Her varoluş bir irade üzerinden gerçekleşir. Bu bütün canlı varlıklar için geçerli bir kuraldır. İnsan ve insanlardan oluşan topluluklar bunu bilinçli olarak gerçekleştirirler. İrade ortaya koyamayanlar varlık âleminde nesne muamelesi görürler. Bu muamele özne lehine işe yaradığı müddetçe devam eder, nesne kullanım süresini doldurup anlamsız hale geldiğinde tarihin çöp sepetine atılır. İnsan kimliği ve kişiliğiyle uyumlu kararlarıyla iradesini var kılar. Kendi olmayan insan sürünün bir üyesidir. Bu ilkeden mütevellit, insan topluluklarının da irade sahibi olması kendi değerleri etrafında bir araya gelerek bu güne ve geleceğe dair kararlar alabilmesine bağlıdır. Bir insanın şahsiyet olması iradesiyle var olması demektir. Müslüman toplulukların Ümmet olması da fıtri/ İslami ana değerler etrafında bir araya gelmelerine, hayata, dünyaya bu değerlerin kılavuzluğunda bilinçli olarak katılmalarıyla mümkündür. İnsan için omurga ve beyin ne anlam ifade ediyorsa Müslüman Ümmet içinde İslami değerler/ilkeler/amaçlar ve bunların mücessem hali sosyal-siyasal-ekonomik irade de aynı anlama haizdir.
İrade, bir varlık/ var olma beyanıdır. Kendiniz, toplumunuz için bir istemde bulunuyor ve bunun gereğini yapıyorsanız, varlık âleminde bir yeriniz var demektir. Genelde İslam coğrafyasında yaşananlar özelde Kudüs meselesi örnekleri üzerinden düşünecek olursak; eğer bir Ümmet ve Kudüs bilincimiz olsaydı ve bu bilincin gereğini ibadet bilinciyle takip etseydik, Emperyalist ve Siyonist güçler ve onların işbirlikçileri bizi aşağılayıcı kararları alamıyor olacaklardı. Dünya siyasetinde ‘kendimiz olarak bir varlık ifade etmediğimiz için’ bu aşağılık sözlere, davranışlara maruz kalabiliyoruz. Bütün bu yaşananlar ve hercümerç bize bir daha “İrade” üzerinde düşünmemizi hatırlattı.
İslam dünyası, Müslüman topluluklar uzun zamandan bu tarafa omurgası alınmış nesneler olarak varlık sahnesinde bulunuyorlar. Bu nesneleşme durumu, İslam dünyasını, üzerinde her türlü operasyon yapılacak bir kadavraya dönüştürüyor. Ortadoğu’ da yaşananlar bunun en canlı örneği olarak önümüzde duruyor. Müslüman topluluklar etnik, mezhebi, politik sebeplerle çok kolay bir şekilde birbirlerine düşürülebiliyorlar. Müslüman gruplar, İslam kardeşliği ve Ümmetin maslahatı üzerinden birbirleriyle muaşerette bulunmaları gerekirken bilakis düşmanın yönlendirmesiyle birbirlerini kıyımdan geçiriyor, ülkelerinin tar ü mar edilmesine sebep oluyorlar. Bu bir iradesizlik ve bilinçsizlik halidir.
İslam, Rabbimizden bize yapılan bir tekliftir. İnsan olmak bu teklife irademizle, bilincimizle evet demektir. Beşer, bu irade beyanıyla ‘insan olma’ şerefine nail olur. İrade beyanına sadakat gösterenler insan kalmaya devam ederler. Âdem Kıssası, iradesine sahip olmayan, iradesini başkalarının yönlendirmesine açık hale getirip onun etkisine giren insanın hüsran olmuş halini anlatır bizlere. Bu hüsrandan çıkışın yolu tövbeden sonra ‘Allah’ ın Kelimeleri’ ne tutunmakla olmuştur/ olacaktır. Âdem’in İki Oğlu’nun Kıssası ise; Kabil üzerinden ahdine sadakat göstermeyen, iradesini heva ve hevesinin, şeytanın kontrolüne veren insanın esfel-i safilin sürecine girerek nasıl zalimleşebileceğinin, Habil üzerinden, ahdine sadakat göstererek iradesini Rabb’ ine teslim eden insanın görünürde zulme uğrayarak dünyevi anlamda kaybetse de vicdani, ahlaki, İslami anlamda nasıl bir ulvi mertebeye vasıl olduğunun misallerini verir. Âdem’in ve İki Oğlu’nun hikayesi hepimizin hikayesidir. Kıyamete kadar Âdemoğlunun yaşadığı hayat bu imtihan üzerinden tezahür edecektir. Nuh (a.s) ‘ dan Hatem-ül Enbiya’ya(s.a.v) kadar bütün Resuller Habil’ in İradesi’ni örnek almışlardır. Habil’ in iradesine Takva eşlik etmiştir. Kabil ise, Fücur’ un sesine kulak vermiştir. Her fücur âdemoğlunu kibre, tuğyana ve zulme teşvik eder.
El’ an yaşadığımız Modern zamanlar bizi Fücur’ un, Şeytan’ın, Kabil’ in yoluna çağırıyor. Modern zamanlarda mekânlar, isimler değişse de zihniyetler değişmiyor. Şirk ve Küfür çağa uygun isimlerle zihinlerimizi işgale devam ediyor. Şeytan içimizden kendine Kabiller devşiriyor. İradelerimize kement atmak istiyor. Şeytanın ayarttığı Kabil’ in Çocukları can almaya, kan akıtmaya devam ediyor. Şeytanın çocukları, Aydınlanma, Hümanizm, Modernizm, Demokrasi, Ulusçuluk, Serbest Pazar, İnsan Hakları, Liberalizm… gibi Şeytanın kelimelerini yaldızlayarak bizlere pazarlamaya çalışıyor ve içimizden de bunları almaya teşne çokça insan bulabiliyor.
İrade sahibi olmak insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliktir ama bu yetmiyor. İrademizi doğru bir şekilde kullanmamız da gerekiyor. İrademizi doğru olarak kullanmanın yolu bu iradeyi bize tevdi edenin kılavuzluğuna ram olmaktır. Bunun adı takva üzere olmaktır. Takva üzere olmak, “Allah’ a karşı sorumluluk bilinciyle” yaşamak demektir. Sorumluluk bilinci bizi nefsimizin ve şeytanın ayartmalarına karşı teyakkuz halinde tutar. Nefis ve Şeytan, bizi, Allah’ a karşı sorumluluktan azade ederek kendinin kölesi yapmak ister. Bu köleleşmeye, irademizin tezahürü olan Müslüman şahsiyet, Müslüman aile, Müslüman ümmet ve ümmetin sosyal, siyasal, ekonomik teşkilatlanmış hali İslami / devlet olarak karşı koyabiliriz. Bunlardan biri eksik olursa irademiz olması gerektiği gibi tecelli edemez.
Bu gün hayatın içinde bütüncül/ topyekûn İslami bir irade beyan edemediğimizden mütevellit Şeytani iradelerin tahakkümü altında zillete maruz kalıyoruz.
Cüz’i iradesini Külli İrade’ ye rabt edenler ve bunun gereği olarak Salihlerle, Müslüman Ümmet’le irtibatı koparmayanlar, heva ve hevesin, ins ve cin şeytanların saldırılarına karşı selamette olacaklardır.