Müslümanlık düşüncesine sonradan dahil olan onlarca kavram mevcuttur. Bu kavramların içinde en önemlilerinden biri şüphesiz ki Medeniyet kavramıdır. Medeniyet kavramının Müslümanlık düşüncesinde söz ve yazı diline girişinin iki yüz yıllık bir maziye sahip olduğu söylenebilir. Zannımızca çok iddialı olmamakla birlikte, 1800’lü yılların ilk dönemlerinden önceki metinlerde medeniyet kavramına rastlanmamaktadır. Daha çok Tanzimat’tan sonra başlayan Müslüman modernleşmesinin sonucunda, Batı merkezli hayat tasavvurunu ifade etmek için sıklıkla kullanıldığı görülmektedir.
Medeniyet kavramının dilimize intikalinin serencamına bakacak olursak nasıl bir tablo ile karşılaşırız? Medeniyetin bir kavram olarak dilimize kazandırılmasını tarihi süreç içerisinde gerekli kılan ne gibi mecburiyetler ortaya çıkmıştır? Bir kavram olarak medeniyet henüz kullanılmadığı zamanlarda, hangi kavramlar Müslümanlık düşüncesine yön vermiştir? Medeniyet kavramı, bir zorunluluk olarak mı, yoksa bir özentinin sonucu olarak mı iltifat görmüştür? 19. yüzyılın başlarından itibaren söz ve yazı diline girmesinin, Müslüman dünyanın değişim ve dönüşümüyle ilgisi var mıdır?
Medeniyet kavramının öncelikle tanımını ele alacak olursak, bir dünya görüşünün zaman ve mekân düzleminde tezahürü, ortaya çıkması, bir düzen kurma iddiası olarak tanımlanabilir. Üzerinde tanımı ve mahiyeti konusunda uzlaşılamamış kavramların arasında medeniyet kavramı başta gelen kavramlardandır. Modern dönemde medeniyet kavramını teknolojik gelişmeler, bilimsel alandaki ilerlemeler ve bunun sonucunda refah seviyesinin yükselmesi olarak tanımlayanlar olduğu gibi, kültürün teknik ve maddi unsurları olarak tanımlayanlarda vardır.
Arapça bir kelime olan Medine’nin Türkçedeki karşılığı şehir demektir. Medeni ise şehirli anlamına gelir. Şehirler beşeriyetin terakki ve tekâmülünde merkez görevini görür. Şehir, insan hayatı için gerekli ve her alanda varlığını gösteren bir düzenin, işleyişin ve ilerleyişin olduğu mekânlardır. Şehirler aynı zamanda her ırk ve kültürden, her inanç ve dünya görüşünden insanların birlikte mukim olarak yaşadığı yerleşim yerleridir. Bu yüzden birlikte yaşamanın hukuku da şehirlerde kendisini gösterir. Müslümanlar Mekke’den Yesrib’e hicret ettikten sonra, Yesrib Medine olmuştur. Yesrib’de nazil olan surelere tefsirciler, “Medeni Sureler” demiştir. Yani bu sureler büyük oranda hukuk belirleyen surelerdir.
Medeniyet kavramının Batı dünyasındaki tarihine göz atacak olursak, bir bakıma Batıda da bu kavramın tarihinin çok eski olmadığı gözlenmektedir. Müslümanlık düşüncesinde iki yüz yıllık bir geçmişi bulunmakta iken, Batı toplumlarında bu tarihi takriben beş yüz yıl gibi geri götürebiliriz. Medeniyet kavramı Batı dillerinde “sivilizasyon” kelimesiyle ifade edilir. Bu da şehirle ilgili anlamına gelmektedir. Sivilizasyon kavramının Batı tarihinde ortaya çıkması da, kendine özgü şartlara bağlıdır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, medeniyet kavramının genel tanımı üzerinde ortak bir kabul yoktur. Her dünya görüşü medeniyet kavramını tanımlamakta kendi önceliklerini ileri sürerek bir tanım yapmaktadır. Burada dikkat çekici nokta hangi dünya görüşü olursa olsun, medeniyet kavramını ifade tarzları farklı olsa da, mahiyet olarak hepsinin dünyevi tanım içermesidir. Bu yönüyle medeniyet kavramı, salt dünyevi değerleri öncelediği için, Müslümanlık düşüncesiyle temelden ayrışır.
Müslümanlık düşüncesine medeniyet kavramının girişine kabaca bir milat belirleyecek olursak Tanzimat dönemini zikredebiliriz. Bu tarih aynı zamanda Osmanlı modernleşmesinin uluslararası alanda resmi olarak belgelenmesi ve Batı merkezli değişim ve dönüşümün başlangıcı olarak söylenebilir. Tabi burada Osmanlı modernleşmesinden evvel, öncelikle Batı toplumunun geçirdiği değişim ve dönüşüme bakmak gerekmektedir. Zira medeniyet kavramının Batıda nasıl bir siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal değişim sonucunda ortaya çıktığını anlamak gerekir.
Batı tarihi gözden geçirilecek olursa, baştan sona kendi içlerinde sürüp giden iktidar mücadelelerinin ve bu mücadeleler sonucunda yüzyıllarca yaşanan savaşların tarihidir. Kilise ve kralların hüküm sürdüğü Batı dünyası, sürekli çift başlı iktidar dönemleri yaşamış ve halk hem kiliseye hem de krala karşı maddi manevi sorumluluk içinde hayatını sürdürmek zorunda kalmıştır. Bu ikili iktidarın hüküm sürdüğü Batı dünyasında halk ile iktidarlar arasındaki aristokrat sınıfı ise, en rahat sınıf olarak varlığını sürdürmüştür.
Soylular sınıfı olan Aristokratlar, sahip oldukları arazilerde çalıştırdıkları işçi (Proletarya) sınıfını alabildiğine ezerek kazanç sağlamakta, işçi sınıfının emeğini sömürerek servetlerine servet katmaktadır. Batıda süren ikili iktidar dönemi, kilisenin kendi tebasına yaptığı hadsiz zulümler sonucu, kiliseye başkaldırı olarak sonuçlanmış ve kilisenin iktidarı son bulmuştur. Kilise iktidarının son bulması, iktidar olarak kralları ortaya çıkarır iken, bu süreçte aristokrat sınıfta sivrilmeye başlamış ve iktidardan pay almıştır. Aristokrat sınıfın iktidardan pay alması, kitleleri kontrol edebilir güce sahip olmasındandır. Kral, aristokratlarla yaptığı işbirliği sonucunda, aristokrat sınıfın bu gücünden yararlanmış, aristokratlarda bu imtiyazlı durumlarıyla iktidara ortak olmuştur.
Gelir seviyesi yükselen aristokrat sınıfın, ilerleyen zaman içerisinde geleneksel davranış kalıpları değişmeye, kültürel olarak yeni alışkanlıkları ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık bu sınıf, kendi geleneğinden uzaklaşarak, yemek yemesi, eğlencesi, harcaması, kadın erkek ilişkileri değişmiştir. Partileri, balolar, danslar, kendi aralarında yemekli ziyafetler ve daha birçok alanda geçmişle olan bağlarını koparmıştır. Yemek için masalar ve sandalyeler, çatal kaşık, bıçak, peçete gibi yeni aksesuarlar edinmiş, atalarının tarzını değiştirmiştir.
Bu sınıf yerleşim yerlerini de kentler olarak seçerek, kendi sınıfından insanlarla birlikte yaşamayı hayat tarzı haline getirmiştir. Kentlerde yaşamaya başlayan Aristokrat sınıfın bu davranış kalıplarını ifade eden “sivilizasyon” diye bir kavram icat edildi. Bu kavram, kentli sınıfın yaşam tarzını ifade için kullanılmaya başlandı. Kendi halkına tepeden bakan, küçümseyen, kadın erkek mahremiyetsiz bir hayat tasavvuru ve tarzı bu sınıfın yeni kültürü olarak Batı toplumunda kendisini göstermiştir. Aristokrat sınıfının bu pozisyonu Batının kendi tabiriyle “Yeni Çağ” dediği dönemin (ki bu dönem İstanbul’un fethiyle başlayan dönemdir) başlarından kapitalizmin yükselişe geçtiği 20. yüzyıl başlarına kadar devam etmiştir.
Hülasa Batı dünyasında aristokrat sınıfın yeni yaşam tarzını ifade için icat edilen kavram sivilizasyon’dur. Bu kavram yukarıda da belirttiğimiz gibi, kentli aristokrat sınıfın kendi geleneğinden uzaklaşarak değişen davranış kalıplarını ifade etmektedir.
Peki, kentli aristokratların yeni hayatını ifade eden sivilizasyon kavramı, Müslümanlık düşüncesine medeniyet olarak nasıl geçmiştir?
Tanzimat’la birlikte başlayan modernleşme hareketleri sonucunda, Osmanlı devleti yönünü Batıya dönmüş, her alanda Batıyı taklit etmeyi tek kurtuluş olarak görmüştür. Bu dönüş bütüncül olarak siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, eğitim alanlarında kendisini göstermeye başlamıştır. Batıyı taklit bir fikir olmanın ötesinde eyleme geçerek, yurt içinde Batı tipi eğitim kurumları açılmaya, Avrupa devletlerine bürokratlar yollamaya başlanmıştır. Osmanlının Avrupa’ya gönderdiği bürokratlar ve öğrenciler, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ikamet etmiş, Avrupai yaşam tarzını görerek, özentiye başlamıştır.
Aristokrat kalıntılarıyla tanışan Osmanlı aydınları ve öğrenciler, orada devlet erkânı ve seçkin sınıflarla iştigal ederek, geçirdikleri süre içerisinde onların hayat tarzına hayran olarak içselleştirmiş, Avrupalı gibi yaşamayı zihinlerine yerleştirmiştir. Artık memleketlerine döndüklerinde bir hedefleri vardır: Avrupalının hayat tarzını kendi yaşamlarında ete kemiğe büründürerek, boy göstereceklerdir. Uzun süre Avrupa’da kalan bürokratlar, eğitim gören öğrenciler, memleketlerine döndüklerinde kentli soylu sınıfın davranış kalıplarını ve özellikle kadın-erkek ilişkilerini kendi toplumuna taşırlar.
Kentli soylu sınıfın davranış kalıplarının Batıdaki ifadesi olan “sivilizasyon” kavramı, Türkçeye, Medine kavramından türetilerek “Medeniyet” olarak tercüme edilir. Medeniyet kavramını, Batıdaki ifadesi olan sivilizasyon kavramının yerine kullanılmaya başlanır. Oysa Müslümanlık düşüncesindeki Medine ve Medeni kavramlarının ifade ettiği anlam ve mahiyetle, Batının soylu sınıfının davranış kalıplarını ifade eden sivilizasyon kavramı hiçbir şekilde benzerlik göstermemektedir. Fakat Batı hayranı Osmanlı aydınları, Avrupa’nın fen ve teknolojide ilerlemesini, dini terk edip bu hayat tarzını benimsemesiyle mümkün olduğuna kanaat getirmiştir.
Avrupa’dan memleketlerine dönen bu aydınlar, birer Batılı gibi yaşamak için azami gayret göstermiş, Batılılar gibi geleneksel davranışlarını terk ederek, kentli seçkinler olmaya başlamıştır. Eşlerini kollarına takarak, tesettürden ari bir şekilde toplum içinde gezmeye başlayan bu yeni bürokrat ve Batı eğitimi görmüş zümre, katıksız birer Batılı olduklarını ispatlamak için yanıp tutuşmaktadır. Bu duyguyla yanıp tutuşan yeni insan tipi, kendisine ait değerleri, gelenekleri, örf ve adetleri, edep ve terbiyeyi ve dahi en başta dini bir kenara atarak yeni hayat tarzını görünür kılmanın mücadelesini vermiştir. Bunu yapar iken de, kendi insanını aşağılamayı, cahil olarak vasıflandırmaktan geri durmamıştır.
Medeniyet kavramının esas itibarıyla ifade ettiği anlam ve mahiyet, Müslüman aydınlarca da hatta dönemin uleması tarafından dahi derinlemesine tetkik edilmemiş ve kavram çok kısa sürede Müslümanlık düşüncesinin vazgeçemediği kavramlar arasına girmiştir. Medeniyet üzerine yüzlerce makale kaleme alınmış, risaleler yazılmıştır. O günden bu günlere medeniyet bir kavram olarak, Müslümanlık düşüncesinin vazgeçemediği ve asla da vazgeçemeyeceği bir kavram olarak sözlü ve yazılı alanda kendisine yer bulmuştur.
Eğer bugün medeniyet kavramını terk edip bırakmaya karar versek, en başta akademik geleneğin ve alaylı kesimin medeniyet kavramı üzerine inşa ettiği bütün veriler çökecektir. Eğer Batının sivilizasyon kavramının karşılığı olan medeniyet kavramından vazgeçemiyorsak, Müslümanca bir zihinle bu kavramının yeniden tanımlanması gerekir. Batılı seçkinlerin hayat tarzını ifade eden bu anlamıyla da Müslüman dünyaya gelip oturan medeniyet kavramını bu haliyle kabul etmemiz mümkün değildir. Biz Müslümanlar olduğumuz için, bize sınırlar çizen bir dinin mensuplarıyız. Biz eğer medeniyet kavramına yeniden bir anlam vermek istiyorsak, Batılı anlamından farklı olarak tanımlamamız gerekir.
Medeniyet kavramını Müslümanlık düşüncesi içinde yeniden tanımlayacak olursak; Allah’a, insana, evrene, doğaya, insan davranışlarına ve bilgiye dair vahyin merkezde olduğu kuşatıcı bir çerçeve ve bu çerçevenin içinde yaşanabilir meşru bir dünyanın inşası olarak tanımlayabiliriz. Tabi şöyle de bir hakikat vardır ki, siz size ait olmayan bir kavramı her ne kadar yeniden tanımlasanız da, o kavram geldiği yerin kendine özgü şartlarından kaynaklanan değerlerini de beraberinde getirmektedir.
Eğer yukarıda yaptığımız medeniyet tanımını ya da vahiy merkezli daha değişik tanımları bize ait medeniyet tanımı olarak kabul edecek olursak, ortaya başka bir şey daha çıkıyor. Bu ortaya çıkan şey ise, iki medeniyetin varlığıdır. Birisi Batı Medeniyet tasavvuru, diğeri ise İslam Medeniyet tasavvurudur. Her iki medeniyet tasavvuru da insana hitap etmekte ve insanı kendi tasavvurunda yeniden şekillendirme iddiası taşımaktadır.
Burada irdelenmesi gereken esas konu, Batı medeniyet tasavvurunda insan nerededir, İslam Medeniyet tasavvurundan nerededir? Her iki dünya tasavvurunda insanın konumu önemlidir.
Batı medeniyetinde, aydınlanma düşüncesiyle birlikte, insanın tanımı bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Aydınlanma düşüncesinden önce, kilise ve kutsal metinler insanı tanımlıyor ve ona belli bir yer tayin ediyordu. Fakat Aydınlanma düşüncesi, kiliseyi ve kutsal metinleri hayatın dışına atınca, insanın yeniden tanımlanması gerekti. Kilise ve kutsal metinler insanı topraktan gelen ve Tanrının yarattığı bir varlık olarak tanımlarken, Aydınlanma düşüncesi bu tanımı reddetti. Bu reddiyenin üzerine kendi aydınlık düşüncesi doğrultusunda yeni bir tanıma gitti.
Aydınlanma düşüncesinin yeni insan tanımı, insan evrim geçirmiş ve doğadan gelmiştir, toplumsal konumu bireydir, sosyolojik konumu özgürdür, iktidara karşı konumu sorumlu bir makbul vatandaştır. Ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte her devlet kendi vatandaş tanımını yapmıştır. Aydınlanma düşüncesi bu tanımıyla insanı nesneleştirmiş ve sıradanlaştırmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte tükettiği kadar değer görmüştür, görmektedir. Kapitalist üretimin sadık bir tüketicisi olmayan insanların herhangi bir değeri yoktur.
İslam Medeniyetinde insanın konumuna göz atacak olursak ne söyleyebiliriz? İslam Medeniyetinde insan en başta en güzel surette yaratılmış öznedir. Hayatın, dünyanın hatta tüm evrenin merkezindedir. Kendi dışında yaratılan her şey insanın istifadesine sunulmuştur. İslam Medeniyetinde insan Allah tarafından topraktan yaratılmış, toplumsal görevi şahitliktir, sosyolojik konumu kuldur, iktidara karşı sorumluluğu, iktidarın Allah’a karşı olan itaatiyle sınırlıdır. İnsanın bu konumu onu özne yapmaktadır. İnsanın bu özne oluşunun sebebi, Allah’a kulluk etmesi için yaratılmasındandır.
İslam Medeniyetinde insan öyle değerlidir ki, gerek kulunun yaratıcısı olan Allah gerekse Resulü (sav), hiçbir dünya görüşünün veremeyeceği değeri insana vermiştir. Allah Resulü’den (sav) rivayet edilen bir hadisi şerifte, “Eğer İslam topraklarında bir gayrimüslim adaletsizliğe uğrar da, bu adaletsizlik bu dünyada giderilmezse, hesap gününde bu kişinin hakkını arayacak olan benim” demiştir. Bunun da ötesinde yüce Allah Kur’an’ı Kerim’de “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” diyerek, hiçbir dünya görüşünün ve ideolojinin cesaret edemeyeceği zirveye çıkararak, kuluna verdiği değeri bildirmektedir. Müslümanlık düşüncesinde insanın insan olarak kabul edilip edilmemesi, inanıp inanmamasıyla da alakalı değildir. Allah’a iman etsin ya da etmesin, insan Allah’ın kulu olarak değer görmektedir.
Hülasa, medeniyet kavramının, Müslümanların sözlü ve yazılı diline girişi yaklaşık iki yüz yıllık bir maziye sahiptir. Kavram bize ait olmayan bir hayat tarzının tercümesi olarak devşirilmiştir. Müslümanların havsalasında olan Medine, medeni gibi kavramlarla mahiyeti açısından benzerliği bulunmamaktadır. Batıdan devşirilen birçok kavram gibi, medeniyet kavramı da sahiplenilirken, doğup geliştiği tarihi, coğrafi, siyasi, sosyolojik, kültürel şartları tetkik edilmeden sahiplenilmiştir. Kavramı alıp getiren ilk dönem aydınlar, kavramı Avrupai mahiyette hoyratça kullanmış, kendi hayatlarında bu kavramı temsil etmiştir.
Aklı başında Müslüman aydınlar daha sonraları bu kavramı sahiplenirken, kavramın ne anlama geldiğini, gelirken neleri getirip götürdüğüne ne yazık ki dikkat etmemişler. Süreç içerisinde bize ait olmayan bir kavram, bizim vazgeçemeyeceğimiz bir makama yerleşmiştir.