Hatice Dursunkaya, 30.05.2021 , Dünya Bizim
İslâm için önemli kavramlardan biri olan kanaatkârlıktan bahsedeceğimiz bu yazımızda evvela kelimenin manasına biraz değinelim. Kanaatkârlık, en basit ifadeyle kişinin kendi payına düşene razı olmasıdır. Öyle ki kişi, payına düşen az dahi olsa buna şükreder ve başkasının elindekine gözünü dikmez. Resulü Ekrem Efendimiz kanaatkâr davranmanın hem Allah Teâlâ’nın hem de insanların sevgisini kazandıracağını söylemiştir. Ancak bunu yapmak, söylendiği kadar kolay değildir. Zira insan fıtratı, hep daha fazlasını istemeye meyyal bir şekilde yaratılmıştır. İmtihan da budur ki dinimiz nefsimizi bu konuda terbiye etmemizi ve dünyalık hususunda az ile yetinmeyi öğrenmemizi istemektedir.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda konuya dair birçok ayet görmemiz mümkündür. Bunların içinden özellikle Tekâsür Suresi’nin ilk ayetlerini hatırlamakta fayda vardır. “Tekâsür”, kesret kökünden gelmekte olup çokluk manasındadır. Allah Teâlâ bu surede şöyle buyurmaktadır: “Çoklukla övünmek sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı!”[1] Ayette zikredilen çokluk ifadesinin mal, evlat, akraba, makam, başarı, güzellik gibi insanın sahip olmakla övündüğü her şeye şamil olduğunu söyleyebiliriz. Hatta çokluk sevdasını ibadetlerimizde dahi görmek mümkündür. Şöyle ki bazen kıldığımız namazın, okuduğumuz Kur’an’ın ya da çektiğimiz zikrin sayısı bizler için ibadetimizdeki asıl maksadın önüne geçmektedir.
Söz gelimi hac ya da umre vazifemizi hakkıyla ifa etmektense bunları birkaç kere yapmak hep daha cazip görünmektedir gözümüze. Hâlbuki dinimiz bize çok olanın değil, hâlis olanın Allah nezdinde daha kıymetli olduğunu bildirmektedir. Bundan dolayı nefsimizi daima yoklamamız ve bu duygudan arındırmamız gerekmektedir. Bunu nasıl yapacağımızı öğrenmek için başvuracağımız ilk kaynak ise hiç şüphesiz yürüyen Kur’an olan Resulü Ekrem’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayatıdır. Bu nedenle kanaatkârlığın nebevî sünnetteki yerinden bahsedeceğiz.
Azla yetinmek, çokla didişmekten iyidir
Allah Resulünün (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dualarında, doymayan nefisten Allah’a sığındığını ve ümmetine de sık sık az ile yetinmeyi tavsiye ettiğini görmekteyiz. Bunu sık yapmasının sebebi konunun ehemmiyeti olsa gerektir. Zira insan tabiatının böyle bir illetle ma’lul olduğunu şu Hadis-i Şerifinde çok açık bir şekilde ifade etmektedir: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Ama Allah, tevbe edenin tevbesini kabul eder!”[2] Buna göre hem Allah Teâlâ’nın hem de Resulünün (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu konudaki ikazı ile karşı karşıyayız demektir.
Dünyada kimsenin birbirine denk olmadığı ve aynı standartlarda yaşamadığı bilinen bir gerçektir. Durum böyle olunca insanoğlu kendinden daha iyi imkânlara sahip olanları gördükçe âdeta bir yarış içerisine girer ve ayette de zikredildiği gibi ölüm kendisine gelene kadar sürekli bir şeylerin daha fazlasını elde etmek için uğraşır. Hâlbuki bu, ardı arkası kesilmeyen beyhude bir sevdadır. Zira insan, her neyi elde ederse etsin bir süre sonra daha fazlasını isteyecek ve ömrünü mükemmeli aramakla geçirecektir. Mükemmellik ise bu dünyada bulunabilecek bir şey değildir. Binaenaleyh bu arayış, kişiye daima eksik bir yaşam sürdüğünü hissettirecek ve huzursuzluk getirecektir. Büyüklerimizin “Az ile yetinmek, çok ile didişmekten iyidir.” sözü bu hakikati çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Allah Resulünün (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu konuda ümmetine tavsiyesi ise kendilerinden üstün olanları gördüklerinde derhal daha aşağıdakilere bakarak şükretmeleri şeklindedir. Gerçekten de çevremize bu nazarla baktığımızda küçümseyip burun kıvırdığımız şeylerin başkalarının hayali olduğunu görmemiz kaçınılmazdır. Zira Allah Teâlâ, imtihan sebebiyle dünyada kimilerini kimilerine üstün kılmış, hakiki üstünlüğün ise ahirette elde edileceğini ifade etmiştir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de kullarının dikkatini daima bâkî olan ahiret hayatına çektiğini görmekteyiz. Nitekim Mutaffifîn Suresi’nde cennetliklerin sahip olacağı nimetleri zikrederek “Yarışanlar işte bunun için yarışsınlar!”[3] buyurmaktadır.
Bu ayet, Asr-ı saadette yaşanan şu olayı getirmektedir hatırlara: Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün dünyevî isteklerinden dolayı hanımlarına gücenmiş ve onları te’dîp etmek amacıyla yanlarından ayrılarak inzivaya çekilmiştir. Bu gören Ashab-ı Kiram, Peygamberin hanımlarını boşadığını zannederek derin bir üzüntüye kapılmış ve şehir bir anda sessizliğe bürünmüştür. Bu acı haber Müslümanlar arasında hızla yayılınca Ömer (Radıyallahu Anh) olayın aslını öğrenmek için Peygamberin yanına gitmiş ve O’nu (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), basit birkaç eşyadan oluşan odasında bir hasıra yaslanır vaziyette bulmuştur. Yaslandığı hasırın yanağında iz yaptığını görünce bir hayli müteessir olan Ömer (Radıyallahu Anh), Peygamberin sade hayatı ile Kisrâ ve Kayserin müreffeh hayatını kıyaslayarak ağlamaya başlamıştır. Ve Resulü Ekrem, bir duyanın bir daha unutmadığı o vecîz sözünü tam bu esnada söylemiştir: “İstemez misin ya Ömer, dünya onların ahiret de bizim olsun?”[4]
Bu sözüyle Peygamberimiz Müslümanların dünyadan tamamen el etek çekmesini istememektedir elbette. Zira pek çok hadisinde dünya nimetlerinin salih insanlar için hayır getirdiğini ifade etmektedir. Öyleyse mesele, bu imkânları nerede ve ne kadar kullandığımızla ilgilidir.
İsraf mı, ihtiyaç mı?
İslâm âlimleri günlük hayatımızdaki ihtiyaçlarımızı zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Bunlardan can, mal, din, nesep ve aklı korumaya yönelik ihtiyaçların zarûriyyât; ferdi ve içtimâi hayat için mutlaka olması gerekmese de eksikliğinde sıkıntıya düştüğümüz ihtiyaçları hâciyyât; hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren ihtiyaçları da tahsîniyyât olarak sınıflandırmışlar ve bunların dışında kalanların israf olduğunu ifade etmişleridir. İhtiyaç ve israf ayrımını Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise şöyle izah etmiştir: “Bir evde erkek için bir ve karısı için bir yatak olur. Eğer üçüncüsü olursa misafirin, dördüncüsü olursa şeytanın olur.”[5] Buna göre bir şeyin ihtiyaç mı yoksa israf mı olduğunu belirleme konusunda azamî gayret sarf etmemiz gerekmektedir zira Allah Teâlâ israftan kaçınmamızı emretmekte ve müsriflerin şeytanın kardeşleri olduğunu bildirmektedir.
Görüldüğü üzere kanaatkârlık, dinimizin son derecede önem verdiği, ahiret hayatımıza taalluk eden bir meseledir. Bu nedenle Resulü Ekrem Efendimiz lüks ve gösterişten uzak, sade bir hayat yaşamamızı tavsiye etmiş ve bizleri varlık ile meşgul olmaktan alıkoymak istemiştir. Çünkü varlıkta Allah’ı bulmak, yoklukta bulmaktan çok daha zordur. Yunus Emre’ye kulak verecek olursak şöyle diyecektir bu konuda bizlere:
“Kemdürür (Daha kötüdür) yoksulluktan nicelerin varlığı,
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.”