Mısır’da yaşananlar sadece, İhvan kökenli, halkın oyuyla (%52) seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin darbe ile görevden uzaklaştırılması hadisesi değildir. Mısır bundan daha fazla bir şeydir.
Türkiye’nin Ortadoğu için model ülke olarak tensibi, rastgele bir seçim değildir. Türkiye, İran, Mısır ve Pakistan’ın yaklaşık bir asırlık geçmişi birbirine çok benzemektedir. Bu sebeple, zikri geçen ülkeleri yakın tarihleri ile kıyaslayan yazarın, Türkiye dışındaki üç ülkenin yönetimlerini ‘Kemalist’ olarak nitelendirmesi anlamlıdır.
[1]
Mısır hadisesi aslında bütün İslam ümmetinin derin/hayati meselelerinin hüzünlü bir hikâyesidir. Hemen bütün İslam coğrafyası aynı kaderi yaşamaktadır. Kim bilir, belki de bu yaşadıklarımız, Allah’ın Kitabı’na gereği gibi sarılmayan biz Müslümanlara, Allah’ın, bizi tarih sahnesinden silip yerimize, -Kendisine itaat edecek, kendilerinin Allah’ı sevdikleri, Allah’ın da onları sevdiği- yeni nesiller getirmesi uyarısının tezahürüdür. Her sabah güneş yer küreye yeniden doğarken, İslam coğrafyasının her bir köşesinden gelen ve onlarla, yüzlerle ifade edilen katliam haberleri, ajansların da ilk sermayesi olmaktadır. Her tarafta kan, gözyaşı, barut kokusu, ağıt, musibet, intikam için sıkılan yumruklar ve öfkeden kıpkırmızı olan gözler…
İslam ümmetinin param parça kavimlerine “ne oluyor size!”, “Allah adına durdurun bu vahşeti!” diyecek ne bir ululemirleri var, ne de bir mercileri. Herkes Washington’dan gelecek haberlere kulak kabartmaktadır.
İslam ülkeleri olarak anılan ülkelerin tamamına yakınında Müslümanlar egemen değiller. Demokrasi klişesi altında oynanan oyunla insanlar, kendi kaderlerine hükmedici olduklarına inandırılmaktadır. Oysa nüfusun yüzde yüzünü oluştursa bile, Müslümanların kendi kaderlerini -Allah’ın iradesi doğrultusunda- tayin etme talepleri ‘terör’ bariyerini aşamamaktadır.
1950’li, 60’lı ve 70’li yıllardan itibaren ‘İslam ülkeleri’ olarak anılan ülkelerde muhafazakâr kesimler, küresel egemenlerin icazeti ile iktidarı ele geçirmiş olan, ülkelerindeki monarkların ya da demokratik oligarkların kontrollü izinleri eşliğinde, o güne kadar ‘vebalı’ muamelesi gördükleri ülkelerinde bir adım öne çıkmaya başladılar. İlerleyen zamanda ikinci adım olarak, ‘İslamcı’ diye anılan partiler kuruldu; üçüncü adım olarak ise iktidar koltuğuna oturdular. Öyle ya, bu ülkeyi hep başkaları mı yönetecekti?!…
Türkiye’nin yakın tarihi sanki Mısır’da tekerrür etmektedir. Türkiye’nin demokratik ‘ilerleme’ sürecinde epey mesafe kat ettiği teslim edilmelidir.
Sözümüzün başında şu hususu da net bir şekilde ifade etmek isterim. Madem Mısır’dan bahsedeceğiz; Mısır Müslümanları bizim kardeşimizdir. Onların ayağına bir dikenin batması, müslümanım diyen birini üzmüyorsa, o kişi kendini gözden geçirmelidir. Müslümanlara yapılan her türlü saldırı, katliam, namusa tasallut, işkence, hepimizin ciğerini dağlamalıdır. Bir müslümana yapılan bir kötülük, bütün dünya Müslümanlarını, bizzat o kötülüğü yaşayan kadar üzmelidir. Ayrıca, bir zulme karşı durmamız için, zulme maruz kalanın Müslüman olması da gerekmez.
Musa-Firavun Sembolü
Mısır’da Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi’nin yaptığı askerî darbe ve İhvan’ın darbeye karşı duruşunu Musa-Firavun mecazı ile açıklamak şu anda çok yaygın bir yaklaşımdır.
[2] İhvan’ın sözcüsü Cihad el Haddad ise darbeyi, 1960’ta Türkiye’de Adnan Menderes’e yapılan darbeye benzetmektedir.
[3]
Ben bu yazıda özellikle, Mısır’daki olaylar için Musa-Firavun mecazının uygun olup olmadığını tartışmak istiyorum.
Abdülfettah Sisi’nin bir firavun olduğunda hiç kuşku yoksa da, açıklığa kavuşturulması gereken bazı hususlar vardır. Aslında Sisi bir Firavun değil, firavunluk stajyeridir, firavunluk çömezidir. Musa’nın Firavunu, yetkiyi doğrudan kendisinden alıyordu. Mısır mülkünün tartışmasız yegâne sahibi sayıyordu kendisini. Bildiğimiz kadarıyla dış bağlantısı yoktu. General Sisi ise, kerameti hariçten menkul bir firavundur; yani o, asıl firavunların taşeronudur.
Bu noktadan bakınca, uluslar arası firavunluk düzeni Mısır’daki demokratik değişime kendi çizdiği mecrada bir yol vermek istediği için, orada bir firavun yamağı bulmuş ve nice peygamberlerin tevhid mücadelesine beşiklik etmiş olan, Allah’ın bu güzel arzını kana boğması için tam yetki ile donatmıştır. Bu durumda öfkenin tamamını Sisi’ye boşaltmanın da fazla bir anlamı kalmamaktadır. Zira Sisi, asıl firavunların lanetini üzerine celb etmesi gereken bir paratonerdir. Sisi’yi darbenin bir numaralı öznesi sanmak, aynı delikten tekrar be tekrar ısırılmamızı sağlayacak bir yanlış okuma olur.
Firavun meseli böyle…
Musa-Firavun mecazının asıl sorunlu kısmı, ‘Musa’ tarafındadır. Mısır’da bir firavunluk yönetiminin işbaşında olduğunda, anlaşılmadık bir durum yoktur. Fakat Adeviye Meydanındaki direnişi ‘Musa’ sembolü ile açıklamak, kanaatimizce uygun değildir. Niye uygun olmadığına dair kendi kanaatlerimizi beyan edeceğiz.
Neden Musa Denemez?
Keşke Mısır’da -ve bütün dünyada- bir Musa’mız/Musa’larımız olsa. Beklentimiz yeni bir elçi değildir, çünkü yeni bir Peygamber gelmeyecektir. Fakat tevhidi Musa gibi kavramış, Musa gibi duruşu olan liderler hem Mısır’da, hem de dünyanın her yerinde olabilir ve de olmalıdır.
Mısır’da seçimle işbaşına gelen ve bir yıllık iktidar süresinden sonra darbe ile görevinden uzaklaştırılan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi ve canları pahasına meydanlarda darbeye direnen İhvan’ı Musa’ya benzetmek, ‘Musa olmalı’ talebinden farklı bir durumdur. Burada biraz durmak ve serinkanlılıkla meseleyi tahlil etmek gerekmektedir.
Mısır’daki direniş neden Musa’ya benzetilemez?
1.Muhammed Mursi mevcut Mısır rejiminin yasal mevzuatının ve Mısır kurulu düzeninin izin verdiği ölçüde, demokratik yöntemle Mısır’ı yönetmeye talip olmuş ve nihayet, bir yıl kadar kalacağı iktidara gelmiştir. Acaba Mursi’nin böyle bir iktidar olma talebi meşru mudur? Bu talep için nasıl bir fetva verilmiştir? İhvan-ı Müslimîn teşkilatı demokratik mücadele ve iktidar olma anlayışını nasıl izah etmekte, fikrini nereye dayandırmaktadır?
Mursi’nin iktidar olması ve iktidardan uzaklaştırılınca İhvan’ın ölüm pahasına ‘hakkını’ savunması Musa Peygamber’in mücadelesi ile acaba nasıl bir benzerlik arz etmektedir? Musa (a.s) Firavun’un kurulu düzeninde böyle bir iktidar talebinde bulunmuş mudur? Mısır’da iktidar olmayı ve Allah’ın dinini arzda sorunsuzca tebliğ etmeyi herhalde Musa (a.s) da isterdi ama Firavun’dan neden böyle bir talebinin olmadığı üzerinde iyi durulmalıdır.
2.Adeviye meydanında, modern bir Firavun sistemine karşı mücadele veren halkı, “sadece Allah’a güvenerek kendi asalarını koydular ortaya”
[4] diye değerlendirmek ne kadar isabetlidir? Zira asayı Firavunun sihirbazları karşısında ortaya koyan Musa idi ve sadece tevhid davetini kanıtlamak, Allah’ın adının en yüce olduğunu, İslam’ın yegane hak sistem olduğunu göstermek için asayı yere atmıştı. Adeviye meydanında ise ‘asa’nın kapsamı biraz genişlemiş, demokratik söylemi de içerir olmuştur.
Mesela şu soruya cevap bulmamız gerekir: Adeviye direnişi galip geldiği takdirde, iktidarı yeniden elde eden bu direnişçiler Musa’nın getirdiği İslam’la mı hükmeden bir rejim mi kuracaklar, yoksa Türkiye’de olduğu gibi, on yıllardır süregelen tepeden inmeci yönetim ayıplarından arındırarak, halkla barışık hale mi getirilecek?
3.Herhangi bir zorba yönetime karşı mücadele vermek başlı başına bir erdem ise de, her mücadele mutlaka İslamîdir denemez. Mesela Türkiye’de rejim, bugünkü özgürlükçü, liberal-demokrat çizgiye kendiliğinden değil, muhafazakâr veya İslami geçmişi olan birtakım kadroların mücadelesi ile gelebilmiştir. Bu uğurda bir başbakan idam edilmiş, bir Cumhurbaşkanının ölümü üzerinde suikast kuşkuları varlığını sürdürmektedir. Eğer bir diktatoryaya karşı mücadele vermek, mücadele vereni İslam sınıfına koysaydı, idam edilen başbakanın Musa ile özdeşleştirilmesi gerekirdi.
‘İslam ülkeleri’ olarak adlandırılan ülkelerde Müslümanlar çok genel çerçevede bu yolla sistem içi mücadeleye çekilmektedirler. Müslümanlar geçmişte bir biçimde itiraz edip, uzak durulması gerektiğine inandıkları rejimleri işletmeyi bu yolla ister hale getirilmişlerdir. Türkiye bu yanlış yöntemin adeta en gelişmiş bir müzesi durumundadır. Rejimin kurulduğu günden beri Müslümanlar tedricî bir yolla, her geçen daha da ‘ilerlemek’ üzere, sistem içi bir mücadeleye ikna edilmişler, en sonunda Müslüman-demokrat limanlara demir atmışlardır. Şu anda bu limanı da aşarak, adeta öteki ‘İslam ülkeleri’ne model ihraç eder duruma gelmişlerdir.
Seçilmiş hükümetleri deviren cuntaların tanklarının üzerine çıkan herkes ‘Musa’ değildir. Musa-vari bir mücadele olabilmesi için, demokrasinin değil, sadece ve sadece tevhid akidesinin yüceltilmesi, İslam’dan başka hiçbir referansa razı olunmaması gerekir. Adeviye meydanındaki mücadele “dünya devrimler tarihinin en vakur, en asil ve en gerçek ayaklanışı”
[5] da olabilir; ama yine aynı şeyi söyleyeceğiz: sadece bu vakar ve asalet, onu Musa’nın mücadelesi ile aynılaştırmaya yetmez.
4.Yasin Aktay soruyor: “Erkek çocukları doğar doğmaz öldürülen bir kavmin âhı ve hıncı karşısında hangi Firavun durabilir?”
[6]Oysa Aktay’ın atladığı bir ince nokta var. İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtaran şey, bir başka ifadeyle Firavun’un, karşısında duramadığı “âh ve hınç” İsrailoğullarının tepkisi değil, Allah’ın Rasulü Musa’nın yöntemi, akidesi, hedefi ile bir bütün halinde tamamen İslam olan tevhid mücadelesiydi. Bu da göstermektedir ki, Firavun düzenlerini yani şirk temelli zulüm yönetimlerini def eden, halkların anlık/günlük tepkileri olmayıp, bilinçli, belli bir hedefi olan örgütlü İslamî mücadelelerdir. Aktay’ın, Firavunun yok oluşunu “âh ve hınç”ına tahmil ettiği halk, denizi geçer geçmez bu sefer, Firavun’a göstermedikleri “âh ve hınç”larını kendilerine felahı tattıran Nebilerine göstermişler, Musa (a.s)’a bin bir meşakkat çıkartmışlardı.
“Bugün Mısırlıların bir Musa’sı yoktur. Musa, Mısır halkının kendisidir, öz-direniştir.”
[7] diyen yazar umarız ki haklı çıkar.
Burada kesinlikle halkların gücünü küçümsediğim zannedilmemelidir. Halkların gücü her zaman ve her ülkede, iktidardan kesinlikle çok daha büyüktür. Hiçbir iktidar halkına rağmen iş başında kalamaz. Toplumların mücadelesini küçümsemek müslümanın edebiyle bağdaşmaz. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir topluluğun verdiği bir mücadele hakkında da ölçülü olmalı, temkinli konuşmalıdır. Ama yine aynı insanları Allah rızası için uyarmak da bütün Müslümanların görevidir. İslam açısından bir halkın mücadelesinin mukaddes olabilmesi için özgürlük, demokratikleşme veya sırf ülkeye hükmeden yönetimi devirme gibi kısır amaçlar için değil, tamamen Allah adına, Allah rızası için ve Allah’ın vaz ettiği yöntem çerçevesinde olmalıdır.
İslamî hareketin yöntemini merhum Seyyid Kutub ‘Yoldaki İşaretler’ adıyla yazmıştır. Ama maalesef şimdilerde Kutub’un formülleştirdiği bu yöntem adeta “sırası mı şimdi!” gibi bir muameleye tabi tutulmaktadır.
5.Birçok siyasî grup, fırsatı ganimet bilerek, Mısır olayları vesilesiyle kendilerini Musa rolünde gördüklerini açık etmişlerdir. Milli Görüş çizgisi bunlardan biridir. Milli Gazetenin bir yazarı, Musa (a.s) ile Firavun arasında o gün yaşanan Hak-Batıl mücadelesinin bugün de devam ettiğini belirttikten sonra, “Bugün Musa’yı Milli Görüş temsil ediyor.” demektedir. Yazara göre, Firavun ve kavmini ise ABD, AB, SİYONİZM ve İşbirlikçileri temsil etmektedir. “Bu mücadeleyi Allah’ın yardımıyla Milli Görüş öncülüğündeki Müslüman Topluluklar Birliği kazanacaktır. Türkiye’de bu asrın Musa’sı olmak isteyenlerin tek adresi Milli Görüş’tür. Saadet Partisi ve diğer Milli Görüşçü kuruluşlar sığınılacak saadet limanlarıdır vesselam.”
[8]
“Atatürk yaşasaydı Refah partisine oy verirdi” diyen
[9], kendisini başbakanlıktan tard eden postmodern darbenin en önemli figürü olan Demirel için “Demirel benim kardeşim, dostumdur” diyen
[10] Erbakan’ın Milli Görüş’ünün veliahd Musa olarak takdim edilmesindeki hangi bir yanlış düzeltilebilir ki…
Musa-Firavun mecazını adeta tersine çevirenler de mevcuttur. Zaman gazetesinin bir yazarı, meşrebi gereği, İhvan’a, Firavun’un ayağına giderek uzlaşmanın yolunu aramayı telkin etmekte, nebevî bir mücadeleyi kelimenin tam anlamıyla tahrif ederek, “Bütün zulümlerine rağmen, Hz. Musa (as) gitmişti Firavun’a…” demektedir.
[11] Musa’nın Firavun’a niçin gittiğini ‘örten’ yazar, Mısır İhvanına sadece zillet önermektedir. Fethullah Gülen ise, Türkiye gündemini baz alarak, Mısır’ı da kapsayacak mesajlar vermekte; yıllardır söyleye geldiği, son günlerde bir daha yinelediği, Celaleddin Rumi’ye atfedilen “gel, ne olursan ol yine gel…” felsefesini referans alarak, “Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda” olduklarını iddia ederek, “O, Ebu Cehil’in ayağına elli defa gitmiştir.” demektedir.
[12]
İhvan’ın Demokrasi İle Sınavı
6.İhvan Türkiye modeli bir demokrasi söylemini dillendirmektedir. Demokratik sürecin İhvan’ı bu doğrultuda dönüştürmesi de doğaldır. Bu durumda Muhammed Mursi’nin ve İhvan’ın Mısır’da ortaya koyacağı siyasal icraat, çağdaş liberal söylemin yüceltilmesi ve giderek demokratik kültürün yerleştirilmesi esasına yönelik olmayacak mıdır? Oysa demokratik bir kültürün inşası Musa sembolü ile bağdaşmaz. Musa’nın asası hiç kuşkusuz demokratik söylemi yutar. Firavunluk sadece ülkenin erkek çocuklarını boğazlamakla ya da binlerce kölenin hayatına mal olan piramitler inşa etmekle olmaz. Demokrasi ile firavunluk arasındaki alakayı da açıkça ortaya koymak gerekir.
Bütün dünyanın adeta demokratik bir ‘tarihin sonu’na teslim olduğu, on yıllar öncenin ‘radikal islamcı’ olarak adlandırılan pek çok insanının makaslanarak ‘müslüman-demokrat’ imal edildiği, 2010’lu bu yıllarda, sadece İhvanı Müslimîn’in değil, bütün Müslümanların demokrasi ile sınavı vardır ve bu, zorlu bir sınavdır. Zorludur, zira bu sınavı yüzünün akıyla vermek, öncelikle Kutub’un deyimiyle akideyi tam anlamakla ve içine sindirmekle alakalıdır. Akabinden büyük bir sabır gelmelidir. Acelecilik bu davaya bir şey katmayacaktır. İslam’ın küfürle mücadelesi apar-topar, bir oldubittiye getirilerek hedefine ulaşacak bir dava değildir. İslam’ın davası, insanları İslam’a davet davasıdır.
Müslümanların yaşadığı ülkelerde son on yıllara damgasını vuran, toplumun akidevî durumunda neredeyse hiç denecek kadar bir iyileşme yaşanmadan, bilakis ifsadın daha da arttığı, rejimlerin temel niteliklerinde hemen hiçbir değişme olmadığı halde, içinde Müslümanların da yer aldığı siyasî partiler iktidara talip olmakta ve bu seçimlerde de büyük başarılar elde etmektedirler. CHP ve benzerlerinin ayyuka çıkmış zulümlerinden bıkan toplumların, bu muhafazakâr ve ılımlı partilere rağbet etmelerinden daha tabii bir şey yoktur.
Zikri geçen muhafazakâr partilerin, icraatlarıyla halkın büyük beğenisini kazandıkları ortamlarda, “durun kalabalıklar!” diyerek, İslam’ın davasının bu olmadığını, Müslümanların tutmaları gereken yolun başka bir yol olduğunu anlatmak, şu an dünyanın belki de en zor işidir. Bunu söyleyen Müslümanlar, yel değirmenlerine savaş açan zavallılar muamelesi görmektedirler. Ama zor olsa da, bu doğru söylenmelidir. İşte bu sebeple Müslümanların demokrasi ile sınavı çok zordur.
Evet, İhvan da Mısır’da demokrasi ile imtihan edilmektedir. Demokratik yollarla iktidara gelmenin imkân dâhilinde oluşu, bütün cazibesi ile kendisini İhvana (ve benzeri bütün örgütlere) arz etmekte, iştah kabartmaktadır. İşte tam bu noktada İhvan’ın, kardeşleri Kutub’un duruşunu hatırlaması, İslamlaşmamış bir toplumun, İslamlaşmamış bir rejimini işletmeye talip olmaması gerekirdi. Bu tavrı koymak, dolayısıyla sınavı kolaylaştırmak pekala mümkün iken, Müslümanlar ne yapıp yapıp, konuyu toplum nazarında ‘zor’ hale getirmeyi başarmaktadırlar.
Kısacası, İhvan’ın, demokratik bir sürece girmesi, demokratik yollarla iktidar olma girişimi İslam noktai nazarından kabul edilemez bir durumdur.
İhvan’ın demokratik bir sürece girmediğini ileri sürenler ise, meselenin karmaşık hale gelmesine bilerek veya bilmeyerek katkı sağlamaktadırlar. İhvan’ın demokratik sürece ısınması yeni bir durum değildir. Taha Akyol, 25 Ocak 2011 Mısır Devrim Süreci’nde İhvan-ı Müslimin’in Genel Mürşidi Muhammed Bedia, yardımcısı Isam Aryan ve daha birçok üst düzey yöneticisinin demokrasiyi “seçim” anlamında “ödünç bir kavram” olarak kullandıklarını ifade etmektedir.
[13] Bugünlerde pek çok kişinin, demokrasinin bir yönetim şekli (sandıktan ibaret!) olduğunu ileri sürmeleri, tesadüf olmayıp, İhvan (Türkiye’de AKP, nurculuk v.b.) tarzı değişimin bir yansımasıdır.
Taha Akyol, İhvan anayasasının 5. maddesinde “Hâkimiyet halkındır” yazdığını belirtmektedir. 6. Madde ise şöyledir:
“Siyasi sistem; demokrasi, şûra ve vatandaşlık prensiplerine dayanır…”
[14]
İhvan’ın Sözcüsü Cihad El Haddad’ın bir Türk gazeteciye söyledikleri, İhvan’ın şu andaki siyasî mücadelesinin ana rengini ortaya koymaktadır. El Haddad, demokrasi için sonuna kadar savaşacaklarını söylemektedir:
“Batı istemese de Mısır’ın önünde sonunda ikinci bir Türkiye olacağına inanıyoruz.” “Ama ABD ve AB’nin bu ikiyüzlülüğü özgürlüklerimizi teminat altına aldığımız siyasi rejim olarak demokrasiden vazgeçmemizi gerektirmiyor. Demokrasi için sonuna kadar savaşacağız.”
[15] “Mısır’ın geleceği İhvan’sız düşünülemez. Çünkü İhvan ve Mursi demek demokrasi demektir. Demokrasi demek, halk demek, sandık demektir. Halkın büyük çoğunluğunun desteğiyle seçilen liderimiz Muhammed Mursi’nin, Mısır’da demokrasiyi inşa etmede en etkili isim olduğu bu kanlı süreçte daha iyi anlaşılacaktır.” “Mursi tıpkı Başbakan Erdoğan gibi halkı için yaşayan bir liderdir. Ortadoğu’daki tüm gelişmeleri ‘demokrasi nasıl temin edilebilir?’ sorusuna yanıt arayarak değerlendirdi.”
[16]
Geçmişte İhvan’ın, fikirlerinin bedelini canıyla ve malıyla ödemiş öncülerinden bugüne acaba ne değişti? Aslında değişen en önemli şey şudur: Müslümanlar bir kez bile olsa, demokratik yollarla iktidara gelerek, güya ideolojilerini hâkim kılacakları zehabına kapıldılar ve süreç onları aldı götürdü bir yerlere.
İhvan’ın o sabık öncüleri demokratik değil de, şöyle düşünüyorlardı:
“İslam’da Allah’a -ortak koşmak söz konusu olmaksızın- ibadet edilir. Allah’ın şeriatının hâkimiyeti, tevhidin varlığının işaretidir ve tevhidi pratikte gerçekleştirmek demektir. Demokraside ise Allah’dan başkasına ibadet edilir ve insanların ortaya koydukları şeriatlar, Allah’dan başkasına ibadet edildiğinin belirtisi olup, pratikte de bunun pekiştirilmesidir.”
[17]
“Yani hâkimiyet sırf Allah’a mahsustur. Allah’dan gelenin dışında hiçbir şeriat, hiçbir hukuk düzeni yoktur. Hiç kimse diğer bir kimse üzerinde egemenlik kurmaya yetkili değildir. Çünkü hâkimiyet yetkisi tümüyle Allah’a mahsustur.”
[18]
Kâinatın hâkimi Allah’tır. O halde insanlara düşen de O’nun indirdikleri ile hükmetmektir. İnsan mademki yeryüzünün halifesidir, halife, kendisini halife tayin edenin emirleri dışına çıkma hakkı ve selahiyeti yoktur.
[19]
“İnsanların ortaya koymuş oldukları bazı düzenleri, Allah’ın indirdiklerinden daha üstün gördüğü için, Allah’ın hükümlerinden yüz çevirirse, o kimse kesinlikle kâfir olur. İnkâr ve redden dolayı değil de, başka bir nedenden dolayı Allah’ın hükmünden başkasıyla hükm eden kimse de, herhangi bir hakkı ortadan kaldırıyor ve adaletten veya eşitlikten uzaklaşıyor ise, o zaman da zalim olur. Değilse fâsıktır.”
[20]
İslam’la hükmetmenin gereği ve İslam’la hükmetmemenin ne anlama geldiği gayet açık bir durumdur. Müslümanların yaşadığı ülkelerde AKP tarzı siyasî partiler, ulusalcı, Kemalist diktatör partilerin yapamadığını yapmakta, halkın nazarında ‘ölmekte’ olan beşeri düzenleri sağaltmakta, zalim rejimlerle halkı barıştırmaktadırlar.
Müslümanlar arasındaki fikir erozyonunu, sekülerleşmeyi, liberalleşmeyi neden kimse görmek istememektedir?
Liberal bir yazar, liberalleri, darbeciler içinde değil, darbeye karşı çıkanlar içinde aramak gerektiği gibi acı bir gerçeğe dikkat çekmektedir:
“Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de olduğu gibi Mısır’da da liberal eğilimli kimseleri, belki de bizim geçmiş yıllarda farkında olmadan yaptığımız gibi, bugün darbeye destek veren eğitimli, Batıcılaşmış seküler çevrelerden çok darbeye karşı çıkan dindar kitleler içinde aramak daha doğru olacak.”
[21] Yazar, bir dindarın da, bir dinsizin de liberal olabileceğini; Hristiyanın da Müslümanın da, ateistin de, deistin de liberalizmi benimseyebileceğini ileri sürmektedir.
[22] Vakıa da budur.
Nitekim, iktidara yakın bir gazetenin ‘hatırı sayılır’ bir yazarının şu ‘yeni bir dil’i, liberal yazarın sözlerindeki hikmeti müdellel hale getirmektedir: “Yirmi birinci yüzyılın demokratik diline, Müslüman demokratlar damgalarını vuracaklar. Müslüman demokratlar, Mesnevi ve Mukaddime ile yeni bir demokratik dil oluşturacaklar.”
[23] Gürdoğan, Yirmibirinci yüzyılda, “azgınlığa dayanan Atina demokrasisini”, “çoğunluğa dayanan Kudüs demokrasisine dönüştürecek”, Mesnevi ve Mukaddime’den daha hayatın içinde, başka kaynak yoktur diyor ve ekliyor: “Dünyanın beklediği yeni demokratik dil, onlarla inşa edilecektir.” “Demokratik kültür, bardaktaki çay gibi, kutsal kültürün şekeri ve sütüyle, hem tatlandırılmalı, hem de renklendirilmelidir.”
[24]
Sonuç
Tevhid mücadelesinin amentüsü vahiy tarafından yazılmış, Nebiler de o ‘yazı’yı tatbik etmişlerdir. Sırat-ı mustakîm de işte bu yoldur. Hiç kimse vüs’atinin üzerinde bir yükten hesaba çekilmeyecektir. Kâfir bir düzeni değiştirmeye gücü yetmeyen Müslümanlar -bu uğurda canla/malla cehd etmenin ötesinde- bu durumdan yargılanmayacaklardır. Ama hiçbir müslümanın, değiştiremediği kâfir bir rejimin yönetimine talip olarak, küfrün, nifakın, ifsadın ve zulmün devam etmesine katkı sağlaması hak değildir. Bu bir zulümdür. Merhalecilik, tedricilik gibi kavramsallaştırmalar, genç nesli oyalayan, vahiyle doğrulanamaz içi boş söylemlerdir. İslam dışı bir hukuk düzeniyle hükümet edecekleri belli olduğu halde, verilen mücadeleyi hak-batıl mücadelesi olarak etiketlemek İslami siyasî bir bakış değildir.
Allah da biliyor ki, Mısır’da veya başka bir yerde, hangi sebeple olursa olsun bir müslümanın öldürülmesi, çocukların/bebeklerin kurşuna dizilmesi yüreklerimizi dağlamaktadır. Bunun da ötesinde, Müslüman olmasa dahi, hiçbir insanın nâhak yere öldürülmesine vicdanımız kail olamaz. Hangi Müslüman, Kahire’de öldürülen 17 yaşındaki Esma’yı, kendi ciğerparesi kızından ayrı tutar? Bu Esma bizim Esmamızdır. Esma’nın, bir firavnî kurşunla Hakkın rahmetine kavuşması hangi müslümanın içini dağlamaz? Fakat mesele şu ki, değil Esma, Mısır’ın bütün Esmaları da öldürülse, Mursi’nin/İhvan’ın davası sırf bu ölümler nedeniyle meşruiyet kazanmaz. Mursi’nin davası, ancak kendi temel nitelikleri vesilesiyle meşruiyet kazanabilir.
Süreç değiştirici ve dönüştürücüdür. Belirli bir sürece revan olan kimselerin, dönüşmeye karşı güvenceleri olamaz. Bunun için hemen bütün sistemler, karşıtlarının, sistem içi mücadele alanına dâhil olmasını ‘iyi’ görürler. Sistem içi mücadeleye dâhil olmayan muhalefetten çekinilmelidir. Bunun hikmetini izaha ihtiyaç yoktur.
Müslümanlar, İslamlaştıramadıkları toplumları yönetmeye talip olmamalıdırlar. Bir şirk toplumunu İslam’la yönetmeye talip olmak ancak zulüm hasıl eder. Anlık gelişmelerin şaşalı parıltısına kanmakta çok mahir kalabalıklar, “müslmümanlar yönetmesin de, de hep zorba kâfirler mi bizi ezmeye devam etsinler!” gibi derinliksiz gerekçelere sığınmaktadırlar. Bir zamanlar devlet dairelerinde memur olmak, “biz olmazsak komünistler gelir!” masalıyla adeta cihad gibi lanse edilirdi ve o gün memuriyetleri komünistlerden esirgeyen o insanlar, şimdilerde liberallerle uyum içerisinde yaşamaktadırlar.
İktidar mücadelesinin de varacağı nokta bundan başka olmasa gerektir.
“Bizi hep gavurlar mı yönetecek!” diyenlerin, zaman içerisinde toplumun Müslümanlaşması gibi sorunları pek kalmadı. Şayet nebevî sünnete (hareket hattına) uyulsaydı, Allah’ın hesabından nelerin tevlid edileceğini kimse bilmemektedir. Toplum Müslümanlaştığında, baskıcı bir rejim, istese de o toplumu zaten yönetemeyecektir.
Sözün özü, biz Müslümanların siyaset anlayışımızı, İslam bilgimizi, sünnetullah kavramını, nebevî metodu yeniden ve ciddi bir biçimde masaya yatırmamızın zamanı çoktan gelmiştir. Aksi takdirde Allah bize rahmet etmeyecektir. Mısır bağlamında kendimizi kandırmayalım. Demokratik bir siyasetle İslami hedeflere varılamaz. İktidar olunsa bile, İslam ile hükmedilemez. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, yönetiminize İslam’dan kokular, renkler katarsınız ve böylece nebevî İslamî hareketin doğuşunu kat kat daha uzaklaştırırsınız. “2023 hedefi” bunun en açık kanıtıdır.
[1] Vali Nasr, İslamî Sermayenin Yükselişi, Ufuk yay. İst-2013.
[2] Yasin Aktay, Mursi’nin Kavmi Sisi’nin Sihirbazlarını Yutar, Yeni Şafak, 03.08.2013; Yasin Aktay, Firavun’un Korkusu Eceline Çare Değil, Yeni Şafak, 17.08.2013; Abdullah Muradoğlu, Mısırlıların Bir Musası Var mı?, Yeni Şafak, 18.08.2013; Ali Ural, Firavun da Musa da Yaşıyor, Zaman, 18.08.2013; Egemen Bağış: Bize Düşen Musa Gibi Asayı Vurmak, Yeni Akit, 17.08.2013 v.b.
[3] Burcu Bulut, Menderes’e Yapılan Mursi’ye yapılıyor, Yeni Şafak, 12.08.2013.
[4] Yasin Aktay, Mursi’nin Kavmi Sisi’nin Sihirbazlarını Yutar, Yeni Şafak, 03.08.2013.
[7] Abdullah Muradoğlu, a.g.m.
[8] İsmail Hakkı Akkiraz, Mısır Olayları ve Tarihi Arkaplan, Milli Gazete, 11.09.2013.
[10] Emine Dolmacı, Erbakan: Ergenekon’un Ne olduğunu Bilmiyorum, Zaman, 28.03.2009.
[11] Kerim Balcı, Hz. Musa Gitmişti Firavun’a, Zaman, 19.07.2013.
[14] Taha Akyol, Seküler İslamcılık, Hürriyet, 30.07.2013.
[15] Burcu Bulut, Menderes’e Yapılan Mursi’ye yapılıyor, Yeni Şafak, 12.08.2013.
[16] Burcu Bulut, aynı yer.
[17] Muhammed Kutub, Çağdaş Fikir Akımları-I/Demokrasi, İst-1986, s. 402.
[18] Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Trc. Salih Uçan, İst-1980, s. 17.
[19] Abdulkadir Udeh, İslam ve Siyasi Durumumuz, 5. bsk. Terc. Beşir Eryarsoy, İst-1995, s.71.
[20] Abdulkadir Udeh, a.g.e.77.
[21] Atilla Yayla, Liberallik ve Darbecilik, Yeni Şafak, 17.08.2013.
[22] Atilla Yayla, a.g.m.
[23] Ersin Nazif Gürdoğan, Yeni Bir demokratik Dil Oluşturmak, Yeni Şafak, 06.08.2013.
[24] Ersin Nazif Gürdoğan, a.g.m.