İsminden Önce Eserleri Silinmeli
Elbette iyiye doğru atılan hiçbir adımı, çok küçük bile olsa, değersizleştirmek doğru olmaz. Bununla birlikte yapılabilecek olanları, daha öncelikle yapılması gerekenleri tartışmaya açmadan da siyaset ve toplumun normalleşmeyeceğini biliyoruz. Malum, bu hafta Meclis’te bulunan tüm partilerin ittifakıyla 12 Eylül cuntasının elebaşı Kenan Evren’in isminin okul, cadde, sokak ve kışlalardan silinmesi üzerine bir uzlaşma sağlandı. Hatta öyle ki; nadiren görülen bir şekilde, süreci uzatacak bir bürokrasi yaratılmaması için Meclis’te araştırma komisyonu kurulmasına bile hacet duyulmadı. Bunun yerine ilgili mercilerle temaslar kurularak tespitler yapılarak İstiklal Savaşı ve 15 Temmuz şehitlerinin adlarıyla değiştirilmesi öngörülüyor.
Kenan Evren her türlü işkence ve kötü muameleyi sistematik olarak örgütleyen, parti ve dernekleri kapatıp bütün bir ülkeyi kışla düzenine sokan, on binlerce insanın gözaltı ve cezaevi süreci yaşayıp kimilerinin de vatandaşlıktan çıkarıldığı 12 Eylül askeri darbesini temsil ediyor elbette. İsmini, resmini hatta mümkünse kokusunu bile kazımak lazım bu coğrafyadan. Bu bir hak olduğu kadar sorumluluktur aynı zamanda.
Peki, darbeci general Kenan Evren’in ismine karşı geliştirdiğimiz adalet ve hukuk mücadelesini eserlerine ve mirasına karşı da verebilecek miyiz? Kenan Evren ve 12 Eylül’ün bu toplum ve ülkeyi çarmıha gerercesine ağır bir cendereye sokan darbe anayasasını nasıl geçersiz kılabilir, zararlarından nasıl korunabiliriz? Bu asli ve öncelikli meseleye dair tartışmaları mazide bırakmak hukuk devleti mücadelesini, özgürlük toplumu idealini derin dondurucuya kaldırmak demektir.
Kötülüğü Geçmişte Kalmadı, Sürüyor
Tabii, Meclis’te yapılan düzenlemelerle 12 Eylül darbe anayasasının epeyce revize edildiğini, militarist yönlerinin azımsanamayacak kadar budandığını biliyor ve takdir ediyoruz. Ancak 12 Eylül Anayasası’nın ilk dört maddesinin “değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” unsurlarının siyaset ve toplumu ilelebet ipotek altında tutmaya matuf dayatmalar içerdiğini ne görmezden gelebilir ne de sebep olduğu zararları daha fazla taşımaya katlanabiliriz. Türkiye’nin AK Parti hükümetleri sürecinde Meclis ve en geniş manada sivil toplumun katılımıyla gerçekleştirmek istediği anayasa hedefi neden gündemden çıktı veya çıkarıldı?
15 Temmuz’a giden süreçte CHP ve MHP’nin kısmen de HDP’nin resmi ideolojiyi muhafaza eden darbe anayasasını korumak üzere nasıl dirençler sergilediğini anımsamamız gerekiyor. Meclis’te bulunan tüm partilerin eşit katılımıyla oluşturulan komisyonun nasıl kadük kaldığını, uzun ve meşakkatli çalışmalar neticesinde 60’tan fazla maddenin yazılabildiğini ancak asıl meselenin ilk dört maddeye gelip dayandığını gayet iyi biliyoruz. “Değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” mottosu altında dayatılan şey düpedüz 12 Eylül askeri cuntası tarafından da tahkim edilen resmi ideoloji yani Kemalizm’den başkası değildi elbette.
Geçmişten bugüne 12 Eylül darbe anayasası kanıksadı mı yoksa işleyişinden memnun kalacak faydalar mı devşiriliyor? Hukukun üstünlüğünü merkeze alan yeni bir anayasa bahsini açmak, adaleti eksen edinen sivil ve katılımcı bir anayasa yapmak üzere teklifler hazırlamak eski moda bir takım liberal lakırtılardan ibaret mi görülüyor yoksa? Kim ne derse desin, konjonktürel bir takım fayda ve zarar hesaplarına angaje olarak (bütün kurum ve sonuçlarıyla birlikte) 12 Eylül darbe anayasasını ortadan kaldırmaktan vazgeçmek ülke ve topluma yapılabilecek en büyük kötülüktür. Kenan Evren’in naçiz vücudu dört yıl önce toprağa karışmış fakat mimarı olduğu militarist-ulusalcı anayasası halen toplumun üzerine boğarcasına abanmakta, aman vermeksizin çökmektedir.
Atatürk’ü CHP’nin Elinden Alma Ütopyası
Unutulmasın ki; Cumhurbaşkanlığı sistemi işleyişte bir takım değişimler sağlasa da halen bütün görev, yetki ve sınırlarını 12 Eylül askeri darbe anayasasından almaktadır. Ruhunu ihtilalci yapılanma ve militan laiklikten alan Kemalist anayasa bütün kanunlara, kurumlara, siyasal ve toplumsal hayata yön veren belirleyici metindir hâlâ. Ne yazık ki 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Kemalizm/Atatürkçülük muhafazakâr siyasi kadrolar için bir destek ve meşruiyet unsurundan müttefik ve kurtarıcı unsura doğru değişen konumlarda sahiplenilmeye başlandı. “Gazi Paşa Atatürkçülüğü” son derece elverişli bir manivelaya dönüştü adeta. Devlet, toplum, tarih, eğitim ve siyasete bakışta Gazi Paşa Atatürkçülüğü belirleyici olmaya, temel referans şeklinde rol oynamaya başladı. Günlük hayatın rutinindeki sembol ve söylemlerdeki muhafazakâr duruş korunurken siyasal ve bürokratik işleyişte Gazi Paşa Atatürkçülüğü hemen bütün tanım ve ilişkileri belirleyen baskın karaktere dönüştü.
Kısmen korunan muhafazakâr görüntü siyasi ve bürokratik işleyişe egemen olan Gazi Paşa Atatürkçülüğünü güya sempatik, işlevsel ve faydalı addedip devamına vize veriyor şu sıralar. Uygun görülen bir vakitte gereken siyasi ve bürokratik operasyonlarla bu sürecin zararlarının izole edileceği, kayıpların telafi edilebileceği zannediliyor. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Sadece siyasi ve bürokratik kadrolar değil bildiğiniz teşkilat, taban ve toplum da sonuçları tahmin edilemeyecek bir değişime, başkalaşıma yelken açmış vaziyette. Sözüm ona Mustafa Kemal ve Kemalizmi biraz dindarlaştırıp daha çok yücelterek pek kolay ve kesin bir zaferle CHP’yi tasfiye etmek üzere kurnazca hesaplar yapılıyor. “Atatürk’ün yolu nasıl izlenir, nasıl izlenmez?” veya “Mustafa Kemal’in hedeflerini CHP mi gerçekleştirebilir yoksa AK Parti mi?” gibi tuhaf ve komik kıyaslar müthiş bir rekabet içerisinde.
Muhafazakâr siyasi çizgide tarih bilinci ve siyasal akıl resmen iflas etmiş, belki de doğru düzgün oluşmamıştı bile. İktidar olup muktedir olamamak, alt yapı çalışmalarında dağlar devirip kültür-sanat ve eğitim alanında derelerde boğulmak böyle bir şey olmalı. Baksanıza ancak 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinde görülen Kemalist söylem ve ritüeller okul ve resmi daireleri aşıp sokaklara, caddelere, meydanlara inmişken dahi üç beş muhafazakâr makyajlamayla seviniliyor, şükrediliyor.
Siyaseti hizipler arası çekişmeye, dar iktidar ilişkilerini belirlemeye, rant ve kadro tahsisine endekslemek toplumda ne basiret bırakır ne de feraset. İsimlerden önce mekân ve kanunların ruhunu, mantığını ve işleyişini değiştirmeyi beceremeyen muhafazakâr siyaset maalesef Ata/Türkçü iktidar ve hayat tazına eklemlenmekten başka çıkar yol bulamayacaktır.
Akit / Kenan Alpay