Orucun 29.sunu Medine’de, Rasulullahın şehrinde tutuyoruz. O da bu şehirde oruç tutmuştu, namaz kılmıştı, savaşlara ordusunun başında buradan hareket etmişti. Acısıyla ve tatlıyısla koca bir on yıl geçirmişti bu şehirde. Sabahleyin 06.00’da Medine’de paket olarak ziyaret ettirileceğimiz yerlere gideceğiz. Otobüsler otelin önünde hazır. İlk durağımız Uhud oluyor. Bende adeta Medine ismiyle özdeşleşmiş mekân. Doğrusunu söylemem gerekirse, Medine deyince aklıma dört yer geliyordu: Mescid-i Nebî, Bedir, Uhud ve Hendek bölgesi. İlkini akşam gördük, şimdi ise Uhud’dayız. Heyecan dorukta.
Uhud dağını ziyaret etmek çok güzel bir duygu. Okçular tepesinin üzerine çıkmak, oradan Uhud’u gözlemek, sonra bakışlarımızı Medine’ye çevirmek… Uhud tam da kitaplarda anlatıldığı gibi lakin Okçular tepesi insanı şaşırtıyor. Siyer bilgilerimizin ışığı altında Rasulullahın ordusu ile müşrik ordusunu konumlandırmaya çalışıyorum. İslam ordusu Uhud dağına yakın bir yere konumlanmıştı. Okçular tepesi İslam ordusuyla müşrik ordusunun arasında kalıyordu. Fakat okçular tepesi küçük bir tümsekten ibaret, tepe bile denmez. Kitaplarda anlatıldığı şekilde, “düşmanın, arka tarafından dolanacağı bir tepe” olarak zihninizde bir türlü konumlandıramıyorsunuz. O zaman geriye tek şık kalıyor: Bu tepeyle oynanmış, tepe aşındırılmış, düzleştirilmiş. Kuşkusuz okçular tepesine takılıp kalmamız gerekmiyor. Fakat bu aşındırılmış tümsekte, Abdullah b. Cübeyr’i, onun haykırışını dinlemeyerek, görevlendirildiği yeri terk eden Müslüman savaşçıları, kalan az sayıdaki mücahidin Halid b. Velid’in adamları tarafından şehid edilmelerini, o gün arkadaşı tarafından kolay fark edilsin diye giydiği beyaz elbisesi kendisine beyaz kefen olan Abdullah b. Cübeyr’i düşünmemek ve şehidlerimizi hayırla anmamak olmaz.
Okçular Tepesi
Uhud şehidlerinin medfun bulunduğu mezar, tipik bir Suudî geleneği olarak, demir kafeslerden oluşan dört duvarla çevrilerek kapalı mekân haline getirilmiş. Kapalı mekâna doğru yöneliyoruz ve Hamza’yı, Mus’ab b. Umeyr’i gözümüzün önünde canlandırmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki Hamza, Mus’ab veya Abdullah b. Cübeyr şehidler kervanının ne ilkidir ne de sonuncusu. Ama işte Uhud savaşının Rasulullah’ın tevhid mücadelesinde, andığımız şehidlerin de Uhud’da bambaşka bir yerleri vardı.
Okçular Tepesi Üzerinden Şehitlik ve Uhud
Uhud Şehitleri
İnsanların şehidlerin mezarlarını nasıl türbeleştirdikleri hatta tapınak haline getirdikleri izahtan varestedir. Fakat bu durum, toplumların tarih hafızasını yerle yeksan etmeyi gerektirmez. Uhud savaşının yapıldığı alanda yapılmış olan kocaman betonarme mescid, katledilen koca bir tarihin yerine verilmiş bir rüşvet gibi, orada öylesine durmaktadır. Mescidin kapısını açıp içeriye bakmak bile içimden gelmedi. Uhud’da tarihe ait hiçbir izin bırakılmamış olması öyle tevhid-şirk ayrımıyla açıklanacak gibi değildir. Tarihi itina ile yok etmiş bulunan Suudi zihniyetinde şirkin izale, tevhidin ikame edildiği söylenebilir mi? Uhud şehidleri unutturulurken, Mekke ve Medine’de her köşe başında, Mescid-i Haram’ın ve Mescid-i Nebî’nin kapılarında alakalı-alakasız yerlerde kral Abdülaziz’in, Abdullah’ın adlarının yazılmış olması belli ki şirk sayılmamaktadır.
Savaşın yapıldığı alanda mesela uhud savaşının alanını, orduların yerlerini gösteren bir plan sunulabilirdi, şehidlerin isimleri birkaç dilde -kısa hal tercümeleriyle birlikte- yazılabilirdi.
Hasılı biz kendi aramızda bunları düşünüp konuşurken, birden 625 yılı Şevval ayından kopartıldık, kafile tarafından çağrılıyorduk, meğer Uhud’da kalış süremiz bitmiş, herkes otobüsteki yerini almış bile. Biz de apar topar otobüse yürüyoruz. Ama Uhud bizim için bitmemişti…
İkinci ziyaret yerimiz Kıbleteyn mescidi oluyor. Buna, sükût-u hayale uğramanın ikinci durağı da diyebilirsiniz. Artık alıştık: Betonarme bir mescid göreceğiz, orada iki rekât namaz kılmamız öğütlenecek ve “Aaa, burası Kıbleteyn mescidiymiş” deyip, otobüslere koşturacağız. Kıbleteyn’e dair bir iz bir belirti ara ki bulasın. Oysa hicretin ikinci yılında Rasulullah Benî Selîme yurdunda, bu betonarme mescidin yerindeki bir mescidde namaz kılıyorken kıblemiz Kudüs olmaktan alınarak, Mekke/Mescid-i Haram olarak değiştirilmiş ve tescillenmişti. O gün, sadece namaz kılarken müminlerin yöneldiği yön değiştirilmemişti, çiçeği burnunda Medine İslam Devleti siyasi alanda önemli bir mesafe kat etmiş, tahrifçi düşman Yahudilerden tam bir ayrışma gerçekleştirilerek, İbrahim Nebiye layık bir ümmet teşkil edilmişti. Adeta burunlarından solumuşlardı Yahudiler, “bunları kıblelerinden döndüren nedir?” tafralarıyla. (Bakara, 142). Kıblenin tahvili ile bu bir avuç İslam cemaati bütün insanlığın şahidi, Rasulullah da müminlerin şahidi kılınıyordu. (Bakara, 143). Bu da, İslam’ın yeni dünya düzeniydi.
Kıbleteyn Mescidi!
Üçüncü durağımız Yedi Mescidler oluyor. Hendek savaşının yapıldığı bu alana, savaşın anısına yedi mescid yapılmış. Mescidlerin dördü yıkılmış, kalanlar 70-80 senelik bir geçmişe sahip görünüyorlar. Hepsine bedel yine büyükçe, yeni, betonarme bir mescid yapılmış. Alın size Hendek hatırası… Umreye getirdiğiniz çocuklarınız filan varsa, onlara bu mescid üzerinden hendek savaşını; Rasulullahın şurada hendek kazdığını, hendek fikrinin babası Selman’ı, beş buçuk km. hendeğin soğuk günlerde yıldırım hızıyla nasıl kazıldığını vb. anlata anlata bitiremezsiniz…
Hendek Savaş Alanı/Yedi Mescidler
Mescidlerin ve yerleşim yerinin hemen arkasında yükselen dağlar hendeğin gerçek şahidi olarak boynunu uzatmış durumdadır. Dağların sadece uzaktan zirvelerini görmekle yetiniyoruz. Süremiz çoktan dolmuş bile. Yeni mescidde iki rekât tahıyyetul mescid namazı kılındığına göre, marş marş otobüslere.
Yeni ziyaret mahallimiz Kuba mescidi. Rasulullahın, Ebu Bekir ve Amir b. Fuheyre ile yaptığı mübarek hicret yolculuğunun Mekke tarafından son, Medine tarafından ilk durağı olan, Medine’ye birkaç km. uzaklıktaki Kubâ köyünde yaptığı ilk mescid. Gerçi bir rivayete göre de Rasulullah aslında burada bir mescid yapmamış, bir musalla edinmiş, ileriki zamanlarda Kubâlı Müslümanlar, Rasulullah burada namaz kılmıştı diyerek onun hatırasına bir mescid inşa etmişler. Önemli olan bu değil, önemli olan, o günün bu mütevazi küçük yerleşim yerinin Rasulullahın sîretindeki yeridir.
Mescid-i Kubâ
Kafilenin din görevlisi arkadaşımız bizim umrecilere mescid-i dırardan bahsediyor, Tevbe suresinde konuyu anlatan ayetlerde sözü edilen, “daha ilk günden temeli takva üzere atılan mescid”in (Tevbe, 108) bu mescid olduğunu söylüyor. Doğru bilinen yanlışlardan biri tekrar ediliyor. Oysa ilk günden, temeli takva üzere atılan mescid aslında Medine’deki Mescid-i Nebî olmalıdır, Kuba mescidi değil.
Böylece, Medine’de nebevî hareketin izlerini sürme anlamına gelen ama dostlar alış-verişte görsüne dönüştürülen tadımlık ziyaretlerimiz burada noktalanıyor. Aslında şunu ilmel, aynel ve hakkal yakîn olarak bildim ki, Suudiler umre ve hac için gelen insanlarda nebevî bir İslam bilinci uyanmaması için Bedir’den, Hendek’ten ve sair yerlerden olabildiğince insanları uzak tutuyorlar. Bütün çabaları, insanların mümkün mertebe Hacerül Esved ve Ravza-i Mutahhara aşkları(!) en yüksek derecede olsun ve ‘yanlış’ bir etki almadan bir an önce burayı terk etsinler. İstisnalar varsa da, tur şirketleri Suudilerin bu anlamda destekçileridir.
Son olarak bir hurma bahçesine götürüleceğiz; oradan Medine’de belli başlı ziyaret yerlerini görmüş olmanın gönül huzuru ile otele döneceğiz. Hayatımızda bir hurma bahçesini ve üzeri meyve yüklü (hurma hamile) hurma ağaçlarını ilk defa yakından görüyoruz. Mekke için sıcak ve taşlık demiştim, Medine’de buna üçüncüsünü eklemeliyiz: Hurma. Rasulullahın başat azığı, İslamî hareketin en yakın tanığıydı hurma. Hurmalar henüz bizdeki kaysıların ‘masil’ dönemi misali, olgunlaşma döneminde. Bahçe sahipleri önceki senenin ürünlerini satışa sunmuş bulunuyorlar fakat fiyatlar oldukça yüksek.
Hurma Bahçesi
Hurma Ağacı
Hurmalar Kundakta
Hurma bahçesinden sonra otele dönmeyip, Medine’de hurma pazarına gidiyoruz. Doğrusu Medine’de böyle bir hurma çarşısının olması güzel bir şey. Esnafın ise ekseriyetle Hint-Pakistan kökenli olması dikkat çekiyor. Orada bile Kayseri lafı esnafta derhal muzip bir gülümsemenin belirmesine sebebiyet veriyor lakin Rasulullahın şehrinde hurma çarşısında kandırılmak ne Kayserili esnaf adına hoş görülebilir, ne de Pakistanlı adına.
Ravza-i Mutahhara Ziyareti
13 Haziran günü Mescid’in içinde bulunan Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etmek istedim. Şüphesiz bizler müminiz. Rasulullahın kabrinin ne anlama geldiğini çok iyi bilenlerdeniz. Rasulullahın bedenini, saçını-sakalını, herhangi bir eşyasını kutsallaştırmaktan, Allah’ın elçisini bir tapınma vesilesi yapmaktan, Rasulü Allah’ın önüne geçirmekten Allah’a sığınırız. Fakat Medine’ye kadar gelmiş olup da, Rasulullahın kabrine varmamak olmazdı. Gittiğim beldelerde denk geldikçe mezar ya da bazı türbeleri ziyaret etmekten kaçınmam. Sadece öyle adlandırıldığı için ‘türbe’ diyorum ama benim için ‘türbe’nin bir önemi yoktur, önemli olan orada medfun bulunan insanla ilgili -eğer değerse- tarihi bir malumat ve o ziyaretin, artık medfun bulunan kişinin kimliğine göre düşündüreceği ve telkin edeceği hissiyattır. Mezar ziyaretlerinin kimilerince şirke vesile kılınması, mezar ziyaretlerini bütünüyle hayatımızdan çıkarmamızı gerektirmez. Ölümü hatırlamanın en etkili yollarından biri de mezar ziyaretidir. Ramazan umresi adeta hac mevsimi kadar kalabalık olduğu için, Ravza’ya yaklaşmak bile mümkün olmuyor. Hacerül Esved için yapılan izdihamın bir benzeri de burada yaşanmakta. Suudi polisi gruplar halinde içeri alarak, Ravza’nın yanına kadar varılmasına müsaade ediyor fakat bu işlem için saatlerce beklemek gerekmekte, zaten benim ziyaret amacım da bu değildir. Fetih kapısından Selam kapısına doğru giden koridora dahil oldum ve insan selinin ortasında itiş-kakışlarla Rasulullahın mezarının (resimlerdeki demir bölmeli yerin) önünden geçtim. Kalabalık, yürüyen bir şerit gibi beni de dışarı atmıştı.
Mescid-i Nebî’nin Dışı
Ben esasında başka iki zamanda (gece vakitlerini seçmiştim) Ravza’ya yaklaşabildiğim kadar varıp, tenha bir köşede oturup bir de orada Rasulullahı düşünmek, sîretini gözümün önüne getirmek istedim fakat muvaffak olamadım çünkü kalabalık günün 24 saatinde aynıydı. Sonra bu isteğimi, Mescid-i Nebî’nin avlusunda Ravza’ya yakın bir noktada, kavuran mermerin üzerine oturarak gerçekleştirmeye çalıştım. Bir keresinde Hasan Bakırcı kardeşimin kayınbabası Mehmet Aydın’la birlikte oturduk. Mescid-i Nebinin avlusunda, Ravza’ya bakaraktan, birbirinizin meramını anladığınız bir Müslümanla sohbet etmek doyumsuz bir tat veriyor.
Hasan Bakırcı’nın Kayın Babası Mehmet Aydın’la Birlikteyiz
Medine’de Bayram
15 Haziran/1 Şevval; bugün Ramazan Bayramı. Allah ömrümüzde bir Ramazan orucunun tamamını Mekke ve Medine’de tutmayı nasip etti, bugün de o orucun mükafatını idrak edeceğiz. Sabah namazını otelde, odalarımızda kıldık ve sonra aşağıya indik. Esasında bayram namazı da benim nazarımda cumadan farklı olmamakla beraber, hayatımda ilk defa elde ettiğim bu fırsatı değerlendirmek, bir Ramazan Bayramı’nda İslam ümmetiyle aynı safta buluşarak, o coşkuyu görmek istiyordum. Fakat otelden indiğimizde adeta bir şok yaşadık, biz Harem’e gitmeyi hesaplarken, cemaatin safları 250 metre kadar uzamış, ayağımıza kadar gelmişti. Eğer iki dakika daha oyalansaymışız, otelimizin önündeki caddede bile seccademizi serecek yer bulamazmışız. Medine sanki tek bir mescide dönüşmüştü. Namaz bizdekinden küçük farklılıklarla kılındı. Kısa bir hutbe okundu ama hutbeyi duymakta bile zorlanıyorduk. Namaz bitti ve ayağa kalktık. Biz dört kişilik kafilemiz kendi aramızda bayramlaştık. Bayramın coşkusu başlamıştı. Ortalık, mahşer meydanında birbirlerine sarılan, halleşen insan manzarasını andırıyordu. Güzel giyinimli şirin çocuklar hemen dikkat çekiyor. Biz de otele çıktık ve bayram kahvaltımızı yaptık.
Medine’de Bayram Sabahı
Bir bayram sabahında, ailenin dört üyesi olarak büyük ailemizden uzaktaydık, aslına bakarsanız onlar bize uzaktaydı. Biz değil de, ailemizin geri kalan fertleri gurbetteydi, biz sıladaydık. Biz burada çok sevinçliydik, gerçek bir bayramdı burası bizim için.
Yeniden Uhud
Bayramdan önceki günlerde yeniden Uhud’u ziyaret etme hususunda kendi aramızda karar almıştık. Medine’de birçok kişiye, esnafa ve polislere Uhud dağının yolunu, kaç km. olduğunu, yürüyerek gitmenin mümkün olup olmadığını v.b. sordum ama hiçbir tatmin edici cevap alamadım. Kimine göre Uhud buraya 10, kimine göre 20, birisine göre de yüz km. idi. Yürüyerek gitmeniz imkânsız, ancak arabayla gidersiniz diyorlardı.
Bayram kahvaltısından sonra aşağıya indik. Daha önce, Uhud istikametine giden otobüsleri fark etmiştim. Duraklarına gittiğimizde durakta hiçbir otobüs yoktu. Meğer o gün çok kalabalık olacağı için otobüs durağını merkezden biraz kaydırmışlar. Bu arada taksilere sordum ama çok fahiş ücret istiyorlardı. Hanımların fikrini aldım, yürüyerek gitmeyi göze alabilir misiniz diye, alırız dediler. Tahmini olarak güzergahı doğrulttuk ve yürümeye başladık. Bir de baktık ki tam da otobüslerin kalktığı durağa gelmişiz. İlk yakaladığımız otobüse atladık. Otobüs tıklım tıklım. O gün ücret de almıyorlarmış, öylece gittik Uhud’a.
Evet Uhud şehidleriyle yarım kalan muhabbetimizi sürdürmek üzere yeniden geldik. Bugün rahatız, vakit sorunumuz yok. Bayramın birinci gününü Uhud’da geçirmek gibi bir saadeti yaşayacağız. Okçular tepesine yine çıktık. Şehidliğin yanına yaklaştık. Uhud Medine’nin kuzeyinde. Siyer kitaplarından okuduğumda bir türlü anlam veremediğim bir husus var. O gün bu mesele bendeki cevapsızlığını yine sürdürdü. Mesele şudur: Mekke ordusu Uhud’a gelirken Medine’yi bir şekilde geçip de gelmesi gerekirdi. Gelirken ya da giderken Mekkelilerin Medine’ye saldırıp yağma etmeyi düşünmemeleri acaba neyle izah edilebilirdi? İki ihtimal geliyor aklıma: Ya boş şehre saldırıp, kadınları esir etmek, şehri yağmalamak Arap gururuna yedirilemiyordu ya da İslam ordusunun yetişip şehri savunacağını hesap ediyorlardı.
Rasulullah Buraya Sığınmış
Uhud dağı, savaşın yapıldığı söylenen ve şehidlerin mezarlığının da bulunduğu alana epeyce bir mesafede. Biz oraya doğru yürüdük. Savaşın bitiminde Rasulullahın, yanındaki ashabı ile birlikte dağdaki sığındığı kısmına vardık. Şehitlikten buraya kadar olan kısımda büyükçe bir mahalle kurulmuş. Villa tarzı evler bir sayfiye yerini andırıyor. Dağın dibine varırken gecekondu tarzı evler ve ahırlar bizi karşıladı. Uhud adeta ‘özel mülk’e çevrilmiş, geçmekte zorlandık. Mahallede bayramlaşma çok canlıydı. Her taraf cıvıl cıvıl şeker toplayan çocuklarla doluydu. Genç aileler arabalarıyla akrabalarına bayram ziyaretine geliyorlardı.
Uhud’da yeterince kaldık. Uhud savaşı Rasulullahın İslamî mücadelesinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Birçok kitapta Uhud ‘yenilgi’ olarak anılır oysa aslında Uhud yenilgisinden değil, zaferinden bahsetmek gerekir. Uhud’u ‘yenilgi’ olarak nitelemeye sevk eden amil, yetmiş tane Müslümanın şehid düşmesidir. Ayrıca Rasulullah o gün ölüm tehlikesi geçirmişti. Kafasına kılıç darbesi gelmiş, atılan taş yüzüne isabet etmiş, Ebu Amir Fasık’ın adamlarının kazdıkları tuzak çukurlardan birine düşmüş, eli-yüzü kan içinde kalmıştı. Kendisi de attığı bir mızrakla Ubey b. Halef’in ölümüne sebebiyet vermiştir. Uhud’un yenilgi sayılması için bir gerekçe bulunmamaktadır. Müşrik ordusu sanki savaştan yenik çıkan oymuş gibi sessiz sedasız çekip gitmiş, Rasulullah ertesi sabah yaralı ve yorgun beş yüz sahabeyle yola düşüp düşmanı takip etmiş, müşrik ordusu bunu fark etmesine rağmen geri dönme cesareti gösterememiştir. Ebu Sufyan Rasulullaha meydan okuyarak bir sene sonra Bedir’de yeniden buluşmak üzere ayrılmıştı savaş meydanından. Rasulullah onun bu sözünü ciddiye almış ve bir sene sonra belirtilen yerde ordusuyla hazır ve nazır olmuştu. Ebu Sufyan ise ordusuyla Mekke’den ayrıldığı halde, bazı sıkıntıları bahane göstererek Mekke’ye geri dönmüş, sözünü çiğnemişti.
Müslümanlar yetmiş şehid vermişlerdi ama bedel ödenmeden pahalı şeyler alınamıyordu. İslam’ın yeryüzünde yer edinmesi, devletleşmesi öyle kolay değildi. Uhud savaşında en büyük yenilgi, okçular tepesine yerleştirilen elli kişilik mücahid birliğinin, ulul emrin kesin emrine rağmen, yerlerini terk edip, ganimet peşine düşmesiydi. Ebu Sufyana, “Uhud Bedir’in bedelidir” dedirten işte bu zaaftı. Bunun bedeli ağır olmuştu ama bu hadise bize de ders olacaktı. Aradan bin dört yüz küsur sene geçtikten sonra o günkü mücahidleri eleştirmek çok kolaydır fakat bundan ziyade, kendimizi o elli Müslümanın yerine koyarak, acaba ben olsaydım ne yapardım sorusunun cevabını vermemiz daha hakkaniyetli olur.
Keza, savaş meydanına, kardeşi Hamza’nın, müsle yapılmış cansız bedenini görmek için gelen Hz. Safiyye’nin yerinde biz olsaydık metanetimiz ne olurdu sorusunu kendimize yöneltebiliriz.
Uhud’da böyle çok güzel bir bayram günü geçirdikten sonra mini kafilemiz yola koyuldu. Ama bu sefer kesin kararlıydık, Medine’ye yaya yürüyecektik. Bir taraftan Uhud’un Mescid-i Nebîye olan mesafesini ölçmek, diğer taraftan yürüyerek Medine’yi bir nebze olsun tanımak için bundan daha güzel bir fırsat bulamazdık. Yürümek için hanımların muvafakatı birinci şarttı ve hamd olsun onlar da severek kabul ettiler. Biz yürümeye başlamışken bir otobüsün zenci sürücüsü otobüsü durdurarak bize gelin işareti yaptı biz de bir ‘şukran’ göndererek, yolumuza devam ettik. İkinci bir otobüs de kornaya basarak bizi davet ediyordu. Muhtemelen bu aşırı sıcakta yürümenin sağlığımızı etkileyeceğini düşünüyorlardı. Medine’nin Mekke’yi aratmayan kavurucu sıcağına rağmen yürüyüşten çok keyif aldık. Uhud-Harem arasını bir saatte yürüdük ama yol üzerinde bir dükkanda on dakika kadar oyalanmamızı ve hanımların biraz yavaş yürüdüklerini de göz önüne alınca hesabımıza göre mesafe dört km.yi geçmiyordu.
Bayramın bu birinci günü cumaya denk gelmişti. İslam’da Cuma namazı bu şehirde farz kılınmıştı. Cuma deyince akla Medine gelirdi buna rağmen umre anılarımızın ilk bölümünde Kâbe imamlarının arkasında namaz konusunda bahsettiğim gerekçelere istinaden biz öğle namazını kılmakla yetindik.
Medine’de Osmanlı İzleri
Uhud’dan gelip, öğle namazımızı da kıldıktan sonra yine dışarı çıktık. Hicaz Demiryolu istasyonunu görmek istiyordum. Tabi ki yaya dolaşıyoruz. Biraz yorulduktan sonra istasyonu bulduk, gölgesinde bir nebze dinlendik. Suudilerin burayı nasıl olup da ayakta bıraktıklarına bir anlam veremedik. Estetik, siyah taşlardan örülmüş, ince uzun bir bina ama kapalı, daha doğrusu metruk vaziyette. Binanın ön cephesi tam Mescid-i Nebiye bakıyor. Yanı başında küçük bir mescid var. Galiba Sultan Abdülhamid istasyonla aynı tarihte yaptırmış. Cemaat dağıldıktan sonra içeri girdik ama öyle anlaşılıyor ki cemaatin bir kısmı bir türlü müruru zamana uğramayan yatma haklarını kullanıyorlardı. Yan tarafta hanımlara ayrılmış bölme de kapalı olunca, hanımlara saygısızlık olmasın diye biz de, başka mescid buluncaya kadar tehir namazı ettik. Harem’e dönerken daha önce ziyaret ettiğimiz Gamidiye mescidinde ikindi namazlarını kıldık, oradan Mescid-i Nebiye döndük.
Medine Tren İstasyonu
Bir Osmanlı Eseri
Artık Medine misafirliğimizin de sonuna geldik. Yeniden hüzün mevsimi kuşatıyor bizi. Son kez Medine’yi, Allah Rasulü’nün bu şehrini düşünüyorum. Modern ‘İslamsı’ların ağızlarında geveledikleri ve bir türlü İslam’a yakıştıramadıkları İslam Devleti bu güzel şehirde kurulmuştu. Allah Rasulü buğulu gözlerle gelmişti buraya ama İslam, siyasi, askeri, diplomatik açılımlarına burada kavuştu. Bedir, Uhud, Hendek gibi can pazarları kuruldu burada. Müminler can aldılar, can verdiler. Hepsi Allah içindi. Can pazarı bazen Medine’nin 1100 ve 750 km. dışına taşındı. Gidip canlarını orada vermeye üşenmediler. Bi’r-i Mâûne ve Recî gibi sürprizi oldu sahabenin. İslam sadece savaşlardan ibaret değildi kuşkusuz. Tebliğ faaliyetleri ve diplomatik faaliyetler bu şehirden yürütüldü; heyetler bu şehre geldiler. İslamî hareketin merkezi Mescid-i Nebî idi. Rasulullah çok hanımlı hayatı bu şehirde yaşadı. Münafıklar ve Yahudiler Medine gülistanının dikenleriydiler; zehirli diken. Medine’nin her taşı toprağı bir şekilde İslam davasına, hak-batıl mücadelesine tanıklık ettiler. Allah Rasulü doğup büyüdüğü Mekke’yi bu şehirden çıktığı seferle Darul İslam yaptı. Ve İslam davası kemale ermiş Son Din, Allah’ın tamama ermiş nimeti olma azametine Rasulullah Muhammed (sav)’in ellerinde erişti. O şerefli Elçi son nefesini bu şehirde verdi. İşte Mebcid-i Nebî, işte Mescid-i Haram, işte umre için koşup gelmiş milyonlar: Bunlar onun kusursuz risaletinin en büyük tanıklarıdır. Yüce İslam Dini yeniden, oldukça irileşmiş çağdaş cahiliyeyi yeniden ve bir daha İslamlaştırma, tağutlardan alıp Allah’a teslim etmeye aday olarak bizi, bizden gelecek işareti beklemektedir. Bu Din ve bu amaç uğrunda geçmeyen bir hayat hayat değil, murdarlık, bu amaçla yapılmayan umre umre değil, turistik gezidir.
İkinci bayram günü Mescid’i son kez ziyaret ettik. O akşam üzeri 17.00 sularında oteli terk ettik. Bayramın üçüncü günü saat 03.40’da uçağımız Erkilet havaalanına iniş yaptı. Kayseri serindi ama asıl serinlik, 35 gün kadar sürmüş olan mübarek umremizin bizi saran o doyumsuz ikliminin sıcaklığından, bizi sarmalayan büyük bir rüyadan uyanır gibi, yaşadığımız kente inmiş olmaktan geliyordu. Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki bu hafiften ‘üşüme’ haletimizden bizi, büyük ailemizin coşkulu hoşamedi sahnesi kurtardı. Anamızı ve bütün aile fertlerini çok iyi bulmuştuk.
Bizi İslam’la şereflendiren, bize Kur’an gibi bir Kitabı gönderen, Muhammed’e ümmet yapan, bize namazı ve haccı farz kılan ve haccın mekanlarını Ramazan ayında hanımlarımızla birlikte ziyaret etmeyi nasip eden Allah’a sonsuzca hamd ve senalar ediyoruz. Son büyük duamız, Harameyn-i Şerifeyn’in Kudüs’ümüzle birlikte bir an önce işgalden kurtulması içindir. Velhamdu lillahi Rabbil âlemin. V’el âkıbetu li’l-muttakîn.
Sa abi Cuma salatını memurun arkasında ikame etmemenize rağman Bayram salatınızı ikame etmenizin hikmetini öğrenebilir miyim?
Selam ve dualarla kalınız.
Aleykum selam
Kıymetli kardeşim onu yazıda belirtmiştim. Mekke’de cuma namazına da bir kere katıldım, sırf o gün bizzat şahitlik etmek, nasıl kılıyorlar, bizdekinden eksiği, fazlası, biçimsel olarak da olsa bizzat izlemek istediğim için. Bayram namazına da bu gerekçeyle katıldım. Bir de malum bayram, iki rekat namazdan ibaret değil, bayram dediğimiz şey Medine’de nasıl yaşanıyor, Ümmetin -her şeye rağmen- o günkü coşkusunu bizzat gözlemlemek istedim. Rasulullahın öncülüğünde o ilk neslin yaşadığı coşkunun özlemini çekmeme katkıda bulunur diye düşündüm.
Allaha emanet olun.