“Muhafazakârlık” kavramı ile ünsiyette olan Müslümanların bu kavramı benimsemesinin paradoks oluşturduğu, zira kavramın İngiliz sömürgeciliğinin ve burjuva ideolojisinin geleneksel sınıflarla (kraliyet ailesi, toprak sahipleri, soylular) uzlaşma arayışının ürünü olduğu hatırlanmalıdır.
Osmanlı’dan hiçbir kurumu (tekke, tımar, ahilik, mahalle sistemi, medrese, çoklu hukuk, sipahi-yeniçeri, vs) Cumhuriyet’e taşımak istemeyen dindarlığın “muhafazakârlık” iddiası anlaşılır gibi değildir.
“Gelenek içinde yenilik, süreklilik içinde değişim” diyebileceğimiz bir tarihimiz bulunmamaktadır.
Müslümanlar “eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” diyerek gelenekle ilişkisini kesmek bilincine ermişti. Bu anlamda bugün “muhafazakârlık” içinde kendi kimliğini tanımlayan kesimlerin tarihsel geçmişlerine “devrimci” bir neşter vurduğu artık itiraf edilmelidir. Cumhuriyet’i kuran kadro günümüz “muhafazakârları” olsaydı tekke, tımar, ahilik, yeniçeri isteyecek miydi?
Fakat eğer muhafazakârlığı “Milli ve dindar Burjuvazi” talebiyle harmanlanan “değişme momenti” şeklinde ele alırsak dile gelen muhafazakârlık iddiasını kabul etmek elbette mümkün olacaktır.
Bu halde dahi bir problem bulunmaktadır. Çünkü bu tür muhafazakârlık, “Müslüman zengin olmalı” idealleştirmesi yaparken sürekli atıfta bulunduğu “Asr-ı Saadet” hayatıyla benzeşmeyen bir refah ideolojisine savrulmaktadır. Bu savrulmayla “muhafazakârlığın” din’i koruyan bir “siyasi – kültürel kimlik” olduğu ileri sürülemeyecektir.
Muhafazakârlık Edmund Burke’un Fransız Devrimi’nin yıkıcı etkileri karşısında geliştirdiği kavramdır. Muhafazakârlar geleneksel kurumları koruyarak, eski sınıflarla uzlaşarak, siyasal hiyerarşiyi bozmadan hayata geçirilecek doğal değişimi savunur. Değişmemesi istenen kurumlar şunlardır: Gelenek, din, millet, devlet, otorite.
Batı’da muhafazakârlık bir burjuva – sermaye ideolojisidir. Diğer değişle gelenek / din / devlet / aile kurumları kapitalist üretim biçiminin değerleri adına muhafaza edilir. Türkiye, sömürgecilik yapamadı, sanayi toplumuna geçemedi, sınıflı bir toplumdan gelmedi. Yani: burjuva devrimi görmedi.
Günümüzdeki muhafazakârlık, Osmanlı’dan radikal şekilde kopan Cumhuriyet’in (seçkinlerinin) çiftçi-köylü nüfusu “zecrî modernleştirmeye” uğrattığı zeminden doğdu. Kente gelen çiftçi-köylüler “Biz de paranın kıralı olacağız, Allah’ın izniyle” dediler. Kendilerine “muhafazakâr” diyenler siyasal muhalefetlerini “dinî-millî” söylemler üzerinden dile getirmişlerdir. Fakat Batı’nın tekniğini almak, sermaye biriktirmek bakımından erken dönem Cumhuriyet kadrolarıyla çatışmamışlardır.
Muhafazakârlar, sanayileşme (Batı’nın ilmini-tekniğini alalım) ile kapitalizm üreten bir mekanizmaya saplanmışlar ancak bu ithal ikameci sanayileşme sonucu ahlâk aşınmasına karşı çözümler üretememişlerdir. “İslâm mani-i terakki değildir” sözü “refah ve teşhirci milyonerlik dâvası”na dönüşmüştür.
Türkiye’de muhafazakârlık, iktisadî kazanımları korumak, politik sistemi “eleştiri ve sorgulamanın dışında tutmak” çabası olarak görülmelidir. Kapitalizme doğru değişimin sancılı olmaması refleksidir ve “din u devlet”in “ordu-millet” kodu haline gelmiştir.
“Muhafazakâr” tepkilerin erken Cumhuriyet’in politikalarına direndiği; geleneksel kurumları tasfiye eden inkılâplara tepki yönelttiği söylenir.
Tam tersine, Türkiye’de Kemalist devrimlere tepkili kesimlerin “Osmanlı toplum düzeni”ne dair kurumsal yapıları yeniden ihya etmek gibi bir talepleri ortaya çıkmamıştır.
Kendilerini “Muhafazakâr” kimlikle tanımlayan kadroların 1994’den beri uyguladığı “kentleşme” politikalarını konuşmak dahi geleneksel “aile / ticaret / zanaatkârlık / akrabalık / şehir / tarihi doku / eğitim / meslek / gelenek” yapılarının çözüldüğünü gösterecektir.
Kimse kimseye borç para vermemektedir; karz-ı hasen yok olmuştur. Gençler işsizlikten ve parasızlıktan evlenememektedir.
Muhafazakârlığın Türkiye’nin tarihsel-sınıfsal koşulları ile bağdaşmazlığı ortadadır. Bununla beraber “geleneksel değerler” ile dünya kapitalizmini buluşturmaya çalışan ve “her mahallede bir milyoner” çıkarmaya çalışan siyasal yönelişlerin bağlandığı kapitalizmin ürettiği “muhafazakâr”lıktan söz etmek mümkündür. Dinî ve millî değerleri öne sürenler “muhafazakâr”lığa bulaşmışlardır. Bunlar zihnen kapitalistleşmişlerdir.
Bu muhafazakârlık, kentleşmeyle geleneksel mekânı talan ederken insanları borçlandıran sermayeyi çevirme / üçe katlama oyunu ile bu “yalan dünyada” oyalanıp durmaktadır.
Yeni Söz / Lütfi Bergen