Abdurrahman Arslan ; “siyasal İslam ” tanımlamasıyla beraber, din ile siyaset arasında herhangi bir ilişki kurma; ya da siyasetin dini referans alarak kendini ifade etmesi gerektiğini savunmak da, artık bundan böyle kabul edilebilir olmaktan çıkartılmaktaydı’ Küreselleşmenin belirsiz sathında biraz acele ve erken olduğunu saymamız gereken bu değerlendirmelerin yapılmasında, yine iki önemli gelişmenin etkisinden bahsediyor…
Araştırmacı Yazar Abdurrahman Arslan’ın “İslamcı Düşünce ve Modern Zamanlarda Siyaset, Toplum, Birey” ana başlıklı yazı dizisinin ilk bölümünü Hertaraf Haber takipçilerinin ilgisine sunuyoruz…
I. Bölüm
Genelde dünyada özelde Türkiye’de 1980’ lerden itibaren yaşanan değişim süreçleriyle beraber müslümanlarla alakalı olarak yapılan iki değerlendirmeden söz edebiliriz.
Bunlardan biri, sürdürmekte oldukları siyasal/sosyal talepler ve faaliyetleri bağlamında müslümanların yeniden tanımlanma ve değerlendirilmeye tabi tutulmalarıydı. İkincisi de, müslümanların uzun zamandan beri savuna geldikleri siyasal/sosyal görüşlerinin geçersiz hale geldiği; dolayısı ile küreselleşen dünyada söz konusu görüşlerin ve onlara dair taleplerin artık karşılıklarının bulunmadığının ve/veya bulunamayacağının ilan edilmesiydi.
Neticeye bağlanmış bu değerlendirmelerin ilanıyla İslam’ın bir siyaset ve devlet anlayışına sahip olduğunu savunmak, “küreselleşme” ile beraber, neo-oryantalist bir müdahale olarak, diğer “islamlar”dan, sözgelimi kültürel, folk İslam ’dan ayırmak üzere, “siyasal İslam ” şeklinde, nitelendirilmeye başlandı. Elbetteki bu tesadüf değildi. Üstelik “siyasal İslam ” tanımlamasıyla beraber, din ile siyaset arasında herhangi bir ilişki kurma; ya da siyasetin dini referans alarak kendini ifade etmesi gerektiğini savunmak da, artık bundan böyle kabul edilebilir olmaktan çıkartılmaktaydı’ Küreselleşmenin belirsiz sathında biraz acele ve erken olduğunu saymamız gereken bu değerlendirmelerin yapılmasında, yine iki önemli gelişmenin etkisinden bahsedebiliriz.
Etkili olan gelişmeler ise; bir yanda batının yüzyıllardan beri İslam ’ı anlama tarzı ve imkanı olarak oryantalizmin, batılı emperyal kültür sistem inde meydana gelen “epistemolojik çatlama” ile beraber içine düştüğü kriz ve tıkanma; diğer yanda da sosyalist blokun çökmesi ve “küreselleşme”nin yaygın şekilde kabul görüp telaffuz edilmesidir. Batılı hegemonyanın sürdürülmesini sağlamakta olan oryantalizmin yaşadığı tıkanma ve küreselleşme; batıda eş zamanlı olarak İslam ’la alakalı hem yeni bir rahatsızlık, hem de müslümanları ve dile getirdikleri talepleri, değişen şartlar karşısında değerlendirmeye imkan verecek yeni anlama ve kavramlaştırma çabalarında yoğun telaşın doğmasına neden oldu. Bunun yanında küreselleşen dünyada “kıblelerini” aramakla meşgul müslümanların gösterdikleri çabayı; modern dünyanın kaynayan bir kazan olarak görmesi ve bunu kendisi için sürekli “istikrarsızlık” kaynağı şeklinde değerlendirmeye tabi tutması, krizin kapsam ve boyutunu görece arttırmakta.
Bugünün şartları içinde cereyan eden iki boyutlu bir süreçten söz edebiliriz burada: Bir yanda kendi geleceği/kaderi üzerinde hükümran olmak için mevcut enerjisini harcamakta herhangi bir istisna yapmaksızın oldukça cömert davranan bir dünya, İslam dünyası; diğer yanda da kendi refah ve mutluluğunu artık küresel boyutlarda güvenceye almak istediğinden bütün insanlığı hakim düzene uyum göstermeye çağıran, göstermek istemeyenleri de sözünü ettiğimiz epistemik çatlak sebebiyle kendisi için açıkça bir tehdit olarak görme eğilimindeki batı dünyası bulunmakta.
Bunu küreselleşmeden -veya “küresel kriz”den- neşet eden yeni bir “tedirginlik türü” olarak nitelendirmemiz gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren müslüman dünyada ortaya çıkan “sosyal hareketleri’/mücadeleleri açıklama ve kavramsallaştırmada oryantalizm fazla sıkıntı çekmemişti. Geleneksel kabullerine sadık kalarak müslümanlar hakkında bilgi üretmeyi 1970 ’lere kadar kendinden fazla emin olmasa da sürdürmeye devam etti. Ne var ki, kökleri daha eskilere dayandığı halde gecikmiş dışa vurumuyla beraber yakın dönemin modern kültüründe meydana gelen epistemik çatlama; bu tarih ten itibaren “sosyal teori’yi de kapsayacak şekilde ciddi bir kriz olarak yaygınlık kazandı. Krizle beraber ilk defa batının “doğu’yu anlam asında oldukça ciddi bir sorunun mevcudiyeti su yüzüne çıkmıştı. Uzun zam andan beri üzerine “bilimsellik etiketi” yapıştırılarak doğuyu “doğru” şekilde anlam anın tek yolu ve yöntemi olduğuna inanılmış oryantalizm, aslında baştan sona kadar “ideolojik” kalıplar ve kabullerden oluşmuş bir muhtevanın sahibiydi. Bununla beraber müslümanların da itirazda bulunmuş olmalarına rağmen, çok zaman oryantalist yargıların tanım ı içinde kendilerini anlamak ve değerlendirmekten kurtaramadığım burada kaydetmemiz gerekmektedir.
Kriz batıda “evrenselci” düşünceyi yeniden tartışmaya açarken, doğurduğu özgüven kaybının yanında İslam ve müslümanlarm faaliyetlerini anlama ve kavramsallaştırmaya im kan sağlayan bütün geleneksel yöntem ve entellektüel imkanları kullanışsız hale getirdi. Batı dünyasında yaygınlık kazanan yeni “tedirginlik türü”, ortaya çıkan sözkonusu çatlamanın meydana getirdiği bu “boşluk”ta yeşerdi.
Epistemik çatlamayla beraber günümüz oryantalistlerinin yeni değerlendirmelerine göre: “Müslümanlar modern dünyada işbirliğinden çok çatışma içinde bulunmakta; uyum sağlamaktan çok modern dünyayı reddetme tavrı” sergilemektedirler. Batının, dünyayı dilediği biçimde düzenlemesinden sonra müslümanlardan -ve tabi ki müslüman olmayanlardan da- bu düzene katılarak uyum sağlamalarını talep etmesini, kabul görmesi imkansız olan ama kendi mantığı içinde anlaşılır bulmak mümkündür. Bunun yanında müslümanlar, elbette modern dünyanın “gerçekliğini” ve onun öngördüğü hayatı gözardı etmemekte; ondan uzak “durulmayacağını” da bilmektedirler. Ne var ki müslümanların bu dünyanın doğurduğu meselelere ve öncelikle kendilerine yönelik tehditlerine karşı çözüm bulmak üzere iki yüz yılı aşan bir mücadelenin içinde olduklarını da unutmamak gerekmektedir.
Devam Edecek…
(Umran Dergisi)
Abdurrahman Arslan