İnkâr kelimesi ne-ki-ra (yenkeru nekran) fiilinin if’al vezninden türemiş mastarıdır. Nekira fiili bilmemek, tanımamak anlamına gelmektedir. İnkâr ise bilmemek, öyle değildir diye yadsımak, hakkını inkâr etmek demektir.
Türkçede inkâr (etmek) şöyle algılanmaktadır: yaptığı bir işi, söylediği bir sözü, tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, bilmediğini, görmediğini söylemek; yaptığını saklamak, gizlemek ve yadsımak. (TDK sözlüğü).
İnkâr’ın Türkçedeki kullanılışı ile Arapça anlamı arasında bariz bir fark olduğu açıkça görülmektedir. Türkçede inkâr, açıkça ve bile bile, yapılan bir işin, söylenen bir sözün gizlenmesi, tanık olunan bir şeyin, ben görmedim diye inkâr edilmesi, yalan söylenmesidir. Arapçada ise inkâr, bir şeyi bilmemeyi, tanımamayı ifade eder. Nekira (nekre), marifenin zıddıdır. Marife, bilinen bir şey demek iken, nekre, bilinmeyen, belirtisiz bir şeye işaret eder.
Kur’an dilinde bilinmediği, tanınmadığı için bir varlığın yadırgaması durumunda ‘nekira’ fiili kullanılır. İbrahim Peygamber, kendisine gelen meleklere kızartılmış etten oluşan bir sofra hazırlatır fakat misafirlerin ellerinin yemeğe gitmediğini fark edince onları yadırgar (nekira-hum) ve onlardan dolayı içine bir korku düşer. (11/Hud, 70). İbrahim (kendi kendine) şöyle mırıldanır: “tanınmayan bir topluluk!” (kavmun munkerûn). (51/Zariyat, 25). Melekler İbrahim’in yanından ayrılıp da Lut’a gelirler. Haliyle Lut da onları tanımamıştır ve ilk tepkisi şu olur: “Sizler tanınmayan kimselersiniz!” (qâle: innekum qavmun münkerûn). (15/Hıcr, 62).
İbrahim’le Lut’un sözleri, tanınıp bilinmeyen bir varlığı tanımlarken inkâr kökenli ‘munker’ kelimesinin kullanıldığını göstermektedir.
‘Nekkirû’ fiili, bir şeyi, tanınmaz/bilinmez bir hale getirmek demektir. Süleyman (a.s), Belkıs’ın tahtı kendisine getirildiğinde yanındakilerden, tahtı Belkıs’ın tanıyıp tanımadığını ölçmek için onu, bilemeyeceği bir hale getirmelerini istemişti. (nekkirû lehâ arşehâ) (27/Neml, 41). Melike geldiğinde, önceden tasarlandığı üzere, tahtın kendi tahtı olup olmadığı sorulmuş, o da tahtını tanımıştı. Melike’nin o güne kadar niçin müşrik olduğunu, bir sonraki ayet çok veciz bir biçimde açıklamakta, böylece inkâr kavramına da açıklık getirmektedir. Ayet şöyle demektedir: “Onu, Allahtan başka taptığı varlıklar (o zamana kadar tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü o, kâfir bir kavimdendi.” (27/Neml, 43). İşte inkârın kısa hikâyesi bu ayette özetlenmiştir. Melikenin kavmi kâfirdi, bir bütün halinde Allah’tan başka ilahlara itaat ediyorlardı. Melike de toplumun bir ferdi olarak aynı küfür dinine mensuptu. Allah’ın dışındaki o ilahlar, melike ile Allah’ın ulûhiyeti arasına gerilmiş bir perde / engel idiler. Bu engel durumunu ifade etmek için ayette, ‘sadde’ fiili kullanılmıştır. Bütün insanları elbette bazı şeyler Allah’a iman etmekten alıkoymaktadır. Kişi, o engelleri (zihinsel bir işlem olarak) aşamaz da, büyük hakikati keşfedemezse, inkâr içinde kalmaktadır. Önemli olan, o engelleri, aradaki perdeleri yırtabilmektir. Bu da ancak tefekkür ile elde edilebilir.
Süleyman (a.s)’la melikenin arasında geçen hadiseler ve en sonunda tahtının getirilmesi melikede adeta bir şok etsisi yapmış, zihninde devrim yapmıştı. Allah’la kendisi arasında basit engellerin bulunduğunu, yani inkâr içinde olduğunu fark etmek melikeye ilk defa o gün nasip olmuştur. Melike artık inkârdan ikrara geçmişti.
‘Nukran’ mastarı, bilinmeyen, alışık olmadık, acayip, fena, çirkin gibi anlamlara gelmektedir. Musa’nın, Allah’ın kendisine ilim verdiği arkadaşı bir erkek çocuğu öldürdüğü zaman Musa’nın, kelimenin tam anlamıyla insanî olan tepkisi şöyle olmuştu: “Şüphesiz sen, fena bir şey yaptın!” (le-qad ci’te şey’en nukran). (18/Kehf, 74). Aynı kelime, azabı nitelediği zaman, “korkunç bir azap” denmiş olmaktadır. (18/Kehf, 87). Korkunçtur, çünkü o azap, o güne kadar görülmüş, işitilmiş bir şey değildir. Kıyamet sahnesi de keza ‘nükür’ diye ifade edilir, çünkü kıyamet sahnesi de “görülmemiş bir şey”dir. (yevme yed’û’d-dâı ilâ şey’in nukur) (54/Kamer, 6).
Nekîr kelimesi reddetmek, yadsımak demektir. (22/Hac, 44; 34/Sebe, 45; 35/Fatır, 26; 67/Mülk, 18). İnkâr’ın muzari fiili olan yunkiru (ve tunkiru) ise bir şeyi kabul etmemek, reddetmek, inkâr etmek anlamında kullanılmaktadır. “Hiziplerden onun bir kısmını inkâr edenler var” (ve minel ahzâbi men yunkiru ba’dahû: 13/Ra’d, 36) ayeti, Kur’an’ın bir kısmını belki açıkça reddetmeye cesaret edemezken bir kısmını rahatlıkla reddeden fırkaların varlığına işaret etmektedir. Ehli kitap, kendi kitaplarındakilerle örtüşen Kur’an hakikatlerini inkâr edemiyorlardı ama batıl itikadlarına aykırı gelen, İslam’ın yeni hakikatlerini itiraf etmekte mütereddid davranıyor, bilmezden, tanımazdan geliyorlardı.
“Onlar aslında Allah’ın nimetinin pekâlâ farkındadırlar ama yine de onu tanıyıp doğrulamaya yanaşmıyorlar. Çünkü onların çoğu kâfirdir.” (ya’rifûne ni’metallahi sümme yunkirûnehâ ve ekseruhumu’l-kâfirûn: 16/Nahl, 83). Bu ayette marifet ve inkâr kavramları bir arada kullanılmak suretiyle, inkârla irfan arasındaki karşıtlık güzel bir şekilde gösterilmiştir. Ayet, işaret edilen kimselerin aslında Allahın nimetlerinin aslında farkında olduklarına, ama tıpkı melike örneğinde olduğu gibi, kâfir kavmin ‘mahalle baskısı’ nedeniyle inkârdan bir türlü kurtulamadıklarına dikkat çekilmektedir. Yani inkârla ikrar arasındaki o kritik eşiği bir türlü aşamamaktadırlar. Zemahşerî’nin tespitinde olduğu gibi, nimetin Allaha ait olduğunu itiraf ediyorlar lakin o nimeti verenden başkasına ibadet [itaat] etmek suretiyle inkâr ediyorlar ve nimetin Allahtan ama ilahların şefaati/yüzü hürmetine verildiğini ileri sürüyorlar. Filan kişi olmasaydı bu nimet bana verilmezdi diyorlar. Ya da o nimetlerin atalarından kendilerine intikal ettiğini ileri sürüyorlar. Bu da işte onların inkârıdır. Ayetin son sözleri, “Onların ekserisi kâfirdir” diye bitmektedir. Bu ifade, kavmin, artık Allahın nimetlerini itiraf edemeyecek kadar kalbi katılaşmış kâfirlerine dikkat çekmektedir.
Peki, bu toplumun inkârı nasıl bir inkardır? Bu, marifet / irfan hâsıl olduğunda yok olacak olan bir inkârdır. Çünkü bir nimeti fark eden kimse, onun kendisine filan kimse tarafından verildiğini itiraf eder, onu inkâr etmek ahlaki olmaz.
Mü’min suresinin 81. ayetinde, Allahın ayetlerinin hiçbirinin inkâr edilemeyeceği tasrih edilmektedir. “Allah’ın hangi ayetini inkâr ediyorsunuz?” (fe-eyye âyâtillahi tunkirûn: 40/Mü’min, 81). Çünkü Allah bütün ayetlerini sayıp dökmüştür. Allah’ın, açıklanmayan hiçbir ayeti, hiçbir nimeti kalmamıştır. İnsanın işitme, görme gibi insanî hassaları sağlam olduğu sürece, insan Allahın hangi ayetlerini yok sayabilir? Yok sayan (inkâr eden) kimse, ayetler üzerinde yeterince düşünmeyen, marifeti elde edemeyen kimsedir. Dolayısıyla bu kimsenin kalp hastalığının devası da tefekkürdür.
Enkera fiilinden türeyen ‘münker’ mastarı bütün sahih akılların çirkin olduğuna hükmettiği fiillere denir. Bir şeyin münker olması (tenkir), o şeyin ma’ruf olmaması / bilinmemesi ile ilgilidir. Bir şeyin ma’ruf hale getirilmesi (ta’rif) ise, o şeyi bilinmezlikten çıkartıp bilinir hale getirilmesi demektir.
Kur’an’da ‘enkera’ fiilinin ismi failinin (munkir) (çoğul kipiyle: munkirûn) kullanımı bu kavramı anlamak için oldukça önemlidir. Şimdi bu ayetleri biraz yakından inceleyerek, inkâr kavramını netleştirmeye çalışalım.
Yusuf’un kardeşleri buğday almak için Mısır sarayına gelirler. Yanına girdikleri yetkilinin Yusuf olduğunu bilmemektedirler, yani kardeşlerini tanımamaktadırlar; Yusuf onlar için bir yabancı(nekira)dır. Oysa Yusuf onları tanımıştı. (fe-arafehum ve hum lehû munkirûn: 12/Yusuf, 58). Anlaşılacağı üzere kardeşleri, Yusuf hakkında marifet sahibi değildiler, Yusuf’un münkiri idiler. Yusuf onlar için tanınmayan, bilinmeyen bir ‘yabancı’ idi. İşte insanın bu hali için ‘münkir’ denmektedir. Burada, gerçek anlamda bilmemek, marife sahibi olmamak vardır. Kardeşleri, Yusuf’u tanıdıkları halde tanımazdan gelmiş değildiler. Eğer öyle olsaydı Kur’an bu durumu mutlaka farklı bir kelime ile izah edecekti. Yusuf ise onları tanımıştı ama tanıdığını belli etmiyordu. Kardeşlerinin Yusuf’u münkir oluşları, cehalete dayanıyordu, o kişinin Yusuf olduğunu anlayamamışlardı. Çünkü aradan yıllar geçmiş, hem Yusuf büyümüş, koca adam olmuş, hem kılık kıyafeti değişmiş, hem de Yusuf’un yaşıyor ve sarayda yetkili biri olarak karşılarında duruyor olacağı, kardeşlerinin akıllarından bile geçmezdi. Eğer Yusuf’u tanıdıkları halde tanımazdan gelselerdi bunun adı ‘münkir’ olmazdı.
“Münkirler” (munkirûn) kelimesi Kur’an’ı kabul etmemek, onu inkâr etmek anlamında da kullanılmıştır. Kur’an kendisini tanıtırken şöyle buyurmaktadır: “İşte bu (Kur’an) da, bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Şimdi siz onu inkâr mı ediyorsunuz?” (e-fe-entüm lehû munkirûn: 21/Enbiya, 50). Bu ayette ‘munkir’ kelimesinin çoğulu olan ‘munkirûn’ kullanılmıştır. İnkâr kelimesinin kök anlamı ve ayetin sibakına bakıldığında bu ayette sanki şöyle denmektedir: eğer bu Kur’an’ı inkâr ederseniz bilmeden bir cahillik etmiş olursunuz. Bilen, irfan sahibi bir kimsenin Allah’ın mübarek zikri demek olan bu Kur’an’ı inkâr etmesi olabilecek bir şey değildir. Dolayısıyla ayette Kur’an’ı reddetmeye karşı ‘kavl-i leyyin’ üslupla bir uyarı yapılmaktadır.
Mü’minun suresinin 69. ayetinde Peygamber konu edilmekte, peygamberi bilmekle inkâr etmek arasında ters bir bağlantı kurulmaktadır: “Yoksa onlar elçilerini tanımadılar mı, onun için mi onu inkâr ediyorlar?” (em lem ya’rifû rasûlehum fehum lehû munkirûn: 23/Müminun, 69). Bu ayete göre sanki peygamberi bilmemek, tanımamak onu inkâr etmeyi gerektirir gibi bir anlam bulunmaktadır. Oysa Mekke kâfirleri Peygamber’i -hem de öz oğullarını tanıdıkları gibi- biliyor/tanıyorlardı. Bir ömür boyu Peygamber aralarında kalmıştı. Eğer Peygamber hakkında bilgi (marifet) sahibi olmasalardı, onu inkâr etmekte belki bir mazeretleri olabilirdi. Ama öyle bir mazeretlerinin olmadığı bellidir. Bu ayet, Mekke kâfirlerine Muhammed’i (sav) tasdik etmemekte herhangi bir haklılık payı tanımamaktadır. Fakat ince bir şekilde, bilmemekle inkârın birbirinin sebep-sonucu olduğu vurgulanmaktadır. Bunun için Türkçede, “kişi bilmediğinin düşmanıdır” denmiştir. İnsan, bilmediği şeyden korkar. Öyleyse insan, saçma korkularından kurtulmak, boş yere ‘düşman’ kesildiği şeylere dost olmak için bilgiye koşacak, irfanı arayacaktır.
Mekke halkı Muhammed (sav)’in nesebini, şerefini, ahlakını, eminliğini çok iyi biliyorlardı. İbni Kesir’in hatırlattığı gibi Cafer b. Ebi Talip, Necaşi’ye karşı Müslümanların sözcüsü olarak kendilerini savunurken, “Allah bize bir elçi gönderdi, biz onun nesebini, doğruluğunu ve güvenilirliğini iyi biliyoruz” demişti. Muğire b. Şube İran Kisrası’nın vekiline, Ebu Sufyan da Bizans kralı Herakleus’a Peygamber’in ahlakını böyle tanıtmışlardı. Dolayısıyla bu kadar açık tanınan bir Peygamber’in inkâr edilmesinin hiçbir haklı sebebi olamaz. Peygamberi tasdik etmemenin en küçük bir haklılık payı bulunamaz. Bütün bunlara rağmen zikri geçen müşrikler ve benzerleri yine de Rasulullah’ı tasdik etmediler. Peygamber’i tanıyorlardı ama tasdik etmedikleri için ‘kâfir’ sayılmışlardı; bile bile bir gerçeğin üzerini örtüyorlardı.
Nahl suresinin 22. ayetinde, Allah’ın bir tek ilah oluşunu kabul etmeyen, ahirete de inanmayanlar ‘münkirler’ onalar nitelendirilmiştir. Daha doğrusu onların kalpleri münkir olarak tanımlanmıştır. Red ya da tasdik mahalli demek ki kalptir. “İlahınız bir tek ilahtır. Fakat ahirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkârcı, kendileri de müstekbir kimselerdir.” (qulûbuhum munkiratun: 16/Nahl, 22). Kalpleri, derin tefekkür neticesinde iman nimetine erememiştir.
Ahirete inanmayan kimselerin kalpleri katılaşmış, tefekkür melekesini yitirmişlerdir. Bunun için bunların kalpleri münkirdir, Allah’ı ilah olarak tanımamakta, O’nun ilahlığını bilmek de istememektedirler. Bunlar bu yaşantı ile artık müstekbir hale gelmişler, büyüklenmişler, kendilerini hayatın merkezi zannetmeye başlamışlardır. Kalpleri münkirdir çünkü kalbin akletmesi, fıkhetmesi için bir an olsun durup düşünmemekte, zihinlerini yormamakta, olan biteni anlamaya çalışmamakta, Allahın tevhide ilişkin açıklamalarını etraflıca düşünmeye yanaşmamaktadırlar. İşte bu kimselerin en büyük hastalığı budur. Düşünmemek, kafa yormamak, ahiretin mümkün olabileceğini bir an olsun var saymamak… Böylece kişi bilgiye, irfana kendini kapatmaktadır. Bilgiye kapanınca tefekkür imkânını yitirmektedir. Onlar için artık ahiret, Allahın yegâne ilah olduğu gibi iman noktaları anlamsızlaşıyor, ‘yabancı’, tanınmayan, bilinmeyen birer tasavvurlar haline geliyor. Yani burada bir yabancılaşmadan söz edebiliriz.
Herhangi bir konuda yeni bir iddia (tez) işiten bir kişi, eğer iyi niyetliyse o yeni fikre kulak verir, onu anlamaya çalışır. Tezin sahibinden iddiasını kanıtlayacak deliller isteyebilir. Bu gayet doğaldır. Eğer kendisine sunulan deliller ikna edici ise teslim olur. Değilse, delillerin tutarsızlığını, ikna edici olmadığını belirtir ve başka deliller isteyebilir. Fakat bunların hiçbirine tevessül etmeden, iddia sahibini hiç dinlemeden peşinen ve körü körüne reddediyor, ortaya atılan yeni fikre hiç değinmeden sadece iddia sahibini reddetmeye yönelik refleksler geliştiriyorsa bu, tam bir cahiliye inkârıdır. İşte Kur’an’ın ‘küfür’ dediği de budur. Yani hakikatleri bile bile örtmektedir. İman hakikatleri ancak açık delille (burhanla) bilinir. Bu delilleri inkâr edince geriye kâfir olmaktan başka bir seçenek kalmamaktadır.
Küfür kelimesi meallerin çoğunda, özensiz bir çeviri neticesi olarak, ‘inkâr’ diye tercüme edilmektedir. Kâfir kelimesinin geçtiği yerlerde yazarlar bunu rahatlıkla ‘inkârcı’ olarak yazabilmektedirler. Oysa bu yanlıştır. Küfür kavramıyla inkâr kavramı eş anlamlı değildir. Bilindiği üzere küfür örtmek demektir. Kâfir, Allah’ın ulûhiyetini ve rububiyetini örten, ketmeden, yok sayandır. İnkâr ise bilmemek, tanımamak, öyle değildir diye hakkını yok saymaktır. Arapça sözlüklerde “nekira’l emra” dendikten sonra iki nokta üst üste koyup: ‘cehilehû’ “onu bilmedi”, cahili oldu, ya da “lemk ya’rifhu” denmektedir. Yani tanımadı, hakkında marifeti yoktur demektir. İnkâr mastarının mazi fiili olan ‘enkera’ fiilini de sözlükler ‘cehile’ diye açıklamaktadırlar. Yani enkera fiili, bir şeyin cahili oldu, o konuda cahildir anlamına gelmektedir.
Yukarıda geçtiği gibi, Rağıb el-İsfehani’ye göre inkâr irfanın zıddıdır. İrfanı ise şöyle tanımlamaktadır: bir şeyi tefekkür ve eserini tedebbür yoluyla idrak etmektir. Demek ki bir şey hakkında tefekkür yapmamak, eseri üzerinde tedebbür, tezekkür yoluyla kafa yormamak, akletmemek neticesinde o şeyi idrak etmemek/edememek inkâr olmaktadır. İnkâr diye bir zihinsel tutum var çünkü tedebbür yok, çünkü tezekkür yok, tefekkür yok. Yukarıda Nahl suresinin 22. ayetinde geçtiği üzere, ahiretin imkânlılığı üzerinde tefekkür etmeyen kimselerin münkir olmaları gayet doğaldır. Bu sebeple Kur’an, inkâr yolunu seçmesinler diye mütemadiyen ahiretin / yeniden dirilmenin imkânlılığını kanıtlayan deliller (beyyineler / burhanlar) vermektedir.
İnkârda, kalbin kuşatamaması, künhüne vakıf olamama, inceliklerine nüfuz edememe durumu vardır. Fakat bu eksikliğini gidermeyi istememektedir. Cehaletini bir eksiklik (kusur) olarak görmemektedir. Hem cahil, hem de ukaladır, yani kendini akıllı sanmaktadır. Hem bilmemekte, hem de bilmediğini bilmemektedir. Buna göre inkârın olmaması için insanlara düşünmeyi, tefekkürü, akletmeyi öğretmeli, düşündürmenin yollarını araştırmalıdır.
Öyle görünüyor ki inkâr küfrün sebeplerinden biridir. Küfür bir anlamda inkârın neticesidir denebilir. Fakat küfür hem daha kapsamlı, he de daha ifade edicidir. Onun içindir ki Kur’an küfür ve kâfir kavramını çok kullanmış, inkâr ve münkir kavramını daha az kullanmıştır.
İnsanın olduğu yerde inkârın olduğu bir gerçektir. Fakat inkârcılara (münkirlere) sadece hakaret etmek, sadece onlardan dolayı öfkelenmek hiçbir şeyi çözmemektedir. Yukarıda yeterince açıklandığı üzere, inkârın ve inkârcıların olmaması için, irfanı yaymalı, marifeti örneklendirmeli, marufu emretmeli, münkerden sakındırmalıdır. Çevremizdeki insanların pek çoğunun inkâr aşamasında olduğunu, Firavun veya Ebu Cehil ayarında bir kâfir olmadıklarını düşünmemiz gerekir. Bu insanların ekserisi, cehaletlerinin ve kibirlerinin kurbanıdırlar. Onlara yapılacak küçük bir ‘ilmî müdahale’ muhtemelen münkir sıfatından kurtulup, irfanı arayan kimseler olmalarını sağlayacaktır. Yeryüzünde iktidarı ele geçiren bütün kâfir güçlerin, ellerinin eriştiği her yere münkeri, fahşayı, putperestliği yerleştirmeye çalıştıklarını iyi düşünmeliyiz. Bu durumda, inkârcı olarak gördüğümüz insanlara yapılacak en büyük iyilik, onları ilimle tanıştırmak, tefekkür etmelerini sağlayacak şartlara yedmektir. Bir de son olarak geriye, dua etmek kalmaktadır.
İktibas, XXX/379, Temmuz-2010