“O ki birbiri ile ahenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir daha bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar çevir bak. Göz, aciz, yorgun ve bitkin halde sana tekrar dönecektir.” (67/Mülk, 3-4).
Yaratılış itibari ile kâinatta asla bir başıboşluk, bozukluk, aksama ya da tekleme bulamazsınız. Bu, yüce yaratıcının yarattığı her zerreye kadar kendisine itaate boyun eğdirilmesi ile alakalıdır. İşte bu itaat öyle ayarlanmıştır ki her şey sırası ile kendisine biçilen kaderle dönüp durur. Ne gündüz geceyi, ne ay güneşi, ne bahar kışı ve ne de hayat ölümü… Her şey rabbimizin izni ile ister isteyerek ister istemeyerek itaat etmek ve sünnetullahı işletmek zorundadır. Bu düzenin aksamasını çok kısa bir şekilde düşündüğümüzde ne tür felaketlerle karşılaşacağımız açıktır. İşte bu kurulu düzenin tamamı insan için yaratıldığını ve insanın da halife olarak atandığını düşündüğümüzde insanın da rabbine karşı elbette sorumlulukları olmalıdır ve vardır. Allah yarattığı insana değer vermiş, bu değerini ise ancak yine kendisini unutmamasını, itaatte gevşeklik göstermemesi ile ancak koruyabileceğini öğütlemiştir. Buradan yine şunu anlıyoruz ki insan kendisine bırakılmayacak kadar cahildir. Kur’an insanın bu cehaletinin misalleri ile doludur.
Kainatı yaratan Allah, insana uyum içinde yaşayabilmesi, cehalete düşmemesi ve azmaması için, her daim elçileri ile uyarmıştır. Fakat insan her uyarılış sonunda daha da azmış kendi duygu ve düşüncelerinin inşası için Allah’a rağmen hayat tarzını yeniden arzusuna göre şekillendirmeye çalışmıştır. Halbuki yanlış şekillendirme gibi bir çabaya girilmemesi Allah tarafından daha yolun başında ikaz edilmesine ve şeytanın bu işi süslü ve haklı göstereceği hatırlatılmasına rağmen olan olmuş ve insan Allah’ı bırakıp mal ve iktidara olan arzusunu gerçekleştirmek için hayata müdahaleye başlamıştır. Bu müdahale Âdemin iki oğlunun kavgası ile açığa çıkmış, o gün bu gündür yeryüzü insanlık tarafından pek az zamanlar müstesna kan gölüne dönmüştür. Bu gözü dönmüşlüğün sebeplerinin başında iktidar ve mal hırsı olduğunu düşündüğümüzde insan, kendisinin kokuşmuş, cıvık yapışkan çamurdan yaratıldığını unutmuş ve kendisini yaratana hükmetmeyi tasarlayacak kadar ekâbirleşmiş ve neticede kendi arzusunu ilah edinerek yeryüzünün yeni ilahı oluvermiştir.
İnsan artık kendisini ilah edinmiş yeryüzünün yeni ilahı olmuştur. İşte bu noktada kim kendisine karşı gelirse, ona dünyada yapmadığı azap kalmamış, kimini çarmıha germiş, kimini testere ile doğramış, kimini ateşe atmış, kimilerini diri diri yakmış ve hala bu işkenceler olanca hızı ile sürüp gitmektedir. İktidar ilahlığı dün Firavun’un elinde bir güç olup mazlumların canına okurken, bugün onun varisleri de aynı gücü kullanarak bu sefer tüm insanlığın canına okumaktadırlar.
Günümüzde de insanın değişmediğini, dünkü insanla bugünkü insanın aynı veya benzer olduğunu hiç hatırdan çıkarmamak gerekmektedir. Şöyle düşünüyorum da sanki Fravun’lar hiç ölmemiş diyorum. Dün Salih’e plan kuran çeteler, Musa’nın peşine takılan zorbalar, Yusuf’u kuyuya atan hasetçiler, Şuayb’a karşı gelen kapitalistler, İsa’yı çarmıha geren din tüccarları, İbrahim’i ateşe atan iktidar yalakaları, Lut’tan misafirlerini isteyecek kadar alçalan aşağılık ahlaksızlar ve Nuh ile dalga geçen müstağni müşrikler hala yaşıyorlar. Çünkü emrediliyor, insanlar öldürülüyorlar, emrediliyor mallar yağmalanıyor, emrediliyor, ırzlar kirletiliyor; emrediliyor kitaplar yakılıyor, emrediliyor kutsallar ayaklar altına alınıyor ve emrediliyor körpe çocuklar birbirlerine bağlanarak sularda boğduruluyorlar. Sahi bunları kim emrediyor? Daha yolun başında halifelik tayin edilirken “kan dökücü insanı mı halife seçeceksin?” diyen meleklerin sözlerini hatırlıyorum da…
Evet insanlık olanca hızı ile kokuşmaktadır. Tıpkı mayası olan salsal (kokuşmuş çamur) gibi. Bu koku o kadar sirayet etmiş ki yeryüzüne daha evvel, yağmacı Moğollar tarafından (tarihçi M. Ebu Zehra’nın dediğine göre) Bağdat, öyle bir yağmalanmış ki üst üste yığılan cesetler günlerce sokaklarda kaldırılmayı beklemekten artık dayanılmaz kokular saçmaya başlamış ve topluca gömülmekte zorlanılmıştır.
Bununla birlikte, yine günümüzde aynı vahşet ve insanlığın elzem kokuları varlığını hissettirmektedir. Yine Bağdat, Şam Halep; Filistin, Mısır, Afganistan, Pakistan ve kısaca ilahlaşan insana karşı gelen veya gelmeye yatkın olan beldelerin tamamında bu pis kokuyu hissetmek mümkündür. Dünkü ilahlar kendilerini reddeden mazlumları atlarının ayakları altında ezerken, bugün gemilerini, uçaklarını ve tanklarını aynı mazlumların üzerine yürüterek katlettikleri insanı kanlı postallarının altına alarak hatıra fotoğrafı çektirebilmektedirler. Zulme maruz kalan bu beldeler ise İslam beldelerinden başka bir belde değildir. Bu zulmün tamamı ilahlaşan ya da ilahlaştırılan insanın eli ile yapılmaktadır.
Günümüzde İlahlaştırma konusunda öyle mahirleşti ki insan, adeta seleflerine parmak ısırtmaktadır. Allah’ın defaatle uyarısına rağmen verdiği misalleri idrak etmede kalpleri kaskatı kesilmiş, gözleri kör ve kulakları sağırlaşmıştır.
Hayatında Allah’ın bir tek ayetini idrak edemeyen insana, şeytan idrak edeceği başka alanlar açmaktadır. Bu idrak alanları milli, siyasi, ekonomik ve hatta geleneksel din noktasında olabiliyor. Kur’an, insanların din adamlarını ve İsa’yı rab edindiklerini anlatırken aslında dinin nasıl bir aldatma aracı haline dönüştüğüne vurgu yapıyor. İşte bu uyarılara rağmen bugün birileri kalkıp bir başbakan için; “Allah’ın vasıflarını üzerinde toplayan insan; ona dokunmak ibadettir; bizim için adeta ikinci peygamber; onun doğduğu şehir mübarektir” gibi ipe sapa gelmez ifadeler hala kullanılıyorsa İslam’ı idrak etmede yoksunluk var demektir. Yeni ilahlar üretiliyor demektir. İşte büyük bir aldanış bu olsa gerektir. Zaten şeytan, insanı aldattıktan sonra yapayalnız bırakır demiyor mu rabbimiz?
Yeryüzünde kan döken insanın, ıslahının ancak Adem’e öğretilen kelimelerle mümkün olacağını anlayan melekler derhal tevbe ederek hataları için af dilediler. İnsanlığın kurtuluşunun bu kelimelerin yerli yerince kullanılmasında olduğunu ve bu kelimeleri kendisine rehber edindiğinde mükemmel insan olacağını anladılar ve onu kabul ettiler. Daha sonra görüldü ki bu kelimeleri pek az insan dışında kimse kullanmıyor ve kullananlar ise öyle bir etki yapıyor ki, Firavun’ları kahrediyor, ilahlaştırılan her nesneyi ayaklar altına alıyor, mal ve servet düşkünü kapitalistlerin öfkesini artırıyor, din tüccarlarını zarara uğratıyor ve Ebu Leheb’lerin ellerini kurutuyor. Yine bu insanların en büyük özellikleri, güçlü olduklarında kibirden uzak, adil ve rabbini hamd edip ona şükretmeleri; zayıf olduklarında ise sabırla yoğrulmaları asla haksız ve sebepsiz yere kan dökmemeleridir.
İnsanlık için yaratılan kâinat, itaatini/görevini kusursuz bir şekilde devam ettirmektedir. Yağmur toprağı sarıp sarmalarken, toprak kendisine atılan bir çekirdekten ürünlerini bol bol vermektedir. çiçekler yüzümüze gülerken; ağaçlar hem gölgeleri ile hem de ninnileri ile yüreklerimizi kabartmaktadır. Gece dinlenmemiz için kandilini söndürürken, gündüz maişetimiz için olanca canlılığı ile seherlerde bizleri karşılamaktadır. Ya güneş? İnsanın müstağni oluşuna aldırmadan her sabah zalim insana gülümsemekte ve rabbine verdiği sözü yerine getirmektedir. İşte kusursuz olan gök, muhteşem bir ayet olan denizler ve üzerlerinde yüzen dev gemiler, sarsılmaz dağlar ve kokuşmaması için doğayı temizleyen diğer canlılar… Bütün hepsi zalim ve nankör insana rağmen itaatlerinde sebat etmektedirler.
İtaatinde sebat eden kâinatın, bozulmayan, muhteşem düzenini bir ibret ve bir nimet olarak bizlere takdim eden rabbimiz, itaatte sebat göstermeyip asi olan insana haklı olarak soruyor. Bu gidiş nereye?
O halde ey insan, yüzünü tekrar göğe çevir ve tekrar bir bak. Bir çatlaklık görebiliyor musun?