Antroposen çağ ve Paris Anlaşması: Küresel ısınmanın maliyeti kime çıkacak?
Küresel ısınma 1992 Rio Dünya Zirvesi’nden beri uluslararası siyasetin gündeminde. 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü, ekonomisi fosil yakıtlara bağlı olan ülkelerin direnci sebebiyle başarılı olamamıştı. Elektrik santrallerinden atmosfere her yıl 2,5 milyar ton karbon salan ABD, Kyoto’ya zaten imza atmamıştı. Ancak 2015 yılında 190’dan fazla ülke küresel iklim kriziyle mücadele etmek üzere Paris Anlaşması’nı onayladı. 2020’de anlaşmadan ayrılan ABD, 2021’de yeniden katıldı. Bu açıdan üzerinde en fazla ülkenin uzlaşma sağladığı anlaşma olduğu ifade ediliyor. Anlaşmayı İran, Irak, Libya, Eritre, Yemen ve Türkiye onaylamadı. Türkiye, 2015’te anlaşmaya imza atmış ama Meclis’ten geçirmemişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM’de yaptığı konuşmada, Ekim ayında anlaşmayı onaylamak üzere Meclis’e göndereceklerini ifade etti. Paris Anlaşması’nın ana hedefi küresel sıcaklık artışını Sanayi Devrimi öncesi döneme göre 2oC altına çekmek, hatta 1,5oC seviyesinde tutabilmek. Fosil yakıtlara bağlı üretim faaliyetlerini ve sera gazı emisyonunun azaltmak, yenilenebilir enerjileri kaynaklarının kullanımını artırmak ve bunlara uygun iş alanları yaratmak, zengin ülkelerin yoksul ülkelere “iklim finansı” vererek küresel ısınmayla ilgili değişikliklere uyumunu sağlamak Paris Anlaşması’nın öngördüğü hedefler arasında.
Küresel ısınma ve iklim krizi söyleminin daha çok ekonomik faaliyetlerle ilişkilendirildiğini biliyoruz. Paris Anlaşması’nın öngördüğü hedefler de bunu doğrular nitelikte. Ancak Paris Anlaşması’nın sadece ekonomik değil, sosyal ve felsefi bir dönüşümü beraberinde getireceğini belirtmemiz gerekir. Bu “sosyal ve felsefi dönüşüm” kısmını açmak istiyorum. Bunun için Paul Krutzen’in 2000 yılında popülerleştirdiği “Antroposen” kavramına ve onun posthümanizmle ilişkisine değinmemiz gerekiyor.
Antroposen Çağ’ı: Suçlu İnsan!
Nobel Kimya Ödülü sahibi Paul Crutzen, 2000 yılında Eugene F.Stoermer ile Globale Change Newsletter’da kaleme aldığı “The Antropecene” başlıklı makalede dünyanın Antroposen adını verdiği yeni bir jeolojik zaman dilimine girdiğini öne sürdü. Makale yazıldığı sıralarda Uluslararası Jeoloji Bilimleri Birliği’ne (UJBB) göre dünya henüz 10-12 bin yıl önce başlayan “Halosen” çağdaydı. Halosen Çağ (Yeni Çağ) terimi 1833’te Sir Charles Lyell tarafından önerilmiş Uluslararası Jeoloji Kongresi tarafından kabul edilmişti. Crutzen’in önerdiği Antroposen kavramı zamanla popüler hale geldi. UJBB konuyla ilgili “Antroposen Çalışma Grubu” oluşturdu. Çalışma grubu 2016’da kavramı resmileştirmek için bir teklif hazırladı. Daha sonra yapılan oylamayla kavram resmi kabul gördü. Böylelikle Halosen Çağ’ın bittiği “Antroposen” çağın başladığı yönünde bilim çevrelerinde tartışmalar başladı.
Antroposen (İnsanın tahakkümündeki çağ) kavramı iklim ve jeolojik değişimlere “insanın” etkisini vurgulamak için kullanılıyor. Crutzen 2002 yılında Nature dergisinde yayınladığı bir makaleyle Antroposen kavramını detaylandırdı ve bilimsel kullanıma soktu. Crutzen’e göre Antroposen Çağ, Watt’ın buharlı makinesiyle simgeleşen Sanayi Devrimi’yle başlıyor. Sanayi Devrimi’nden sonra insan kaynaklı faaliyetler, özellikle fosil yakıtların kullanımı jeolojik değişimin temel faktörü olmuştur. “Antroposen” kavramına itiraz eden pek çok uzman var. Bunun yanında kavramı kabul eden ama Antroposen Çağ’ın ne zaman başladığıyla ilgili farklı görüşleri olanlar da var. Örneğin bazılarına göre Antroposen Çağ tarım devrimiyle başlıyor. Tartışmalar sürse de kavramın popülerleştiğini ve özellikle “insan sonrası” (posthüman) kuramcılar için verimli bir kullanım içeriğine sahip olduğunu belirtmek gerekiyor.
Antroposen kavramının, küresel ısınma, iklim krizi, çevre kirliliği, biyoçeşitliliğin yok olması gibi sorunlar için “insanı” hedef gösterdiğine dikkat etmemiz gerekir. Posthümanist kuramcılara göre kaçınılması ve reddedilmesi mümkün olmayan bu sorunlardan dolayı yeni bir felsefi ve sosyal dönüşümü ifade eden “insan sonrası” döneme geçmek gerekir. Posthümanizm, rönesans ve aydınlanma felsefesinin “insan merkezci” hümanist dünya görüşünü insan dışı diğer varlıkları sömürgeleştirmenin rasyonalitesini oluşturduğu için mahkûm eder. Diğer taraftan hümanizm; cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi ayrımcılık türlerine göre yeni ama gerçekte daha köklü bir ayrımcılık biçimi olan “türcülüğün” hüküm sürmesinden de sorumludur. Başka bir ifadeyle, ontolojik bir kategori olarak insanın, diğer varlık kategorilerinden (hayvan ve bitki gibi canlı ya da makine/robot gibi cansız) üstünlüğü inancını sorgulamak gerekmektedir. Dolayısıyla küresel ısınma tartışmalarını “Antroposen” teriminden; onun felsefi ve sosyal uzantılarından bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu bakımdan önümüzdeki yıllarda sadece küresel ısınmayı değil, insanın varlık kategorisi içindeki yerinin daha çok sorgulanacağı bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz. Nitekim BM küresel ısınmayla ilgili 2019’da yayınladığı bir raporda “insan faaliyetleri” sebebiyle 1 milyon hayvan ve bitki türünün yok olduğunu yazmıştı. Kaldı ki, “hayvan hakları” ve “çevre hakları” gibi kavramlar üzerinden organize olan akımların bu sorgulamayı hukuki sonuçlar alacak noktaya getirdiğini söylemek mümkündür.
Burada “Antroposen” teriminin yaşadığımız sorunların kaynağına ilişkin gerçekliği belli bir oranda yansıttığının altını çizmeliyiz. Gerçekten de son 300 yıldır “insanın” doğaya ve diğer canlılara verdiği zarar ortadadır. Ama hangi insan! Eğer “hangi insan” sorusunu sormazsak, sözü edilen sorunlar bitmeyeceği gibi, gerçek sorunun da üstü örtülecektir. Dahası bu sorunları üreten, 25 yıl arayla iki dünya savaşı çıkaran, %1’in dünyanın geri kalanının sahip olduğu servete sahip olması gibi acımasız bir siyasi/ekonomik düzen kuran bir zihinsel yapının bu sorunları çözeceğini iddia etmesi abestir.
Sonuç olarak küresel ısınma ve iklim krizi kavramlarının önemli oranda rasyonalitesini sağlayacağı ontolojik bir tartışmanın içine sürükleneceğimizi ifade edebiliriz. Bu tartışmanın şimdiye kadar görülmemiş oranda yıkıcı sonuçları olabilir. Bu yıkıcılığın önüne geçmek, insanın ve bütün bir varlık âleminin selameti için mücadele etmek hepimizin sorumluluğudur. Bunun için de öncelikle insanın ilahi esaslardan bağımsız “tanımlama” ve “değer verme” kibrinden vazgeçmesi gerekiyor.
Milli Gazete / Mücahit Gültekin