Akıntıya karşı Ne varlığa sevinirim Ne yokluğa yerinirim
Millet ve devlet olarak artık kendi hikâyemizi yazmanın zamanı gelmiştir denildi. Buna niyet edenler koca Yunus’un yazıya başlık olarak aldığımız mısralarından hareket edebilir, bu hikmet her şeye yeter. İsteyen ardından gelen mısraları da hatırlayabilir.
Hem felsefî hem fikrî; hem dünyevî hem uhrevî meselelerin anahtarı bu mısralardadır.
Bu mısralar bir dünya görüşünün, bir hayat tarzının açık, berrak, gürbüz ifadesidir. Suyu bulandırmanın lüzumu yoktur.
Varlık-yokluk, zenginlik-fakirlik, ilerilik-gerilik, mutluluk-mutsuzluk ancak bu mısralar içinde anlam kazanır.
Âmentü’ye inanananlar için başka bir fikre, filozofa, ideolojiye başvurmak yersizdir. Başka bir şairimiz bunu şöyle dile getirmişti: “Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”. Dileyen bu mısranın üstünde yer alan mısrayı da hatırlayabilir.
“Tüketim Toplumu”nun girdabına düşmeden önce bizler Anadolu topraklarında bu ilkelerin oluşturduğu hayatı asırlarca yaşadık.
Ferdimiz, ailemiz, cemiyet ve milletimiz; yaşadığımız şehirler, inancımız çerçevesinde inşa ettiğimiz mahalleler, evler, çarşılar, medreseler, mabetler, hanlar, hamamlar, atölyeler, imalathaneler, bahçeler, bağlar, daha düne kadar ayakta idi. Çok değil yarım asır öncesini görenler bu hayatı yaşadı. O günleri özlüyoruz. Bu özlemi hafife alanlar “nostalji” diyor.
Asla.
O günlerin kıyas kabul etmez bir ruhaniyeti, insaniyeti, merhameti ve bereketi vardı.
O günlerin üretim ve tüketimi sanayi toplumunda yaşananlarla bir tutulamaz.
Bunu çok yazdım, yine yazıyorum. Köyden Erzincan’a 1950 senesinde geldik. Geçen 25 yılda bu şehirde tek bir cinayet işlendi. Kahveci Yaşar’ı vurmuşlar. Kimi kazaen dedi, kimi husumet. Dedelerinizden, ninelerinizden duymuşsunuzdur. Kapıları açık bırakır öyle yatardık, derler. Ben de bir dedeyim, ben de aynı şeyi söylüyorum.
Düzeni sağlayan, cemiyette sınıf farkına fırsat vermeyen ahlâk idi, ahlâkın adaleti. Her siyasetin bir ilahiyatı vardır. Bizimkisi malumdur.
Şehircilere söylüyorum: Bizim şehirlerimiz (Msl: Konya, Kayseri, Malatya, Amasya, Manisa vb.) tarım toplumunun şehirleridir. Biz sanayi kuramadık, Batılı mânada kapitalizme geçemedik. Hududullah buna manidir. Başta İstanbul olmak üzere kadim şehirlerimizi yıktık, yerine karman-çorman bir karmaşa yığını bıraktık.
Hangi şehrimizde bir mimarî vasıf var söyler misiniz? Olanlar hayattan soyulmuş, turistik hale konulmuş dünden kalan adacıklar.
Maziden kalanlara bakarsak bu apaçık görünür. Safranbolu’dan Amasya’ya, Eğin’den Saraybosna veya Travnik’e, oradan Arnavutluk’un Berat şehrine kadar.
Bu şehirler ve bu şehirlerde yaşayanlar topraktan kopmamıştı. Hepsinin civarında “Bağlar” diye bir semt bulunurdu. Yaşayan en canlı şahit Kayseri’nin “Talas”dır. Konya’da da “Meram” vardı ama sanıyorum içinden buldozer geçti.
Şehir ahalisinin; esnafın, tüccarın, memurun, zenaat erbabının bu “Bağlar” semtinde evi ve bahçesi bulunurdu. Olmayanlar kiralardı. Yazönü bağlara göçülür, şehir ahalisi kadını ve erkeği ile toprakla uğraşırdı. Şehirle-Bağlar arasında burnu uzun eski otobüsler çalışırdı. Daha önceleri faytonlar, atlar, merkepler, talika arabalar falan.
Refik Halit “Şeftali Bahçeleri” adlı hikâyesinde bu sabah şehre gidip akşam dönüşleri çok güzel anlatır.
Reçel-pekmez kaynatılır, tarhana-erişte dökülür, un-bulgur tedarik edilir, meyveler sebzeler kurutulur, salçalar yapılır, turşular kurulur, marmelatlar, şerbetler. Bu şehirde yaşayan nüfusun kendi iaşesini kendinin üretmesidir. Bu tutum kainatın ahengine, mevsimlerin ritmine göre yaşamaktır.
Bu üretim ve tüketim anlayışı hayatı “fabrika ayarına” göre düzenlenmiş “Sanayi Toplumu”ndan tamamen farklıdır. Formül şöyle: Az yiyecek, az konuşacak, az uyuyacaksın. Nimete şükredecek, sıkıntıya sabredeceksin. Üretim ihtiyaca göre, tüketim kanaat ile.
Kimsenin evinde gösterişli mobilyalar, beyaz eşya, mutfak robotu yoktu. Yer yatağı yünden evde yapılır, zemine el halısı veya kilim serilirdi. Kimsenin dolabında tek kişi için 25-30 gömlek, 5-10 çift ayakkabı bulunmazdı. Mahallenin zengini ile fakiri arasında fark görülmezdi. Asalet ahlâk ve takva ile ölçülürdü.
“Bizim hikâyemiz”in öngördüğü hayat elbette “kanaat” kavramından doğacak.
Bunlar geçti gitti. Köprülerin altından çok sular aktı. Ey Mustafa Kutlu sen bizi geriye döndürmeye, suyu tersine akıtmaya mı çağırıyorsun? Bu şehirleri yıkacak, bu fabrikaları kapatacak mıyız? Bu dijital çağda bize masal anlatma. İyi ama ‘korona’ya söz geçmiyor. İnsanlar en zengin ülkelerde bile patır patır dökülüyor. Kimi korkudan evden dışarı çıkamıyor. Ekonomi çöküyor, istikbal kararıyor.
Uzatmayalım, etrafımıza bakalım. İnsanlar bu süreçte şehirden kaçmanın yollarını aradı. İmkânı olanlar (ilerideki muhtemel felaketleri düşünerek) içinde suyu olan bir toprak parçası satın aldı.
Bunca varlık, güvenlik, zenginlik içinde bu panik neyin nesidir.
Ha, bir de şu var.
Dünyanın en zengin adamı, ABD’li Amazon şirketinin sahibi, dünyaya bir şey olursa Mars’a gitmek, orada bir hayat kurmak için projeler yaptı. İnsanoğlu kadimden bu yana ölümsüzlüğü aramıştır. Bunlar öte dünyaya inanmayanlar.
Ben bu yazıları âhırete inananlar için yazıyorum. Onlar zaten Hakk’ın rızasına uygun bir hayat yaşarlarsa ebedî hayata kavuşacaklarını biliyorlar.
Peki Hakk’ın rızasına uygun bir hayat nasıl yaşanacak?
Madem bu soruyu sorduk, cevap verelim.
“Bizim hikâye” bu soruya verilecek cevaplarla yazılacak. Yazım işi kimbilir kaç yıl sürecek?
Önce şu içinde çırpındığımız “Tüketim Toplumu”nun ek yerlerini bulalım, şu hızla akıp giden nehirde “akıntıya karşı” çıkalım. Gerisi Allah kerim. Mutluluk seküler dünyada muğlak bir kavramdır. İnananlar için öyle değil. Ruhun, kalbin, nefsin itminana erişmesidir. Bunun hazla, hızla alâkası yok.
Yeni Şafak / Mustafa Kutlu