Bu sorular üzerinde düşünürken benim tespit ettiğim en büyük eksiklik değerler yani “referans” konusundaki mutabakatsızlıktır. Müslümanlar uzun zamandır “nereden konuşacakları” konusunda tereddüt yaşıyorlar. Nereden konuşacağını bilemeyen ne olması gerektiği, ne olacağı konusunda da bir karara eremiyor. Bu tereddüt hali onları giderayak kötürüm olmaya götürüyor ve kendileri üzerinde hesap yapanlara da hareket alanı açıyor.
İnsanlık üzerinde hesap yapanlar, özellikle Batı dünyası şöyle veya böyle değerler ve referanslar konusunda ortak bir uzlaşıya varmış görünüyorlar. En azından iç barışları ve kendi dışındaki dünyayı değerlendirme açısından. Kendi menfaatleri söz konusu olduğunda, kendi iç tartışmalarını dondurarak veya göz ardı ederek “menfaat odaklı” ittifaklar oluşturup çözümler üretebiliyorlar. Enerji odaklı menfaatleri için İslam dünyasını baskılamak ve istikrarsızlaştırmak örneğinde olduğu gibi. Batı dünyası Aydınlanma Devrimi’nin değerler skalası olan “seküler değerler” konusunda taviz vermeden yoluna devam ediyor. Kendi dünyasını ve dış dünyayı bu değerler üzerinden okuyor ve gereğini yapıyor.
İslam dünyası özellikle Hilafet’ in ilgasından sonra fiziksel ve beraberinde yaşanan zihinsel işgal ve yenilgiden sonra “değerler” konusunda büyük tereddütler ve alt-üst oluşlar yaşadı. Yenilginin nedenleri üzerinde hala bir sonuca varabilmiş değiliz. Bu da yine referans netsizliğinden kaynaklanmaktadır. Batılılar, kendi tarih ve durum okumalarını yaptıktan sonra Orta Çağ’daki durumlarını tartışarak, o günün hakim gücü (Osmanlı İmparatorluğu) karşısında nasıl davranacaklarının çözümlerini üreterek bir karşı koyuşu zihinsel, sosyal, siyasal olarak örgütlediler ve sonuçlarını aldılar. Müslümanlar uzun zamandır İbn-i Haldun’un ifade ettiği “mağluplar galipleri taklit ederler” sözünü haklı çıkaran bir yol tutturmuş görünüyorlar.
İslam dünyası halkları fiziksel işgallerden bir şekilde kurtuldular(!) ama zihinsel işgal derinleşerek devam ediyor. Galipler giderken zihinsel ve ruhsal anlamda büyük bir enkaz bıraktılar. Maalesef bu enkaz fark edilemiyor. Fark edilemediği için de doğru bir durum tespitinde ve çıkış yolunda anlaşılamıyor. Müslüman halklar ve onların temsilcileri ya geçmişte yaşıyorlar ya da bu güne maruz kalıyorlar. Ya tarihte yaşıyorlar ya da zamanın nesnesi haline geliyorlar. İslam’ ı konuştukları zaman tarihi, tarihi konuştukları zaman da ihtilaf tarihini, arkeoloji tarihini konuşuyorlar. Bu günü ve geleceği yeniden nasıl ihya ve inşa ederiz kaygısıyla tarihe bakmıyorlar. Herkes kendi ulusunu, mezhebini, meşrebini haklı çıkarmak, diğerlerinin nasıl da batıl ehli olduğunu kanıtlamak için tarihe müracaat ediyorlar. Kendi çağlarında Müslümanlara, giderayak bütün insanlığa hitap edecek düşünce, fikir çerçeveleri oluşturmak, büyük alim ve mütefekkirler yetiştirmek için gayret edeceklerine geçmişte yaşamış kendi mezhep, meşrep alimlerinin faziletlerini, büyüklüklerini anlatmak için İslami çalışmalar(!) yapıyorlar. Bu mümtaz çalışmalarından zaman bulamadıkları için Allah’ ın insanlık için bir hidayet kaynağı olarak inzal ettiği Vahiy’ le muhatap olamıyorlar. Kendi üstatlarının hayat hikayelerini, mübarek sözlerini anlamak ve anlatmaktan dolayı İnsanlık için “usvetün hasene” olan Resul’ün Siyer’ini, Siret’ini okumaya ve anlamaya vakit bulamıyorlar. Dinamik hayat ve tarih karşısında arkeolojik tarih’ e sığınıyorlar ve kaybediyorlar. Bu anlayışla gittikleri müddetçe de ilanihaye kaybedeceklerdir. Hayy-u Kayyum Olan’ a, onun enfüsi, afaki, münzel ayetlerine sığınmaz, dinamik hayatı yok sayar, hayatla kavga eder, tarihe sığınır ve orada yaşarsanız; yurtlarınız ziyaret edilen arkeolojik ölü mezarlıklarına dönüşür. Ya da üzerinde operasyon yapılan nesnelere dönüşürsünüz.
İslam dünyasında Müslüman halklara vaziyet eden hareketlere, politik oluşumlara, cemaatlere, örgütlere baktığımızda kendi çağlarının nesnesi olarak yaşadıklarına şahit oluyoruz. Herkes onlar üzerinde hesap yapabiliyor ve bu hesapları da rahatça hayata geçirebiliyorlar. Yeryüzündeki Küresel ve yerel güç odakları Müslümanları rahatça pasifize, manipüle ve terörize edebiliyor. Çünkü; Müslümanlar yukarıda bahsettiğimiz gibi bu dünyada yaşamıyorlar, bu dünyada yaşamadıkları içinde varlıklarını hissettirecek “Biz” duygusuna sahip olamıyorlar. Öz güven sahibi olamayan, şahsiyet sahibi olamayan “biz” duygusuna ulaşamaz. Bu değerlerden mahrum olanlar ancak sürü olurlar. Sürülerde rahatça yönlendirilir ve kullanılırlar. Eğer böyle olmasaydı düşman çizmeleri altında yaşamanın bir sorgulaması yapılmaz mıydı? Böyle olmasaydı kasap dükkanlarında boğazlanan hayvanlardan daha çok Müslüman, kardeşleri, soydaşları, vatandaşları eliyle nasıl hunharca katledilirdi? Hayır, bunları Müslümanlar yapmıyor, onları kullanıyorlar demeyin; bu nasıl bir insanlık ve Müslümanlık ki önüne gelenin aparatı, oyuncağı, işbirlikçisi olabiliyor? Bu nasıl insanlık ve Müslümanlık ki; iktidarına destek olduğu müddetçe iktidar ortağına ülkenin, devletin bütün imkanlarını aç, beraberce iş tutun, iktidar paylaşımında sorun çıktığı zaman bir birinize söylenmedik söz, kurulmadık kumpas bırakmayın. Resmiyette ve ilişkilerde kendinizi başka değerler, isimler altında ifade edin, halkı galeyana getirmek için her türlü İslami ve tarihi değer ve imkanı pervasızca kullanın.
Müslüman halklara vaziyet eden hareketler, cemaatler, partiler… Demokrasi, Sivil Toplum, Medine Vesikası… diyor ama bir türlü İSLAM diyemiyorlar. Her türlü seküler, küresel, ulusal kavram ve amacı benimsiyor, dillendiriyor ve bu gündemleri takip ediyorlar ama bir türlü İlahi, nebevi kavram ve amacı göğsünü gere gere savunamıyor ve bu değerlerden neş’et eden sorumlulukları ciddiye alamıyor, temsil etmek istemiyorlar. Müslümanlara vaziyet eden önderler, üstadlar, aydınlar geçmişte kendilerini İslami Hareket, İslami Cemaat olarak takdim ederken bu günkü konuşmalarında demokrasiye göre, demokratik çözüm, AB kriterleri, biz bir STK olarak, Demokratik İslami Model… ifadelerini dillerinden düşürmüyorlar. Kendilerini, hiç rahatsız olmadan, seküler medeniyetin tanımladığı kavramlarla, dille ifade ediyorlar. İslami kavram ve uygulamaları bağlamından kopararak, içini boşaltarak eklektik bir anlayışla kullanıyorlar. Örneğin; Medine Vesikası’ nı gündeme getirirken vesika öncesi 13 yılı ve yaşananları gündemlerine almadan, gereğini yapmadan ve vesika sonrası olanları görmezden gelerek konuşuyorlar. O zaman insana sormazlar mı: dünkü söyledikleriniz mi yanlıştı, bu günkü söyledikleriniz mi doğru? Dün neden yanlıştı, bu gün neye dayanarak doğru söylüyorsunuz ve biz size nasıl inanalım veya siz kendinize nasıl saygı duyuyorsunuz?
Referansımız İslam’ dır demekten utanıyoruz. Bu değerlerimize güvenmemek hali bizi iç dünyamızda ve dış dünyada değersiz hale getiriyor, dostlarımız ve düşmanlarımız nezdinde saygınlığımızı kaybediyoruz. İzzeti Allah’ ın yanında aramadığımız için zillet peşimizi bırakmıyor. İslam dünyasına bakalım bu söylediklerimizi doğrulamıyor mu? Irak’ ta, Afganistan’ da, Suriye’ de, Türkiye’ de Mısır’ da mezheplerimiz, aşiretimiz, örgütümüz, ırkımız, ulusumuz, ulus devletimiz dediğimiz, İslam diyemediğimiz için yenilmekten, iç savaş ortamında birbirimizle uğraşmaktan kurtulamıyoruz. Mısır’ da, Türkiye’ de halklarımıza ve muarızlarımıza ne söylememiz gerektiği noktasında netleşemediğimiz için bir o yana bir bu yana yalpalıyoruz. Bu halimiz düşmanlarımızın bizim üzerimizde operasyon yapmasını kolaylaştırıyor.
Bir insan ve Müslüman olarak Peygamberimizin bize miras bıraktığı eminliğe, dürüstlüğe, kendimize, değerlerimize ve İMAN’ımıza karşı saygıya ihtiyacımız var. Peygamberimiz ilk başlarken ne dediyse son nefesine kadar onun takipçisi olmuştur. Hiç kimse ona dün bize ne söylüyordun, bu gün ne söylüyorsun demedi. Zor zamanda, kolay zamanda her ne söylediyse Allah’ın söylemesini istediği şeyleri söylemiştir. Yasir ailesine, Akabe ehline ne vaad ettiyse Tebük ehline de aynı şeyi vaad etmiştir. Bir kalpte iki değer bulunamaz. Bu insanın doğasına aykırıdır. Hadi olan Rabbimizin insanlığa hidayet olarak gönderdiği tek din İslam’dır.
“Şüphesiz, Allah katında tek din, İslâm’dır.”(Âl-i İmran Sûresi, 19)
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”(Âl-i İmran S., 85)
Öyleyse, cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin: Eğer (gerçekten) inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.(Al-i İmran-139)
Müslümanlar bir dünya ve ahiret rehberi olarak İslam’ a iman ederek imtihan yolculuğuna başlamak ve sürdürmek zorundadırlar. Bu ilk önce kendilerine, kendi dışındakilere karşı saygının sonra da Allah’ a karşı saygınının ve imanlarının gereğidir. Eğer İslam, bu dünya ve ahiret için bir kurtuluş imkanı, hayat için bir dünya görüşü değilse, artık din bizim kültürümüzün bir parçası, manevi dünyamızla ilgili bir inanç, Batılıların tarif ettiği bir “religion”sa bunu açıkça ifade edelim. Allah’ ı da, kendimizi de, insanları da aldatmayalım. İnsan iki kişilikli ve iki dilli olamaz. İşimize geldiğinde Müslüman işimize geldiğinde Seküler olunmaz. “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek ‘haram olsun’ dediğiniz eşlerinizi analarınız kılmamış, evlâtlıklarınızı da oğullarınız olarak kabul etmemiştir. Bunlar sizin kendi iddianızdır; hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O gösterir.”(Ahzab, 4) Bu istikametsizlik, bu dalalet hali bizleri, Allah(c.c) yanında da, insanların yanında da itibarsızlaştırıyor ve sonunda Allah’ın yardımı ve halkın güveninden mahrum kalıyoruz.
Müslümanlar “referans” sorunlarını hal yoluna koymadan dünya ve ahirette kaybetmeye müstahak olacaklardır. Dertlerimizin ve sorunlarımızın çözümüne buradan başlamalıyız. Felahımız buna bağlı.
Ne büyük bahtiyarlıktır, Hz. Peygamber’in müjdesine layık olmak için “LAİLAHEİLLALLAH” diyerek dünya ve ahirette “felah” sürecini başlatmak ve gereğini yapmak.