‘Taş odanın ev oluş öyküsü’
Babamın cenazesini götürdüğümüz günü saymazsam belki 30 yıldır gitmediğim köyüme, doğduğum topraklara doğru kardeşimle yola çıktık. Kardeşim, dedemin evinin yakınında babamın çok eskiden yaptırdığı taş odaya ek yaptırarak orasını oturulabilir duruma getirmişti. Her yer çocukluk anılarımla dopdoluydu ama artık çocukluğumda ellerinden ekmek yiyip su içtiğim büyüklerimden ve bir sonraki kuşaktan yaşayan hiç kimse yoktu. Hepsinin evleri kapalı, çoğu yıkılmaya yüz tutmuş.
Benim de yıllar sonra yeniden içinde uyuduğum bu odanın taşlarını babam kendisi kesmiş. Usta parası için yine en ilkel yöntemlerle ‘dikdörtgen, bir metreye yarım metre boyutlarında’ taş kırmış ve onları, taşınması son derece zor olan yerlerden getirip satmış. Bizim oralarda ağaç pek yetişmez. Odanın üstünü örtmek için gereken ağaçları satın almak için de tekrar taş kırıp satmış, kapı-pencereler için bir daha, içinin döşenmesi için bir kez daha. Bin bir emekle yapılan bu oda, o zamanlar herkese açıktı; büyük-küçük herkes gelirken geçerken uğrardı; düğünde, bayramda, bu odaya gelmeyen bu odada yatıp kalmayan neredeyse yoktu. Çivit mavisi ahşap kapıdan girilen bu odanın üç yanını iki karış yüksekliğinde taş sedir çevrelemiş, bu sedirlerden birinin uç kısmındaki köşe, taş odanın misafirlerinin banyo yapabilmesi için uygun şekilde düzenlenmişti. Girişin hemen karşısında, içinde her zaman çay, şeker, çaydanlık, tüp ve çakmak bulunan, kapağı odanın kapısı gibi çivit mavi boyalı küçük bir dolap yer alıyordu. Dolabın hemen yanında duvarın içine doğru ilerleyen çukurluğun üstünde taşlardan yapılmış kemer yer alıyor ve burası, içine her zaman yeter miktarda bırakılan yatak, yorgan, yastı için yüklük görevi görüyordu. Uzak-yakın herkesin bu odada bir anısı olmuş. Oda, her zaman dolu olmasına rağmen gerçekte sahibi gibi tek başınaydı. Ben de çocukken bu tek odada, birbiriyle ancak bakışarak anlaşabilen nice aşklara tanıklık etmiştim. Pencere önüne serdiği seccadede dedem Sakallı Mustafa uzun namazlar kıldıktan sonra sırtını köşeye verir eski bir kitap okurdu. Şimdi ben, yenilenmiş tavanını saymazsam odanın neredeyse hiç bozulmadan düzenlenen bu yeni halinin içinde kalmanın mutluluğunu yaşıyordum. Odanın zemini de bizim ‘say’ dediğimiz tek parça büyük kaya olduğundan, böyle evlerin temelleri için de çok fazla uğraş vermeye gerek olmadığını biliyordum. Etraftaki yeni beton evlerde boğucu sıcaklar nedeniyle vantilatörler çalıştırılırken, ben gönlümü ısıtan bu taş odada uyuduğum ilk gece, odanın kendiliğinden bu kadar serin oluşunun ve yazın ortasında üşümenin şaşkınlığını yaşadım. Gökyüzünün yıldızlarının hepsi tıpkı çocukluğumdaki gibi göğü doldurmuş ve kimisi belki de bu taş evin yapılışından beri aynı yerde parlıyordu. İkinci gün temmuz ayında oluşumuzu bir kenara bırakarak, altıma yün bir döşek serdim, üstüme yün yorgan aldım ve uzun süre sonra çevremde uçuşan çocukluk anılarımın kuşatıcılığında uyudum. Kumru ve horoz sesleriyle erkenden uyandım. Hava tertemiz.
‘Duduuu gel!’
Burada kumrular çok anlaşılan. Halk arasında deniliyor ki: ‘Kuşlar önceden hep birlikte yaşarlarmış. Bir gün uyandıklarında aralarında ‘dudu kuşu’ denilen bir kuşu görememişler. Tüm kuşlar ağlamaya başlamış, günlerce ağlamışlar ancak dudu kuşu geri dönmemiş. Tüylerinin güzelliği ve insan sözlerini söyleyebilmesi nedeniyle insanların onu yakalayıp bir kafeste yaşamaya mecbur ettiklerini hiçbiri bilmiyormuş. Hepsi zamanla onu unutmaya başlasa bile kumrular, onu hiç unutmamış, her sabah hep bir ağızdan onu çağırma kararı almışlar: ‘Duduuu gel! Duduuu gel!’ Gerçekten kumruların sesi tam da böyle çıkıyordu. ‘Duduuu gel!’ Sanki kuşlar, kıraç, zor yaşanılabilir coğrafyamızdan yüzyıllardır giden, bugün de hala giden, hep giden ve geri dönmeyen kim varsa, ne varsa hepsini çağırıyor, hepsine ağlıyor gibiler. ‘Savaşa ve gurbete gidip dönmeyenlere, çalınıp götürülen kitaplarımıza, kimliğimize ve kişiliğimize, yitirdiğimiz ne varsa hepsine’. Acaba tüm bunlara ağlayan yalnızca kumrular mı? Yoksa buralarda doğup büyüyen, hamuruna gariplik, kimsesizlik, unutulmuşluk katılan onca insan bu ağıda sessiz sessiz eşlik mi ediyor? Bizim doğduğumuz yerlerin iyice kulak vermeden duyulmayan bu ağıdı, kurtlarla kuşlarla birlikte yapılmaktadır yüzyıllardır: ‘Duduuu gel!’.
‘Parçalanmış Kur’an’la buluşma’
Akşam ya da gündüz köydeki yakınlarımız ve aile büyüklerimizle birlikte vakit geçirme fırsatı buluyorduk. Bir akşam amcamın evinin terasında yemek yedikten sonra sıcakla karışan esintide çay içerken bize yazdığı şiirlerden bazılarını okuduktan hemen sonra amcam kalkıp içeri gitti. İçeriden, daha gördüğüm anda beni heyecanlandıran, altı-üstü yırtık, parçalarının bir arada kalmak için direndiği bir kitap getirdi. Sonra kısaca dedi ki: “Dedenin kitabı, babasınınmış, İstanbul’dan.” Bu üç cümleyle kitabın hikayesini dinleyerek büyüyen bizler ne denildiğini anladık, gerisini hepimiz biliyorduk. Terastaki yirmiye yakın kişi, hepimiz duygulandık, gözlerimiz ıslandı. Ciltleri bir bez parçasıyla olabildiği kadar dikilmiş, aralarına yeri bilinmeyen yırtık sayfalar konmuştu. Çok sonra toparlandığı anlaşılıyordu. Kitap, ayetleri arasında ayet numarası olmayan Osmanlı dönemi baskısı bir Kur’an.
Heyecanla, aradan geçen yıllara dokunur gibi aldım elime. Okumamı, birkaç cümleyle açıklama yapmamı bekleyen yakınlarıma, kitabın ön sayfasına bakıp: ‘İkinci cüzün sonundan başlamış, Bakara Suresi’, arkasını çevirip: ‘Tekasür suresinde bitmiş.’ dedim. Sayfanın yarısı yoktu, kitabın kapakları da yoktu.
‘İstanbul’dan neden gelmişler kimse tam olarak bilmiyor.’
Ailemizin küçük bir bölümünün bilemediğimiz bir nedenle İstanbul’dan, yaşaması zor bu topraklara gelip yerleştikten sonra ailemizin buradaki kolunun aldığı isim olan ‘Aliler’ sülalesinin bir torunu olarak çocukken öyküsünü dinlediğim, dinlerken ağladığım ve şiirini yazdığım kitap ellerimdeydi. Zihnimin bir köşesinde bu dinlediklerim dururken ben ilerleyen yıllarda ülkemin gerçeklerini, Cumhuriyetin kuruluş yılları sonrasında milletimize, kültür ve medeniyetimize yapılan korkunç zulmü ve nedenlerini öğrendikçe zihnimdeki taşlar yerine oturmaya başlamıştı. Suyun başını tutanlar, şehit ve gazi çocuklarından oluşan milletimizi ‘cahil’ bırakmak için ne gerekmişse yapmışlar; kendilerine, milletimizin iliğini bir kene gibi emmelerini sağlayacak bir düzen kurmuşlardı.
Babamın o günlere dair anlattığı iki hatırası, benim de zihnimde anlattığı günkü kadar canlıdır. İlkini anlatırken: ‘Biz o zamanki adı Arapsun olan Gülşehir’e geldiğimizde, atlarımızı, yaz ise Karavezir Mehmet Paşa Camiinin bahçesine, kış ise içine bağlardık.’ demişti. Diğerini de babam şöyle anlatmıştı: ‘Köye cip dolusu jandarma geldi, erkekleri bir odaya topladılar, herkese istediklerini söylediler. Ben yeni yetmeydim o zamanlar. Babama da dediler ki: ‘Şu kadar kile fasulye vereceksiniz.’ Babam da konuşana dedi ki: ‘Bizim buralar kuraktır Baş Efendi, fasulye yetişmez, biz fasulyeyi nereden bulalım da verelim. Zaten ekin de bu sene pek olmadı, tohumluğa bile yetmeyecek.’ Baş Efendi dedi ki: ‘Şu kadar fasulyeyi şu tarihe kadar getireceksin.’ Babam, ağzını yeniden açacak olunca daha konuşmadan dedi ki: ‘Yıkın şunu’. 1.90 boyunda, oradaki herkesten heybetli, güçlü, kuvvetli bir adam olan babamı, Baş Efendi’nin yanındaki beş, altı asker, herkesin ve benim gözüm önünde dövmeye başladı; ben babamın üstüne atılınca köylüler beni zapt etmeye çalıştılar. Küçüktüm daha ama ben de o dayaktan payımı aldım. Babamın kanlar içindeki yüzü, ona atılan tekmeler hala gözlerimin önünde. Sonra babamla beni dışarı attılar. Bizden sonra da kimse kendisinden istenilenlere itiraz edememiş, sessizce dinleyip gitmişler. Cahil, güçsüz köylü, silahlar karşısında ne yapabilirdi ki?’ Biz babama sorduk: ‘Fasulyeyi götürdünüz mü?’ ‘Tabii ki!’ ‘Götürmeseydiniz ne olurdu?’ ‘Tutuklayıp içeride işkence ederlerdi.’ dedi babam. Dedem Sakallı Mustafa 11, 12 yaşlarında kimsesiz kalmış, annesine ve bir sürü kardeşine bakmaya çalışan bir gazi ve şehit çocuğuydu. Babasının ve ailesindeki tüm erkeklerin uğruna öldüğü ülkede yıllarca böyle yaşamış. Babama olayın sonrasını sorduk: ‘Ne yaptınız?’. Dedi ki: ‘Evde bulunan tohumluk buğdaylarımızı, hayvan yemi olarak ayırdığımız arpayı, yeygi/unluk olarak ayırdıklarımızdan birazını da götürüp Ortaköy’de sattık, istedikleri kadar fasulye alıp götürüp verdik. O sene biz kışın ortasında unsuz kaldık. Babam, hiç sevmediği bir adama gidip yaza kadar bize yetecek buğday istemek zorunda kaldı çünkü ondan başka hiç kimsenin borç buğday verecek durumu yoktu.’.
Bu anılar gözlerimin önünden geçerken bana anlatılan başka bir Jandarma baskınının ‘kahramanı’ olan parçalanmış kitap ellerimdeydi. Bilmiyorum ki hiç görmediğim bu kitaba duyduğum sevgi mi bu kitabı bana getirdi, yoksa aslında bu kitap mı, üzerinden geçen onca yıl sonra beni ayağına getirip kendini avuçlarımın içine bıraktı. Büyük ailemin en büyük torunu olarak o esintili akşam vakti bana emanet edilen, İstanbul sevgimin nedeni olan, İstanbul kokan bu kitap şimdi ellerimde, benim onun için belki yirmi sene önce yazdığım şiir ise yeniden dudaklarımın arasından dökülmekte…
PEMBE GELİN VE OĞLUNUN DESTANI
Dedem bir Osmanlı çocuğuydu
Bilmezdi, demokrasi nedir, cumhuriyet nedir?
‘Düvel-i muazzama’ der, ‘Dersaadet’ der susardı…
Babası İşkodra’dan Yemen’e savaşmış
Anlı şanlı bir gazi, Ali Ede derlerdi.
Övünmek nedir bilmez, dosdoğru bir adammış
Geceleri Kuran okur, sessiz sessiz ağlarmış.
Savaştığı coğrafya koca Osmanlı…
Ali Ede nerede? İşkodra’da
Ali Ede nerede? Filistin’de
Ali Ede nerede? Yemen’de
Ali Ede nerede? Bilen yok…
Yedi çocuklu Pembe Gelin senelerce beklemiş
Umutsuzluk diz boyu, umutsuzluk boğazda
Umutsuzluk boyu aşmış ister öl ister yaşa.
Ve köyün muhtarı gelir her yeni ayda:
“-Pembe Gelin, para savdım Ali Ede’me, boz ineği enedim.
-Tamam Güçça, öyle olsun.
-Pembe Gelin, para savdım Ali Ede’me kıratını enedim.
– İyi Güçça, sen bilirsin.
-Pembe Gelin, para savdım Ali Ede’me sarı öküzü enedim.
-Oldu Güçça ne yapalım.
-Pembe Gelin, para savdım Ali Ede’me tekeleri, şişekleri enedim.
-Öyle mi Güçça, öyle mi münasip gördün.
-Pembe Gelin, para savdım Ali Ede’me koyunları, tarlaları enedim.
-Hepsini mi Güçça, hepsini mi?
-Pembe Gelin, ekmeklik buğday için tarlamda çalışacaksın
-Kader ne yapalım!”
Kader, ne yapacak? Yakup olsa derdi ki:
“Ah Yusuf’un üstünde titreyen tasam!”
Ve umutların bittiği bir gün, yıl 1918 Ali Ede dönmüş
Tüm yakınları şehit, yalnız, yorgun, hasta
Sevinmiş Pembe Gelin, titremiş sesi:
“- Sağ dönersen eğer diye Efendi
Şu kızımı, kızlarımın en nazlısını
Adak ettim bilesin. Büyüyünce
Anadan öksüz, babadan yetim
Bir garibe vereceğim.”
Gülmüş, yatakta hasta adam, demiş ki:
“- Evlat da mı adak edilir, bir hayvan adayaydın.”
“- Olanı adak ettim.” demiş usulca kadın.
Ondan öğrendim: “Olanı adamayan, olacağı adayamaz.”
Altı ay sonra Hakk’a yürümüş Ali Ede
Bir eski mezarı var şimdi taşı yeni yapılmış.
Onun torunları duysalar da Yemen’i türkülerinden
Bilmezler İşkodra neresi, Yemen neresi?
Bilmezler bu savaşta dedeleri, kiminle, neden savaştı?
Bilmezler, amcaları, dayıları hangi cephelerde kaldı?
Dedem de bilmezdi, demokrasi nedir, cumhuriyet nedir?
Öğrenemedi de oysaki uzun yıllar yaşadı.
‘Düvel-i muazzama’ der, ‘Dersaadet’ der susardı
Başka şeyi belki de kendine layık bulmazdı
Ömür boyu kendini ‘Dersaadet’ten sayardı.
Dedem, Ali dedem öldüğünde küçücük bir yetimmiş
Bu sebepten olsa gerek pek erkenden büyümüş
Ama yine de bilememiş,
Neden annesi alelacele
Topluyor tüm kitapları
Yükleyip bir kağnıya
“- Götür Mustafa’m bunları şehre,
Ne verirlerse sat hepsini
Yoksa korkarım sana bir zarar gelecek.” dediğinde sebebi.
Sormamış dedem, tüm kitapları toplarken
Anasının, bir Kitab’ı neden iyice sakladığını.
Maççanlı Yorgo ve Aleksi o zaman
Eski işleri bırakıp birden sahaf olmuşlar
Kitaplar almışlar halktan yok pahasına
Ya da korku belasına
Hiç kitap satmadan birden zengin olmuşlar.
Kitaplar Vatikan’a, kitaplar İngiltere’ye…
Bir kısmını da saklayıp yıllarca
Mübadelede herkes her şeyini götürürken
Bunlar, her şeyi satıp kitapları götürmüşler.
O zamanlar babalar şehit toprakta
Analar çaresiz, çocuklar yetim, kitaplar muhacir…
Kitapları muhacir eden bir millet
Hangi zemin üstünde nasıl hayat bulacak?
Sonra bir gün jandarmalar gelmişler ve sormuşlar:
“- Kimin evinde kitap var?”
“- Kimsede kitap yok, hem okur-yazar mı kaldı ki?”
Ve sormuşlar: “- Kimin ailesinde ölmüş de olsa eskiden
Molla, imam,muallim ya da okur-yazar vardı?”
“-……….”
Ciplerle gelmişler kapımıza, kırarak girmişler
Potinler gâvur, şapkalar gâvur, bakışlar gâvur
Didik didik, dip köşe, bucak bucak aramışlar
Ve saklanmış bir tek ‘Kitap’ bulmuşlar.
Haykırmışlar: “- Kadın bu nedir? Sen bilmiyor musun?
Harf devrimi yapıldı harf! Bu Kitap suçtur!”
“- Eşim Yemen gazisiydi” demiş Pembe Kadın,
“Döndükten altı ay sonra Hakk’a yürüdü
Onun Kitab’ıydı, okur, ağlardı, üzerinde gözyaşları var,
Ondan sakladım, hatırasıdır yedi çocuğumun babasının
Yoksa yemin ederim ki hiç kimse bilmiyor okumayı.”
Çarpmışlar parçaladıkları Kitab’ı
Diz çöküp ağlayan dul kadının titreyen suratına.
O kapanmış, o Kitab’ın üstüne
Dedem de tekmelenen anasının üstüne
Ağlamış, ağlamışlar…
Dedem yeni yetme bir çocukmuş o zamanlar…
Dedem bilmezdi, demokrasi nedir, cumhuriyet nedir?
‘Düvel-i muazzama’ der, ‘Dersaadet’ der susardı.
Ben bilmezdim küçükken o neden
Öyle derin bakardı.
Ama ben şu gözlerimle gördüm
O da bir ömür o Kitab’ı, okur okur ağlardı.
Şimdi ben de kapandım, o Kitab’ın üstüne
Dört kuşağın gözyaşı buluşmalı diyerek
Kesik, kırık köklerimiz cana gelsin diyerek
Dallarımız budak salsın, çiçek açsın diyerek
‘Ben kimim ve neyim, söyle bana’ diyerek
O Kitab’ı okuyor, ağlıyor, ağlıyorum.”
…
Notlar:
Enemek: Kişinin bir malı kendi mülkiyetine geçirmesini ifade eden yerel bir kullanım. Ene: Arapçada ‘ben’ demektir. Enemek: Artık benimdir, anlamındadır.
Bu şiirde Pembe Gelin’in ‘Güçça’ dediği, köyde bırakılan tek erkektir. O da herkesin malını şiirde dile getirilen bu yöntemle elinden almış. O dönemde 100’den fazla erkek savaşmak üzere gitmiş, Yemen’de ordunun dağıtılması sonrası iki yıl boyunca bulabildiği her yöntemle geri dönmeye çalışıp geldikten 6 ay sonra yoldayken yakalandığı hastalıktan vefat eden Gazi ve Şehit Ali Ede dışında kimse geri dönmemiş. 7 oğlunu savaşa gönderip, hiçbiri geri dönmeyen, gelinleriyle kalan ailemizden bir kadın, bir daha hiç konuşmamış. 11 yaşındaki torununu evlendirip beklemiş, daha sonra doğan her torununa gidenlerin adını koymuş, tek konuşması da bu olmuş. Bu kadın Ali dedemin savaşa birlikte gittiği amca oğlunun eşidir. Bu ülkenin gerçek kahramanları işte bu kadınlardır.
Maççan: Göreme’nin eski adı. Burası ve çevresindeki yerlerin mübadeleden önce yarısı gayrimüslimdi. Gidenlerin yerlerine, Yunanistan’dan gelen Türkler yerleştirildi. Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve başka yerlerden gelip de kendilerine yer bulunamayan Türkler de bölgedeki köylere birer aile olarak muhtarın denetiminde yerleştirilmek üzere gönderilmişti.
Arapsun: Gülşehir’in eski adı.
Kile: Dört uruptan oluşan, hububat yetişen yerlerde kullanılan bir ölçü birimi. Urup sözcüğüne bazı yerlerde şinik denilmektedir. Yuvarlak, tahta veya metalden yapılmıştır.
Güçça: Küçük ağa, sözünün bozularak kısaltılmış şeklidir. Tarık Buğra’nın ünlü romanı ‘Küçük Ağa’ da kullanılan adlandırmadır. Orta Anadolu’da bu sözcük, ailedeki herkesin, ailedeki büyük-küçük tüm erkeklere hitap şeklidir. Bu sözcüğün kullanıldığı dönemlerde çocuklar babalarına ‘Ağa’, baba dışındaki erkeklere de ‘Güçça’, annelerine ‘aba’, büyükannelerine de ‘ebe’, amcalarına ‘emmi’, halalarına ‘bibi’ derlerdi.
Her Taraf / Ayten Durmuş