Gelin bir de şu açıdan bakalım. Kötümserliğin, insanı târihine müdâhil kılan eylemelerden uzaklaştırması aslında mes’uliyeti kovmasıyla alâkalıdır. Bu hâliyle, tuhaf da olsa, kötümserliğin yatıştırıcı, rahatlatıcı bir tarafı olduğunu düşünürüm. “Olmuyor işte” diyerek başlayan, “olacağı da yok” diye devâm eden bir cümle dizilimini düşünelim. Bu zincirin son halkası, o hâlde, “oldurmak için bir şey yapmanın da mânâsı yok” olsa ne lâzım gelir? Bu noktadan itibâren mes’uliyetin de sonuna varılmış demektir. (Benzer noktalardan yola çıkan Sartre ve Camus arasındaki fark da budur. Camus’ye göre saçma bir dünyânın mes’uliyeti de saçmadır. Çıkış, varsa eğer, Sartre’ın teklif ettiği mes’uliyet ahlâkında değil başka yerdedir). Geçici olarak rahatlatıcı olan da budur zâten. Artık tek bir yol kalmıştır gidilecek. Kötümserlik ve ümitsizlik duygularının yegâne eylemesi kendileri olur. Kötümserlik kötümserliği, ümitsizlik ümitsizliği doğurur. İşte bu girdaptır tehlikeli olan. Bu girdaba girenleri çok tahripkâr neticeler bekler. Umûmî olarak hayatla bağlarını koparmak, bilhassa sosyal hayâttan uzaklaşmak, ağır bir ilgi kaybı, mânâsızlık hâlleri, ağır depresif savrulmalar, belki de son perde olarak intihar… Bu duyguları felsefîleştirenler de çıkmıştır. Schopenhauer ve Camus akla hemen geliveren isimlerdir. Felsefe tespitle yetinmez, bir aşkınlık (transcendence) işidir. Ümitsizlik üzerinden ilerleyen filozoflar, bir noktadan sonra, derece derece, onu aşmanın imkânlarını ortaya koymanın derdine düşmüşlerdir. Meselâ kötümserliğin baş filozofu Schopenhauer bile yer yer sanat, ahlâk ve mistisizm üzerinden bâzı şeylerin aşılabileceğini imâ etmekten geri kalmaz. Camus ise, tek bir felsefî sorunsal olarak gördüğü intihar fikrini didik didik ettikten, uzun uzun kötümserliğin galerilerinde dolaştıktan sonra, hayâtın, her şeye rağmen yaşamaya değer olduğu fikrine ulaşır.
Diğer taraftan, girdabın içinde tutunmak ve bu tutunumda ustalaşmak da vardır. Mes’uliyetin kapı dışarı edildiği rahatlatıcı evrenin ardından zevk evresi gelir (Sakın keyif olarak algılamayın). Bireysel olarak bu tarz duygularla zevk edenler de olabilir. Hattâ erbâbı tarafından, işlenip hüzne ve oradan sanata, bilhassa şiir ve mûsıkiye tahvil edilebiliyorsa, ortaya nefis şeyler de çıkabilir. Dertlerine dermân arayanların zıddına onları bizzat derman bilen Fuzûli ve arkadaşına uzun uzun acılarından, çektiklerinden bahsedip, ama yine de onlardan vazgeçemediğini yazan Chopin bunun numûneleridir.
Doğrusu, yazı gibi kamusal sorumluluk taşıması gereken bir alanda, yazarın (author) çok dikkâtli davranması gerektiğini düşünürüm. Kötümserliği karamsarlığa tahvil etmek olsa gerektir yazarın mes’uliyeti. Karamsarlık kötümserliği ehlileştirir. Karamsarlığın düşünce hayâtının vazgeçilmez fonu olduğunu düşünürüm. Eğer târih, toplum ve insanda ışıyan bir şeyler varsa bu fon üzerine yansıtıldığı zaman farkına varılır. Karamsarlık, bir tarafıyla kötümserliği dizginleyip dengeler, diğer taraftan da iyimserlik gibi uçucu duygularla düşünen (?) çevreleri sorgulamanın imkânlarını verir. Peki, ümit? Karamsarlık ümit meselesini reddeder. Bunun yerine imkânlardan, mümkünlerden ve ihtimâllerden bahseder. Bunları, kamusal bilinç ve duyarlılıklara açar. Hepsi bu… Schopenhauer bu dünyânın olabilecek en kötü dünyâ olduğunu yazıyordu. Karamsar böyle düşünmez. O, târihsel kötülüklerin kökleri ve vücûda gelme süreçlerini anlamaya çalışır. Daha iyi bir dünyâ mümkündür. Ama mukadder veyâ kaçınılmaz değildir. Theist bir karamsar, bunu insanın hesaplarıyla Yaradan’ın hesapları arasındaki çelişkiye oturtabilir. Târihin kötüye gidişinin aslında kıyâmete gidiş olduğunu düşünür. Kötümserler gibi haykırmaz. Susar ve âkıbeti bekler. Deist veyâ ateist bir karamsar ise zâten târihten ümitli değildir. Onun gözünde târihin ne dünyevî (beşerî) ne de ilâhi bir tasarımı vardır. Târihin bir amacı da (telos) yoktur. Şartlar müsait olursa ve insanlığın kısm-ı âzâmı irâde ortaya koyup, doğru bir istikâmet tutturabilirse daha iyi bir dünyâ mümkün olabilir. Olmayabilir de… Şaşırmamak lâzımdır.Gelelim neticeye… Muhtemelen hem kötümserler, hem de karamsarlar sinir bozucudurlar. Pişmiş aşlara su katmakla, moral bozmakla, özgüven ve umûmî olarak güven kaybına yol açmakla, insanın eylem güdüsünü köreltmekle suçlanırlar. Camus, kendisini eylemi baltalamakla suçlayan eski partili arkadaşlarına ustalıklı bir cevap verir. “Belki ben dünyânın acıları karşısında dediğiniz gibi suskunum. Ama hiç değilse sizler gibi onları arttırmadım” der. Elhak doğrudur. Kötümserlerin günâhı, iyimserlerinkiyle kıyaslandığında daha azdır. “Güzel günler göreceğiz, motorları maviliklere süreceğiz “ temennisinde bulunanlar, “Sen yanmasan ben yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diye kitleleri mücâdeleye sürenler, yaşanan ve kara günlere evrilen, motorlarda dişli bile bırakmayan felâketli mağlûbiyetler karşısında tuhaf davranışlar sergilerler. Genellikle mânâsızca susarlar, bâzıları bunlar yaşanmamış gibi davranır. Kimileri- gâliba en yüzsüzleridir onlar- hâyâtlarını resetler, bambaşka kimliklerle çıkarlar karşımıza. Hele aradan biraz zaman geçsin, mes’ulleri oldukları felâketleri cıvık nostaljik hikâyeler mertebesine indirip, gevrek gevrek hatıralarını anlatırlar. Bâzıları ise uzaklara kaçarlar, münzevi hayatlar kurarak kendilerini unuttururlar. Tabiî ki en acımasızları, yaşananları ârızî olarak görüp, “engin tecrübeleriyle” yeni nesillere musallat olanlardır.
Süleyman Seyfi Öğün/Yeni Şafak