Bizi Bunlardan Kim Koruyacak?
Bir önceki yazıda “Underground/Yeraltı İllegal Örgütlenmeler”i şöyle tanımlamıştım: “Açık faaliyet yapmaya şimdilik cesaret edemeyen, legal yapıların açtığı kanallardan yararlanan kirli endüstri (uyuşturucu, fuhuş, pedofili, insan ticareti vb). Underground yapılar, STK gibi maskeler kullanarak yerin üstüne çıkabilmektedir.”
Bu yazıda bunu biraz açmak istiyorum.
*Sierra Leoneli futbolcu Hassan Bangura’yı duymuş muydunuz?
1988 doğumlu Bangura, 2010 yılında, Bank Asya 1. Lig (o dönemki ismi) takımlarından Mersin İdman Yurdu’na transfer oldu. Fakat bu, alışıldık transfer hikâyelerine benzemiyordu. Bangura’nın futbolculuk kariyerinin başlangıcı gerilim filmlerine taş çıkartacak türdendi.
Transfer olduğu yıl Tümspor’da Müslüm Işıklar imzalı haber işte bu “korku filmine benzeyen” transfer hikâyesini ele alıyordu. Tabii ki, haberin içindeki ilginç detaylar pek kimsenin dikkatini çekmedi.
Haberin bir kısmı şöyle:
“Oyuncunun babasının üye olduğu masonvari bir teşkilat olan Poro Secret Society’nin kuralları gereği babasının yerine geçmesi gerekir. Fakat bunu istemeyen Al Hassan Bangura, Gine’ye kaçarak kendini kurtarmak ister. Gine’de tanıştığı bir Fransız tarafından yardım etme bahanesiyle Fransa’ya getirilen genç Bangura, aynı Fransız tarafından eşcinsellere pazarlanmak istenmesini reddeder. Ancak yine de Fransız’la yola devam eder ve bu sefer de yolu İngiltere’ye düşer.
Burada şu soru akla gelebilir: Kendini kötü işlerde kullanmak isteyen biriyle neden hâlâ diyaloğunu sürdürüyor? Muhtemelen Bangura kaçak olduğundan Fransız, ihbarda bulunacağı tehdidinde bulunmuş, Bangura da yeniden Sierra Leone’ye teslim edileceği korkusuyla tabiri caizse “köprüyü geçene kadar” sesini çıkarmamış olabilir. Tabii bunlar sadece bir öngörü.
Fransız’la İngiltere’ye giden Bangura, burada da Fransız’ın aynı eylemi gerçekleştirmek istemesiyle karşılaşınca adamın elinden kaçar ve göçmen bürosuna sığınma başvurusunda bulunur. Neticede genç Bangura’nın 18 yaşını doldurmasına kadar İngiltere’de yaşamasına izin verilmiş, bu tarihten sonra işleri eskiye nispeten yoluna girmeye başlamıştır.”
Bu haber gösteriyor ki, bazı kişiler, kimi yapılar tarafından, çeşitli vaatlerle kandırılıp eşcinsel ilişkiye zorlanıyor. Peki, niçin bu olay dünyanın gündemine girmiyor? Kim bunlar? Daha başka kimleri böylesi ilişkilere zorluyorlar? Bu olayın izleri niye sürülmüyor, bağlantıları niye ortaya çıkarılmıyor?
Belki Haiti depremi bu sorulara cevap bulmak için bize bir fikir verebilir.
*
2010 yılında Haiti’de meydana gelen depremi çoğu okuyucumuz hatırlayacaktır; 230 bin kişinin hayatını kaybettiği, Haiti’yi harabeye çeviren o büyük depremden bahsediyorum. Bütün bir dünya, ülkeyi can pazarına çeviren o korkunç felakete odaklanmışken, Haiti’den ilginç bir haber geldi. 5 erkek ve 5 kadından oluşan 10 Amerikalı, en küçüğü 2 aylık, en büyüğü 12 yaşında olan, 33 Haitili çocuğu kaçırırken Dominik Cumhuriyeti sınırında yakalanmışlardı. Amerikalılar “Yeni Yaşam Çocuk Sığınağı” (The New Life Children’s Refuge) isimli bir gönüllü kuruluş adı altında örgütlenmişlerdi. Kendi iddialarına göre, “yetim” çocukları Dominik Cumhuriyeti’ndeki bir yetimhaneye yerleştirmek istemişlerdi. Misyoner oldukları söyleniyordu. Fakat gerçekler birkaç gün içinde açığa çıktı. Dominik Cumhuriyeti’nde böyle bir yetimhane yoktu. Haiti Başbakanı Jean-Max Bellerive, bunun bir “hırsızlık” olayı olduğunu söyledi. Üstelik çocukların yetim olmadığı, anne-babalarının hayatta olduğu anlaşıldı. Amerikalılar Haiti’de yargılanıp hapse atıldı. 10 kişiden sekizi birkaç gün sonra serbest bırakıldı. Fakat grubun lideri olan iki kişinin tutukluluğu devam etti: Laura Silsby ve Charisa Coulter.
Laure Silsby ismini şimdilik bir kenara not edin.
Fakat şu soru hiçbir zaman cevap bulmadı: “Amerikalılar çocukları ne yapacaktı?” Ta ki, 2016 yılında Wikileaks, “Pizza Gate” skandalı olarak bilinen “Podesta e-postaları” isimli belgeleri sızdırana kadar. Skandalla ilişkili bazı isimler, gözlerin 6 sene öncesine, Haiti’deki çocuk kaçırma olayına yeniden çevrilmesine neden oldu.
Önce John Podesta’nın kim olduğunu söyleyelim: Podesta Barack Obama’nın danışmanlarından biriydi ve 2016 seçimlerinde Hillary Clinton’un seçim kampanyasını yönetti.
Podesta’nın gönderdiği maillerden birinde (mendil şifresi olarak biliniyor) bir mendil ve üzerinde pizza ile ilgili bir harita yer alıyor. Mailden bir şey anlaşılmıyor, her yöne çekebileceğiniz şekilde yazılmış. İfadelerin bir şifre olduğu anlaşılıyor.
Podesta’nın maillerinde ismi çok sık geçen bir mekân var: Comet Ping Pong Pizza. Pedofili skandalının merkez üssü burası. Comet Ping Pong’un sahibi James Alefantis. Alefantis’in Clinton, George Soros ve John Podesta’nın kardeşi Tony Podesta ile yakın ilişkileri var. Podesta’nın maillerinde sık sık Haiti’den gelecek “peynir” ve “makarna”lardan bahsediliyor; peynir “küçük” kız çocuğu, makarna ise “küçük” erkek çocuğu anlamına geliyor. Bu “pizzacı”nın bulunduğu caddede “Beyond Borders” isminde bir “sosyal yardım vakfı” var. Vakıf, Clinton Vakfı’nın bir parçası (Clinton Vakfı’nı bir önceki yazıdan, ülkemizdeki toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim için çalışan STK’lara verdiği destekten hatırlayacaksınız) ve işe bakın ki, Haiti’deki “çocuk köleliği ve çocuklara karşı uygulanan şiddeti önlemek için!” çalışmalar yürütüyor.
İşte tam bu noktada Wikileaks belgelerinden tanıdık bir isim karşımıza çıkıyor, şu biraz önce not ettiğiniz isim: Laura Silsby.
Haiti depreminin olduğu günlerde, kimsenin dikkatini çekmese de, daha sonraları Silsby’nin Hillary Clinton ile, geçmişi 2000’li yılların başına uzanan bir ilişkileri olduğunu öğreniyoruz. Silsby tutuklandığında da, Amerika’dan kalkıp bizzat onun yardımına “Clintonlar” koşuyor. Clinton Vakfı, Silsby’e yardım etmesi için Jorge Puello Torres isimli bir “avukat” gönderiyor ama onun da sonradan avukat olmadığı; “pedofili” zincirinin üyelerinden biri olduğu açığa çıkıyor. Torres, insan kaçakçılığı suçlarından Kosta Rika, El Salvador gibi ülkelerde aranıyor. Karısı El Salvador’da “çocuk cinsel istismarı” suçundan hüküm giymiş birisi. Konu Harvard Human Rights’daki bir makalede inceleniyor.
Silsby’nin Haiti’de tutuklandığını söylemiştim. Clintonlar’ın girişimleriyle Silsby hapisten çıkarılıyor. Sonrasında tahmin edilebileceği gibi Silsby serbest bırakılıp Amerika’ya geri dönüyor. Soyadını “Gayler” olarak değiştiriyor ve dahası çocuk kaçırma olaylarında bilgilendirme sistemi hizmeti (!) veren bir firmada çalışıyor.
Wikileaks belgelerinden sızan bir başka önemli isim ise Jeffrey Epstein; hani şu geçtiğimiz Ağustos ayında “pedofili”den dolayı içeride mahkemeye çıkmayı beklerken hücresinde “intihar” ettiği söylenen milyarder işadamı.
“Haitili çocuklar” olayı kısaca böyle. Peki, dünyada kirli işler çeviren “STK maskesi” takmış kaç yapı var acaba? Kırılgan, sisli, zayıf, kaotik bölgelerde dolaşan kaç “10 Amerikalı” var acaba? Dikkatimizin başka şeylerle gasp edilmesi boşuna değil; bu soruları cevapsız bırakmak içindir.
*
“Hasan Bangura” ve “Haitili çocuklar” olayları yaşandığı sırada Fransa’da ilginç bir dava sonuçlanmak üzereydi; Didier Jambart’ın GlaxoSmithKline ilaç şirketine açtığı dava…
Fransa’nın Nantes kentinde yaşayan Didier Jambart 2003 yılında, küresel ilaç devi GlaxoSmithKline’nın ürettiği bir ilacı kullanmaya başlıyor. İlaçla birlikte Jambart da akıl almaz biçimde değişiyor; kumara başlıyor, intihar eğilimleri artıyor ve dahası eşcinselleşiyor. İlaç kullandığı süre içinde 8 kez intihar girişiminde bulunuyor, tecavüze uğruyor. “Bu ilaç beni eşcinsel yaptı” diyen Didier Jambart ilaç şirketine dava açıyor. 7 yıl süren hukuk savaşını kazanıyor ve ilaç şirketi 197 bin Euro ödemeye mahkûm ediliyor.
*
Dark Waters filmi, kimya devi DuPont’un on binlerce insanın ölümüne, sakat kalmasına ve kanser gibi çeşitli hastalıklara yakalanmasına neden olduğu gerçek bir olayı işliyor. DuPont şirketine karşı mücadele veren Robert Bilott filmin bir yerinde şöyle diyor: “Bu sistem hileli. Bizi koruyacağını sanmamızı istiyorlar, ama bu bir yalan! Biz, bizi koruyoruz. Başka kimse bunu yapmıyor. Firmalar da korumuyor, bilim adamları da, hükümet de. Biz koruyoruz. Sadece lise eğitimi almış bir çiftçi söyledi bunu bana. En başından beri biliyordu ve ben onu deli sandım.”
Bugün ülkemizdeki akademik, siyasi, hukuki, eğitsel kurumlar çocuklarımızı bu acımasız dünyaya karşı hazırlamıyor, onları korumuyor. Korumadığı gibi, bizi, olup biten her şeye razı olmaya çağırıyorlar. Bize, bilim adına, kültür ve sanat adına yalan söyleniyor. Alimlerimiz, hocalarımız da maalesef lüzumsuz ya da bugün için önemi olmayan tartışmaların içine gömülüyor; asıl düşmanla ilgilenmiyor.
Merhum Necip Fazıl, Çile şiirinde; “Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor/Mekânı bir satıh, zamanı vehim/Bütün bir kâinat muşamba dekor/Bütün bir insanlık yalana teslim.” diyor.
Yalana teslim olmuş bu çağda, Bilott’un dediği gibi, bizi kimse korumuyor. Kimseye bel bağlamadan, bu acımasız elitlere karşı gücümüz yettiğince mücadele etmeli; sadece Allah’a dayanarak bunların yalanlarını ifşa etmeliyiz.
*
Hz. Yakup çevresinin yalan-dolan, fitne ve fesadla çevrildiği o günlerde şöyle demişti:
“Ben sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.” (Yusuf Sûresi: 86)
Milli Gazete / Mücahit Gültekin