Zira bilge insan, yalnızca az tüketmeyi değil, daha önemlisi, az şeyle yetinmeyi öğrenmiştir./ Epikuros
Kıtlık, basit anlamda bir yoksunluk ve yoksulluk olmanın ötesinde, insanların kitleler halinde asli ihtiyaçlarına erişemeyeceği bir duruma sürülmesi hali; yiyecek ve su kadar düşünce ve sevgi gibi asli ihtiyaçlar. Dünyanın dönem dönem iklim krizlerine girdiği, doğanın kurak veya donmuş toprağından bereketin esirgendiği döngülerin varlığı elbette bir gerçeklik, ancak bilinen en büyük kıtlıklar, yönetim planlamalarının sonucunda kasıtlı olarak yahut ihmal ve aldırmazlıkla yaratılmış olanlar: Mao Çin’inde, Stalin Sovyet Rusya’sında, İngiliz sömürgesindeki Hindistan’da ve İrlanda’da, Batılı ülkelerin kene gibi kanını emdiği Afrika’da, ilanihaye… aç kalarak ölen milyonlar, on milyonlar. Üstelik aç kalıp ölmenin dışında, açlık ve yetersiz beslenmeye bağlı hastalıkların öldürdükleri bu hesabın dışında. İnsanların binlerce yıldır kendi yöntemleriyle hayatlarını sürdürdükleri coğrafyalar, daha fazlasını ele geçirip, stoklayarak, başka yerlerde satarak çok para kazanma hırsındaki muktedirler tarafından tarumar edildiler. Veya verimlilik adı altında, ellerindeki topraklar geniş parsellerle çitlenerek toprak efendilerine verildiğinde, topraksız emekçilere, endüstrinin ucuz işgücüne dönüştüler. Sömürgecilik, yalnızca deniz aşırı uzak kolonileri değil, kendi sınırları içindeki insanları da sermayenin işgücü girdisi olarak tasarımlayan bir zihniyet. Ve aynı zamanda, kırsal üretim ekonomisi yok olan bu yeni işçi kitlesini, gıda, giyim ve diğer gerekli şeyleri satın almak zorundaki “tüketen insan” olarak tanımlayan, bütüncül sermaye piyasalarının bir yüzü sömürgecilik.
Kişilerin bireysel refahı artarken, kalabalıklara ait kamusal varlığın azalması, istifçiliğin ve kapitalizmin bir neticesi; bu durum ekonomik teoride “Lauderdale Paradoksu” olarak adlandırılıyor. Büyüme belli bir noktadan sonra, varlıktan çok “darlık” yaratıyor, istikrarsızlığı, adaletsizliği ve eşitsizliği artırıyor; insan doğasına aykırı çalışma, yorgunluk ve uykusuzluktan kaynaklanan hastalıklar, stres ve depresyon, ekolojik kıtlık, iklim krizleri, gelecek nesillerden çalınan hayatlar da cabası. İnsanın, bir kez ifsad ettikten sonra yaratamayacağı şeylere, Tanrı yapımı varlığa, doğaya, insana kendi fason üretimi öteberi gibi hoyratça davranması akıl alır şey değil.
Bu dünyadaki maddi yoksunlukların çoğu, somut bir şeyin yokluğundan değil, paranın yokluğundan kaynaklanır, kıtlığın yapaylığı belki de hiçbir alanda, parada olduğu kadar apaçık değil. Zira, para ironik bir şekilde, sınırsız miktarda üretebileceğimiz bir şey: Bir kağıttan, yahut dijital sistemlerde işlem gördüğünde sadece bitlerden ibaret. Yine de doğası gereği, kıt hale getirilecek şekilde yaratıyoruz onu. Kendi tanımı gereği kıt oluşu –tıpkı nadir cevher ve madenler gibi- servetin yoğunlaşması eğilimini tetikliyor. Bunun manası, bazıları için aşırı bolluk ve şaşaa iken, geri kalanlar için yoksulluk ve kıtlık, yani yaşamın daralması. Gayrı safi milli hasılanın istatistiklerdeki artış oranı, gelir dilimi en dipte ve ortada olanlara belirgin bir katkı sunmazken, piramidin tepesindeki azınlığın zenginliğini geometrik çarpanlar halinde büyütüyor. Vergilendirme ve kredi politikaları, enflasyonist piyasalar, servet transferini faili meçhul büyük suçlar olmaktan çıkarıp liberal ekonominin erdemleri sırasına sokuyor. Para sistemimiz, ayrı benlik düsturunun, “Senin için daha fazlası benim için daha azı” şeklinde somutlaşmasıdır. Maddi kıtlığın hüküm sürdüğü bir dünyada, rahat etmeyi asla göze alamazsınız. Bu bir inanç ya da algıdan daha fazlası; bugün var olduğu şekliyle para, bazı öğretilerin iddia ettiği gibi “sadece enerji” değildir; en azından nötr bir enerji değildir. Her zaman kıtlık halesiyle çevrilidir. Oysa yapay olarak oluşturulan sermaye ve maddiyat kıtlığından daha kökensel olarak, insan bilinci açısından, doğası gereği kıt olan en yaygın değer, zaman. Zaman, alınan ilk nefesle beraber sınırlı bir yaşamı tüketmeye başlayan şeydir.
Dünyadaki tüm zamanların genişliği
Modern bilinç öncesinin insanları, genellikle zaman sıkıntısı çekmezler. Günlerini, saatlerini ya da dakikalarını sayılardan ibaret bir banka hesabı olarak görmezler. Hatta saat ya da dakika diye bir kavramları bile yoktur. “Köleliğimizin belki de en derin göstergesi zamanın parasallaşmasıdır. Bu, kökleri para sistemimizden daha derinlere uzanan bir olgudur, çünkü zamanın önceden nicelleştirilmesine bağlıdır. Bir hayvan ya da çocuk “dünyadaki tüm zamana” sahiptir. Görünüşe göre aynı durum, genellikle çok gevşek zaman kavramlarına sahip olan ve nadiren acelesi olan antik çağ insanları için de geçerliydi. İlkel diller genellikle zaman kiplerinden yoksundu ve bazen “dün” ya da “yarın” sözcükleri bile bulunmuyordu. “Onlarınki,” diyor Helena Norberg-Hodge, “zamansız bir dünya.” Zamanın kumlarının geçişini izlemekten başka bir şey yapmayan Bedevilerin, ufukta beliren ve saatler sonra kaybolan bir tekneyi izlemeye kendini kaptırmış Pirahaların, oturup otların büyümesini izlemekten memnun yerli halkın hikayelerini okudum. Bu, bizim için neredeyse bilinmeyen bir zenginlik türü. Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları kitabında, “Hayat müslüman semtlerinde, göze çarpıcı bir yavaşlık gösterir. Buluşmalar şu veya bu saatte değil “ikindi sularında” gibi ölçülere bağlanmıştır. Ben “dakika” denen bir zaman ölçüsü olduğunu 1906 veya 1907’de Yakacık’ta iken Hügmen’in trenlerine yetişmek için koşarken öğrendim.” diye yazmıştı. Zamanın kıtlığı, her şeyi ölçmeye çalışan ve böylece her şeyi sonlu hale getiren Bilimin Hikayesi’nin içinde doğmuştur: İlerleyen bir katar gibi, varlığımızı tek bir biyografik zaman çizelgesinin sınırlarıyla, ayrı bir benliğin sonlu süresiyle sınırlandırır bilim. Parayla bağlantılı tüm metaların kıtlığı algısı zamana da sirayet etti, zaman da alınıp satılabilir hale geldi. Bu sebeple, büyüme zorunluluğunun emrine amade teknoloji, bir işi daha kısa sürede yapmak yerine aynı süre içinde daha çok iş yapmak için kullanılıyor. Çalışma tedricen keyif, yetenek ve anlamdan ayrıştırıldığı gibi insan zamanından da arındırılıyor, performans kriterleri teknolojinin kapasitesine göre belirleniyor.
Haddizatında, zamanın ve paranın kıtlığı bakışımlı iki olgudur. Rekabetin geçerli olduğu bir dünyada, öne geçmek, her an çabalamak anlamına gelir. Yıldızları, hiç gitmediği o parıltıları sayan ve ara vermek için hiç vakti olmayan adamın yaşadığı, Saint Exupery’nin Küçük Prens’indeki gezegene benziyor burası da. Adam, yıldızları sayıyordu, çünkü saydığı kadar yıldızın sahibi olduğunu sanıyordu. Oysa yıldızların, okyanusların, nefesin miktarından bir pay değildir, onların enginliğine kırgın bir bakıştır bize düşen pay.
Modern öncesi toplumların çoğu fanilik bilincini her yaşam sürecinin içine yerleştirerek, arzunun disiplin altına alınmasını ve maddi zenginlik arayışına kısıtlamalar getirmeyi bir erdem ölçüsü haline getirmişti. Arzunun kendini çoğaltan, doyumsuz niteliği, servet birikimi güdüsünün nedenlerinden biri elbette, ancak bugün sırf yaşamda kalma isteği bile, servet biriktirmek hedefi ile aynı enstrümanları kullanmak zorunda bırakıyor insanları. Bugün, hayatını bir şekilde idame ettirmek zorunda olan herkes zorunlu olarak bitimsiz ve amansız bir rekabet piyasasına dahil olmak zorunda.Çalışma hayatının koşulları aynı tıknefes çabayı talep ediyor alt ve orta sınıf çalışanlardan. Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı’nda, evrensel “zorunlu gelir desteği”ni gelenekli toplumların nefs tezkiyesine alternatif bir çözüm önerisi olarak sunarak şöyle söylüyor, “Kıtlık ve yeryüzü kaynaklarının nihai olarak sonlu olması meselesinin çözülmesi mümkün görünmüyor; ama bu, meseleyi çözme şansının artırılamayacağı anlamına gelmez. Bir kere, evrensel gelir hakkı, tüketim oyununun potunu düşürecek, oyuna girmek, artık bir hayatta kalma meselesi olmaktan çıkacaktır… Tüketimcilik seçimle ilgili bir şeydir; ama bu haliyle -bir ölüm kalım meselesi olarak- bir seçim gibi görünmemektedir. Ölüm kalım meselesi piyasanın dışında ve ondan bağımsız olarak çözüldüğünde, tüketimcilik gerçek boyutlarına indirilebilir: Varoluşsal bir zorunluluk olarak değil, tercih edilen hayat tarzıyla ilgili bir mesele olarak görülebilir.”
Sistemlerimiz kolektif algılarımızı yansıtır. Para, üreyen bir şey -faiz getiren borç- olarak tasarımlandığında, kaçınılmaz olarak her zaman paradan daha fazla borç olacaktır. Kredi kartları ve ihtiyaç kredileri, hayat boyu “borçlandırılmış insan”ın imali için bir iktidar enstrümanıdır. “Senin için daha fazlası benim için daha azı’’ anlayışı, rekabetçi para ekonomileri için geçerli bir paradigma ancak öylesine yaygın ki eski armağan kültürlerinin, “senin için daha fazlası, benim için de daha fazlası” anlayışının sesini kesmiş durumda. Kıtlık koşullandırması ekonomik alanın çok ötesine uzanıyor; kıskançlık, çekememezlik, tek adamlık, sosyal rekabetçilik ve daha fazlasına tamah lekelerimizle temayüz ediyor. “Para kıtlığı aynı zamanda sevgi, samimiyet ve bağlantı kıtlığından da kaynaklanmaktadır. Bu, ekonominin temel aksiyomudur: insanlar rasyonel kişisel çıkarlarını maksimize etmek için motive olurlar. Bu aksiyom ayrılık ve yalnızlığın bir ifadesidir. Dışarıdaki herkes bir fayda maksimizatörüdür, kendileri için vardırlar.” Bizi standartlaştırılmış, kişisel olmayan, otantik bağlar matrisinden koparılmış bireylere çeviren, metalarla çevreleyen para ekonomisinin bizatihi maksadı, “paranın felsefesi” bunu öngörüyor. Burada bilimin sadece ölçülebilir olanın gerçekliğini teslim eden paradigmasının hayata bulaşmasının da etkisi var; ölçülebilir olanın – metre kare, emek birimi başına verimlilik – üretimini, üstün değerler pahasına azgınlaştırdık ve azamileştirdik: kutsallık, samimiyet, sevgi, güzellik ve oyun gibi önemli şeylerin rağmına.
Sonsuz kere sonsuz
Güzelin eksikliğini gidermek için ne kadar vasat gerekir? Macera eksikliğini telafi etmek için kaç macera filmi gerekir? İnsanın büyüklüğünün körelmiş ifadesini telafi etmek için kaç tane süper kahraman filmi izlemek gerekir? Yakınlık ihtiyacını karşılamak için ne kadar pornografi? Oyun eksikliğini gidermek için ne kadar eğlence gerekir? Sonsuz kere sonsuz miktarda. Bu, ekonomik büyüme için iyi, ancak gezegen için çok meşum bir haber. “Kendimizi kıtlığa kaptırmamızdan kıtlık alışkanlıkları doğar. Zamanın kıtlığından acele etme alışkanlığı doğar. Para kıtlığından açgözlülük alışkanlığı doğar. Dikkatin azlığından gösteriş yapma alışkanlığı doğar. Anlamlı emeğin azlığından tembellik alışkanlığı doğar. Koşulsuz kabulün azlığından manipülasyon alışkanlığı doğar.”
Paranın ya da en azından ona duyulan sevginin tüm kötülüklerin kaynağı olduğu söylenir. Ama niçin böyle? Ne de olsa paranın amacı, en basit haliyle, mübadeleyi kolaylaştırmaktır; başka bir deyişle, insan armağanlarını insan ihtiyaçlarıyla buluşturmaktır. Hangi güç, hangi korkunç sapkınlık parayı tam tersine, yani bir kıtlık aracına dönüştürdü?
Gerçekten de büyük miktarlarda gıda, enerji ve malzemenin israf edildiği bir dünyada, kümülatif bir bolluk içinde yaşıyoruz. Dünyanın yarısı açlıktan ölürken, diğer yarısının ufak bir yüzdesi, ilk yarısını besleyecek kadarını israf ediyor. Üçüncü Dünya’da ve büyük kentlerin gettolarında insanlar yiyecek, barınak ve diğer temel ihtiyaçlardan yoksun, bunları satın almaya güçleri yetmiyor. Bu arada, büyük kaynakları savaşlara, plastik çöplere ve insan mutluluğuna hizmet etmeyen sayısız başka ürüne akıtıyoruz. Açıkçası yoksulluk, üretim yeteneğinin eksikliğinden kaynaklanmıyor. Marks bunu çok isabetli bir şekilde fark etmişti, “Üretimin yalnızca yararlı şeylerle sınırlanmasını istiyorlar ama aşırı miktarda yararlı şey üretmenin ortaya bir sürü yararsız insan çıkacağını unutuyorlar.”
Kıtlık ruhundan çıkışın yolu
Para sistemimiz, mülkiyet ve genel ekonomik sistemimiz, içinde kıtlık algısını barındıran aynı temel benlik duygusunu yansıtmaktadır. Bu “ayrık ve ayrı benlik”, Descartes’ın ikiye ayırdığı (res cogitans: düşünen şey/ res extensa: mekansal şey) Kartezyen benliktir: kayıtsız bir evrende mahsur kalmış, sahip olmak, kontrol etmek, mümkün olduğunca çok zenginlik biriktirmek isteyen, ancak varlığın birliğinden sürülmesi yüzünden “ihtiyacın mütemadiliği”ne mahkûm edilmiş bir haleti ruhiyenin gördüğü seraptır. Francis Bacon’ın, dünyayı, can ile dolup taşan bir varlık yerine, sömürülmesi ve ıslah edilmesi zorunlu, pasif, uygunsuz bir varlık olarak tanımlamasından sonra kem nazarımız değdi dünyaya. James C. Scott, Devlet Gibi Görmek incelemesinde, modern bürokratik devletin doğayla değil, yalnızca “doğal kaynaklarla”, doğanın ekonomik kullanıma tahsis edilebilecek parçalarıyla ilgilendiğini ifade etmek için, faydacı devletin “ağaçlardan ormanı göremediği” yazmıştı: Ağaç kerestedir ve orman, kereste imal edilen yerdir. “Sonuçlara dayalı” yaklaşım esasında sonuçlara değil, ölçülebilirlik kriterine yaslanır. Toplum çarkının dişlisi insan, “Çoklukla övünme yarışı’nın kabirlere varıncaya kadar oyaladığı” bir canlı, saydıkça yaşamın bereketini soldurduğu, onu dar bir kabre çevirdiğini göremeyecek kadar da ibret nazarından yoksun. Kıtlığı uzak tutmaya çalışırken “finansal güvenlik” arzular ve özgürlüğü genellikle zenginlikle ilişkilendiririz. Oysa doludizgin, açgözlü bu kovalamacadır bizi köleleştiren. Kaygı hep oradadır, kıtlık her zaman sadece bir felaket uzaktadır. Kendimizi daha üstün hissetmek için sürekli yeni şeyler alırız ve bunun için daha çok çalışırız ama işe yaramaz, zira üstünlük çıtası zenginler ve ünlüler tarafından sürekli daha yukarı çekilir. Bauman, bu durumu, bitiş çizgisinin yarışmacılardan hep daha hızlı koşmasına benzetmişti.
Kıtlığın genişlemesi, bir zamanlar bollukla karakterize edilen yaşam alanlarına da sirayet etmesi dikkat çekiyor. Ekonomik davranış, özellikle de mallar için para alışverişi, bugün daha önce hiç para alışverişine konu olmamış alanlara uzanıyor. Örneğin, şişelenmiş su veya ev hizmetleri, çocuk bakımı. Bir şeyin ticaret nesnesi olabilmesi için önce kıt hale getirilmesi gerekir. Ekonomi büyüdükçe, tanım gereği, insan faaliyetlerinin giderek daha fazlası para alanına, mal ve hizmet alanına girer. Genellikle ekonomik büyümeyi zenginlikteki artışla ilişkilendiririz, ancak bunu aynı zamanda bir yoksullaşma, kıtlık kalemlerindeki bir artış olarak görmek daha isabetli bir yaklaşım. Tanıdığım çoğu insan, yeterince paraya sahip olamama korkusuyla sürekli düşük seviyeli (bazen yüksek seviyeli) bir endişe, bir gönül darlığı içinde yaşıyor. Ve zenginlerin kaygılarının da doğruladığı gibi, kaygıdan kurtulmak için hiçbir miktar asla “yeterli” değil. Yunus Emre’mizin sözüyle, “Ne kadar çok ise malın, ecel sana sunar elin,/ Ne fayda eyledi Karun, bu dünyaya batmış iken.”
Toplum ne kadar parasallaşırsa, vatandaşları da o kadar endişeli ve aceleci olur. Dünyanın hala para ekonomisinin biraz dışında kalan, geçimlik tarımın hala var olduğu ve komşuların birbirlerine yardım ettiği bölgelerinde yaşamın hızı daha yavaş, daha az acelecidir. Zaman kıtlığı algısı, hayatı da kısa ve yoksul bir “çorak ülke” olarak deneyimlemeye yol açar. Eliot’ın dizeleriyle, “Oturmuş kıyıda/ Avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler/Topraklarımı işleyebilecek miyim hiç olmazsa?”
Kıtlık çoğunlukla bir yanılsama, kültürel bir yaratım osla da, neredeyse tamamen kültürel olarak inşa edilmiş bir dünyada yaşıyoruz; bir uyurgezerin bilinci gibi, kıtlık ruhu da gerçek dünyada gerçek sonuçlar ve felaketler yaratıyor: Bugün yaklaşık bir milyar insanın yetersiz beslendiği ve her gün binlerce çocuğun açlıkla ilgili nedenlerden öldüğü, hakkaniyetsiz, gerçek bir dünya. Kıtlık algımız kendi kendini gerçekleştiren bir kehanettir.
Kıtlık ruhunun bir gözbağı olduğunu fark etmemiz ve bolluk bilincini büyük hikayelerimizin odağına tekrar buyur etmemiz gerekiyor. Bu paradigma değişimi sayesinde, korkudan itminana, yalnızlıktan bağlar kurmaya, istismardan hakkaniyete ve tahakkümden karşılıklılığa bizleri taşıyan bir iklime yürüyeceğiz: İnsanlık idealinin tam yüreğine.
Mücerret/ Kemal Sayar