan ses. Kocaman bir küfür yerleşiyor dilimin ucuna. Sonra aklıma savaştan kaçan Ruslara ve Ukraynalılara 15-20 bin TL’ye kiraya vermek için kiracılara savaş açtığımız geliyor, susuyorum. “Hangi birisine küfretsek acaba” diye fısıldıyorum.
Bir sonraki çadır, yemekhane çadırı: Pide çeşitleri, pizza ve çorba veriliyor. Dileyen dilediğini alıp masalara geçiyor.
Az ilerde orta yaşlarda bir hanım efendi bayılıyor. Kendisine, anında yanında biten bir başka hanım efendi müdahale ediyor. Görevli mi, depremzede mi yoksa bir yakını için mi orada olduğunu anlayamadığım hanım efendi “Ben doktorum” deyip yardım için koşan kalabalığın dağılmasını istiyor. “Çocuk doktoru var içerde. Hasta çocuklara bakıyor. Büyükler için var mı, bilmiyorum” diyor dikilenlerden biri yanındakine. “Devlet Hastanesi, aciller hariç hasta kabulünü durdurmuş. Hastane, depremzedelere hazırlanıyormuş. Zaten birçok doktoru deprem bölgesine görevlendirmişler” diyor karşıdaki.
Sırası gelenleri anons eden kızcağızın sesi kısılmış. Başta teker teker çağrılan insanlar zaman ilerleyip, kalabalık da arttıkça önce 2 şer sonra 5’er en sonunda 20’şer anons edilmeye başlanıyor.
Sırası gelen içeri girip kaydını oluyor. Kayıt sırasında neye ihtiyacı olduğu, ayakkabı numarası ve beden ölçüleri soruluyor. Alınan not, gönüllülere iletiliyor ve “Lütfen, isminiz okunana kadar dışarda bekleyiverin” deniliyor. Gönüllüler, yine bağışçılardan gelen ürünlerin olduğu bölümde kayboluyorlar. Geri geldiklerinde ellerinde, içinde çocuk bezinden, bebek mamasına, gocuktan yetişkin ayakkabısına kadar ailenin her ferdini ilgilendirebilecek bir sürü şeyin olduğu birkaç paket taşıyorlar.
Hükumet, ilk “2-3 günün şaşkınlığını ve şokunu atlatmış, tüm gücü ile işe abanmış sanırım” diye geçiriyorum içimden. Buruk bir şekilde seviniyorum.
Sıra 1095’nolu aileye geldiğinde, Alanya’daki otellerde yer kalmadığını duyuruyor kalın bir ses. Bundan sonra geleceklerin Manavgat, Side, Antalya istikametine sevk edileceği söyleniyor. Sonra Side’ye gitmek isteyenlerin Side, Antalya’ya gitmek isteyenlerin Antalya servisine binmeleri rica ediliyor. Dolan gönüllü araç hareket ediyor. Yerini başka bir gönüllü araç alıyor. Ancak gelenlerin ardı arkası gelmediği için bu anons sıklıkla tekrarlanıyor.
Aklıma bir soru düşüyor: Gelenler araçları olanlar. Ya araçları tahrip olanlar, ya “cenazelerimiz çıkarılsın, toprağa verip öyle gideriz” diyenler, ya araçları hiç olmayanlar, ya hastanelerdeki yaralılar, belki de en çok muhtaç olanlar… Onlar gelince nereye yerleştirilecekler?
1095 aile kabaca 4-5 bin kişi demek. Türkiye’nin en büyük otel stokuna sahip ilçelerinden biri olan Alanya’nın alabileceği rakam bu. Hadi bunu 20 bine hatta 50 bine çıkaralım. Sadece Hatay’ın nüfusu 2 milyona yakın. Bu yolla 200-300 bin kişiyi, bilemedin 500 bin insanı istihdam ettiğimizi var sayalım. Ama sadece Maraş’ın nüfusu 1,5 milyondan fazla.
Eyvahlanıyorum kendi kendime. Ya sezon başlayıp, turistler gelmeye başlayınca?
Zira bu insanların artık, geri dönebilecek bir şehirleri, bir yurtları, bir evleri, bir BABAEVLERİ yok.
Sıra hızla ilerlemeye başlıyor. Alanya’da otele yerleştirilenlerden kaydı tamamlayıp, ihtiyaçlarını alanlar 20-25 kişiyi bulunca “Gönüllü araç bekleniyor” diye bir anons geçiliyor. Hemen bir minibüs yanaşıyor ve depremzedeleri alıp otellerine bırakmak için karanlığa karışıyor. Gece 23:30 olduğunda boşalan yerler, hala hızla dolmaya devam ediyor.
Merkezden ayrıldığımızda 4 kişilik aile için 3 battal boy çöp torbası dolusu ihtiyaç malzemesi ve küçük kıza verilmek üzere bir ayıcık var elimizde.
Adana istikametinden gelmekte olan şerit 46, 31 ve 02 plakalı araçlar nedeniyle oldukça yoğun. Gecenin o saatinde en yakını 600 km. uzakta olan bu şehirlerin araçları karşısında 07 plakalar azınlığa düşmüş durumda. Sabah, aynı akın, aynı hal otobanda devam ediyor.
Yok! diyorum, mümkün değil.
Bu musibet, bu felaket, bu yıkım bir devletin değil birkaç devletin dahi tek başına KISA SÜREDE altından kalkabileceği bir musibet değil, diye düşünüyorum.
Yüzbinlerce, hatta milyonlarca insana, öncelikle sığınacak bir çatı, sonra geçinebilecek iş bulabilmeliyiz.
Ne yazık ki, şu an ilki çok daha zor görünüyor.
Çok daha GÖNÜLLÜ olmalıyız. Zira bu halk tarih boyunca yaralarını hep kendi sardı.
Ahmet Hakan Çakıcı/Her Taraf
Recep 1444 / ALANYA