İNSAN HAKLARINI KONUŞMAK
‘KIŞKIRTILMIŞ İNSAN’DAN ‘YARATILMIŞ İNSANA’
Fatih Bütün
NİDA Dergisi
Temmuz-Ağustos 2020/197 Sayısı
Ahvalimiz; karanlıkta can havliyle girdiği eczaneden el yordamıyla ilaçlar toparlayıp içen ve bundan da şifa uman adamın halini andırıyor. Hasta, daha hastalığının tam olarak ne olduğunu bilmiyor; iyileşmek istiyor fakat kullandığı ilaçların neye iyi geldiğiyle ilgilenmiyor. Hastalığa mı üzülmeli, acıdan kıvranan hastanın nâdânlığına mı?
Soyut ve gerçekliğe temassız gibi görünse de kavramlar canlıdır. Mademki hayat seyrimizi düşüncelerimiz belirler, peki, düşüncelerimizi ne belirler? Kavramlar diyebiliriz çünkü insan, kelime ve kavramlarla düşünür? Diğer bir insanla ve eşyayla ilişkisini kavramlar üzerinden kurar, hatta kavramlarla şehirlerini imar ve kurumlarını inşa eder. Cansız gibi görünse de canlı bir organizmadır aslında kavramlar. İnsanın ve toplumun zihin kodlarına girer; ya nitelikleri keşfeden, olumlu yönde imar ve inşa sürecini başlatır ya da nitelikleri eriten ve körelten, değerleri tefessüh ettiren bir görev üstlenir.
Düşünce dedik, düşünceyi biçimlendiren de kavramlar. Fark etmeliyiz ki yaşanılan çağın hâkim düşüncesi, kavramlarımız ve düşünme biçimimiz üzerinde etkin bir güce sahiptir. Bazen insan, ‘ben böyle düşünüyorum’ der de, aslında düşünmüyor, hâkim düşüncenin gölgesinde serinlemekle meşgul oluyordur. O, birilerinin düşündüğünü tekrarlıyordur da, bunu farketmesi zaman alır.
Düşünmek, senin için çizilen çizgiyi ve sırayı aşmayı göze alabilmekle değer kazanır.
Dikkatle bakıldığında düşüncelerimizin hâkim düşünce ve kavramlar tarafından biçimlendiğini görebiliriz. Hatta bazen o kadar baskın hale gelir ki yüzyıllara dayalı tecrübeden veya inançtan devralınan her ne değer varsa hâkim düşüncenin potasında eritilir, alternatif düşünce ve yaklaşımlar, E. Said’in ifadesiyle ‘karartılır’ ve insan şuna ikna edilir: ‘Bu yeni değerler, işte bunlar evrensel değerlerdir, bu değerlerin kimliği olmaz; sana bana değil, inancı, etnik yapısı, rengi ve cinsiyeti ne olursa olsun herkese aittir, hem de eşit oranda…’
Peki, gerçek böyle midir? Bu soruya iki türlü cevap aranabilir. İlki realitedeki karşılığına bakılarak test edilebilir. Diğeriyse bu değerler keşfedilmezden önceki insanın hayatına bakılabilir. Yazımıza konu olan ‘insan hakları’ da bu teste tâbi tutulabilir. Yazımızın hacmini büyüteceği için okuyucuların sorularla paralel iki şeye bakmasını tavsiye edebilirim: Fransız ‘aydınlanması’nın olduğu yıllara denk düşen Haiti devrimine bakılabilir. Ki bu olay gerçekten ‘çağlar ötesi’ görülen değerlerin (özgürlük, eşitlik, kardeşlik), köleler ve siyahiler söz konusu olduğunda nasıl da askıya alındığının acı bir örneğini sunacak. Bugün de farklı işlediği fikrinde değilim. Bir de, bu ‘çağlar ötesi(!)’ değerler keşfedilmezden önce insanlık tarihinin çeşitli coğrafyalarında nasıl da adil, nitelikli ve etnik farklılığı büyük oranda sorun etmeden yaşanabildiğinin örnekleri için 10. yüzyıldan 15. yüzyıla kadarki Akdeniz ülkelerinden kimilerinin tarih ve sosyolojik yapısına bakılabilir. Bu son örneği, tarihte ideal, sorunsuz bir dönem bulmak ve görmek için değil; aynı dönemde dünyanın farklı coğrafyalarında farklı tecrübelerine dikkat kesilmek gerektiğini göstermek için verdim.
İnsan Hakları
‘İnsan, yaratıcıdan bağımsız, doğuştan doğal haklarla mı doğar gerçekten?’
Temelinde doğal haklar olan insan hakları, 1215 yılında imzalanan Magna Carta ile kralın yetkileri ilk kez kısıtlanmış ve derebeylere bazı haklar verilmiştir. Kralın yetkisinin kısıtlanıp derebeylerine bazı hakların verilmesi, M. Carta’yı bugün konuştuğumuz insan haklarının temellerinden biri kılar. Modern dönem İnsan Haklarının arka planında 17. yy. liberal yönelimi ve rasyonalizmi vardır. John Locke, modern dönem insan haklarının kurucusu kabul edilir. Thomas Hobbes ile de pozitif hukuk temelleri geliştirilir.
Gerek Yurttaş Hakları Beyannamesi ile İngiltere, gerekse 1776’da Bağımsızlık Bildirisiyle ABD aynı liberal/özgürlükçü söylemi sürdürmüş, 19. yy.’daki kölelik karşıtı hareketler, demokratik katılım, azınlık hakları ve oy kullanımına dair alınan kararlarla insan hakları kurumsallaşma sürecine girmiş; I. Kant, J. Stuart Mill gibi filozofların çalışmaları da ‘insan hakları’nın şekillenmesine etki etmiştir.
Kavramın oluşum süreci tarihsel bir liste olarak daha da uzatılabilir.
Yukarıda söylediğimiz bir hususu yeniden hatırlatmamız gerekiyor, yaşanan hâkim düşünce merkeze öyle bir yerleşiyor ki ‘edebiyat’ dediğimizde ‘Batı edebiyatı’ tarihi, ‘felsefe’ dediğimizde ‘Batı felsefesi’, ‘siyaset’ dediğimizde ‘Batı siyaset felsefesi’, ‘tarih’ dediğimizde Batı’yla irtibat noktalarına göre kurulmuş bir tarih aklımıza geliyor ve ondan bahsediyoruz.
İnsan haklarının hikâyesi bizim hikâyemiz değil diyerek bir çırpıda işin içinden sıyrılmayacağım. Veya ‘kötü imal edip’ tüm başı boşluk ve başı bozukluğu üzerine yıkma niyetinde de değilim. Fakat şunu söylemek de boynumun borcu: 10., 11., 12. ve 13. yy.’da, -siz 16. yy.’a kadar uzatabilirsiniz listeyi- dünyanın geri kalanında neler oluyordu? İnsanlar yüzyıllarca yönetim, seçme-seçilme sorunu mu yaşıyorlardı, insanlar aralarında adaleti tesis edemiyorlar mıydı, azınlıklar bulunduğu yerde öldürülüyorlar mıydı, 18. yy.’a kadar özgürlük nedir bilmeyenler köleliğe mi razı olmuşlardı? Bu sorulara çalışıp cevap vermek de bizim ödevimiz olsun.
İnsan hakları kavramının oluşumundaki tarihsel örgü, dikkatle bakıldığında Batı’nın yaşadığı ontolojik bir kopuşu, ray ve değer değişimini de göstermektedir.
Nasıl bir değer değişimi!? Fizik dünyasında yaşanan değişime bağlı olarak insan, Tanrı ve kâinat hakkındaki bir ray değişimidir yaşanılan. ‘Yaratılmış’ kâinat üzerinde tefekkür edip keşfe koyulan insandan, kâinata hükmetmeye ve onu kontrol altına almaya inat etmiş bir insana geçiştir yaşanan. Yaratıcıya ve onun yeryüzü yasalarına kulak kesilmiş ve onunla barışık bir dünyayı imar etmekten, tıpkı Yunan mitolojilerindeki birbirine öfkeli, kavgalı, tuzak kuran, kin ve öfke dolu Tanrıların savaşının aynısını dünyaya taşıyan bir sisteme geçiş…
Şimdi insan haklarına dönelim. Hangi insan ve kimin, neyin belirlediği hakk?
İnsan ve hak üzerinde konuşmaya başladığımızda ontolojik bir düzleme geçtiğimizin farkına varmalıyız.
‘İnsan Hakları’ terkibini oluşturan iki kavram ‘insan’ ve ‘hak’kın ne olduğu ve nasıl tanımlandığına dikkat kesildiğimizde, farklı varlık zeminine geçtiğimizi görebilmemiz gerekiyor.
İnsan dünyaya atılmış bir varlık değildir. Bu münasebetle ahlâk ve hak kavramı insanın ontolojik sorularına vereceği cevaplar üzerinden konuşulursa ancak ‘kışkırtılmış insan’dan ‘yaratılmış insan’a doğru bir mesafe alabiliriz diye düşünüyorum. Ve aynı zamanda hukukî kaideler… Bu hukuki kaideler insanın ahlâkî zemininden bağımsız konuşulamaz, sağlıklı bir ilişki kurulamaz. Sahih ve ortak bir yaratıcı tasavvurunu kaybetmiş insan, Tanrılar arasında kaybolacak, modern dönem de Tanrıların kaybolduğu değil, tanımlayan değil, ihtiyaç olduğu yerde yine ihtiyaç kadar Tanrıların tanımlandığı dönemdir. Küçük bir semantik ayırımla; Allah’ı kaybetmiş, Tanrılara sarılmıştır insan. Yaratıcı demiyorum, insanın yarattığı Tanrılar. Bu savaş kaybedeni baştan belli bir savaştır zira insan haddini aşmıştır. Çözümü, yaratıcıya; yarattığına söylediği, yarattığından tam da beklediği şekliyle teslim olmasındadır.
Yukarıda yarım bıraktık; nedir, kimdir kışkırtılmış insan? Nitelikleri eritilmiş, soruları unutturulmuş insandır. Yaratılmış insansa, yeryüzünde yaratılmış olan her şeye, ve yeryüzündeki ödevlerine odaklanmış, dersine çalışan insandır.
Nedir insanın odağına alması gereken kurucu birkaç soru denecek olursa: ‘Ben neden varım?’, ‘Beni var eden bana ne diyor, benden bir şey bekliyor mu, bekliyorsa beklediği nedir?’ ve ‘Yaratılmış ötekilerle kurmam gereken ilişki nasıl olmalıdır?’
Birçok siyaset bilimci için asıl sorun, İnsan Hakları evrensel maddeleriyle ‘çağları aşan’ bu fırsatın, ilkelerin ve idealin ‘uygulamada yakalanamamış olmasıdır.’ Bize göreyse mesele daha temeldedir. İşçi hakları, kadın hakları, seçme-seçilme hakları, hayvan hakları şeklinde hakkı bölük pörçük ederek, palyatif tedbirlerle üstesinden gelinebilir bir mesele değildir.
Soruyu derli toplu bir daha yineleyelim: Sorun, ayrıştırıldıkça elde edileceğine inanılan hakların uygulanmamasında mı, yoksa ‘bu hak arayışlarına neden sevk oluyoruz, sebebi nedir’ sorusunun cevabında mı? Anlaşılacağı üzere biz ikinci kısmın üzerinde durulmasını daha kurucu ve çözümleyici görüyoruz.
Bilakis biz sorunun, birey kılınmış, yaratıcıdan yalıtılmış insanın sahici soru ve sorunlarından uzaklaştırılması olduğunu iddia ediyoruz.
Sahici sorularıyla meşgul olmayan, kainata ve kendine karşı kışkırtılmış insanın bir diğerine her geçen gün daha bir kavgacı ve hak aramacı gözle bakmasında olduğunu… Sorunun cevabına dair izlere Batı mitolojisinde rastlayabileceğimizi düşünüyoruz. İnsanın dünyaya ve kâinatın tümüne bakışını yansıtan mitolojik bir boyutu vardır. Düşünme biçimini ele veren bir boyut. Yunan mitolojisindeki öfkeli, kindar, desiseci Tanrıların(!) kendileri gibi kulları ve medeniyetleri…
Güvenlikli (mi) Alan İnsan Hakları
Küçük bir atıfla yazının başına yeniden dönecek olursak, sorun, karanlıkta el yordamıyla hastalığına şifa arayan adam misali şifa niyetine farklı ontolojik zeminlerde şifa arayan Müslüman halkların da temel bir sorunudur. Ontolojik ayrımlarını kaybetmiş dünyanın sorunu… Başka hikâyelerin içinde kendine yer bulmaya çalışan, bulduğu küçük bir benzerlikte ‘evet, bak tam da bizim hikâyemiz’ gibi kaybolmuşluğunu el yordamıyla gidermeye çalışan halkların da sorunu… ‘Halkların da…’ diyorum çünkü sadece Müslüman halkların değil, diğerlerinin de… Hikâyesini kaybetmiş, ait olduğu inanç havzasının izlerini bir yerde kaçırmış halkların sorunu…
İnsan hakları bugün, güvenlikli bir halka gibi. Ona yapılan atıflar kadar itidali temsil ediyor, ona yaklaştıkça dünya cennetine yaklaşıyor, onun çevresinde dolandıkça haklar medeniyetinde anlayışlılar cemaatine(!) dahil oluyorsunuz.
Çağın Düşünce Yapısına Vahiy Kaynaklık Ederse
İslam, ‘insan’, ‘hak’ ve ‘hukuk’ kavramları arasındaki epistemolojik, kavramsal ayırımları aşıp bütünlüğü sağlamayı hedefler ki biz buna tevhidin ‘dünya görüşü’ne dönüşmesi, ‘tasavvurlaşması’ diyebiliriz.
Bu bütünlükte ne Tanrılar ‘iyilik Tanrısı-kötülük Tanrısı’ diye ayrılır; ne varlık âlemi ‘baba-oğul-kutsal-ruh’ karmaşıklığındadır, ne ‘manevi ve maddi âlem’ düalizmi, ne de ‘gök Tanrısı, yer kadısı’ gibi bir parçalanmışlık göze çarpar.
Bu dünya görüşünün en temel gayreti, yaratılıştaki tüm fark ve farklılıkların görülüp bu farklılıklar arasındaki ontolojik buluşma ve bütünlüğün kurulması çabasıdır. Her şeyin tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir ‘hakk’a râm olması, korunması ve bütünlüğün kurulması ve hareket ettirilmesi çabasıdır.
Allah’ın belirlediği hakkların dışındaki tüm haklar, yaratılmış insanın gayretiyle kazanılan veya kazanacağı haklardır.