İslam coğrafyalarında; Irak, Suriye, Mısır, Yemen, Libya, Afganistan, Türkiye vb… yaşananlar, bizlere, İlahi değerlerin rehberliğinde, yeryüzünden kopmadan, kendi gerçekliğimizi dikkate alarak yaşananları anlamamız gerektiğini öğretmektedir. İslam dünyasında yaşananları, hedeflenenleri, çıkmazları anlamaya çalıştığımızda, yazıya başlık yaptığımız cümlenin ne kadar gerçekçi olduğunu kabul ederiz. İslam dünyası bu gün öncelikle zihinsel, düşünsel sonra da siyasal bir kriz yaşamaktadır. Bu krizin zihinsel olanını halletmeden siyasal olanını da halledemeyiz.
İslam dünyası öncelikle geleneksel olanın, sonra da modern olanın kıskacında can çekişmektedir. Tevhid’e vurgu yapmamız bundandır. Vahyin inzal sürecinde Dünya, Şirk Güçlerinin ve Muharref dinlerin baskısı altında yaşamaktaydı. İlahi Hidayet, Tevhid’i merkeze alan vurgusuyla iki yapıya da meydan okudu, eleştiri getirdi ve sonunda beyan ve amel olarak insanlığa rahmetini ikram etti. Ezeli ve ebedi Takva-Fücur, İnsan-Şeytan, Tevhid-Şirk, Hak-Batıl, Adalet-Zulüm çelişkisi ve savaşı bu gün de farklı boyutlar, isimler altında bütün hızıyla devam etmektedir. Bu gün yaşananları varoluşsal anlamlarıyla algılamadığımızda, eksik ve yanlış anlamış oluruz.
Şirk’ in hükümferma olması, Tevhid’ in insanda ve hayatta mücessem olmadığındandır. Mücessem hale gelmemiş hiçbir inancın, düşüncenin varlığı ve yokluğu arasında hiçbir fark yoktur. Tevhid’ e yapılan en büyük zulüm ona Şirk bulaştırmaktır. Zulümlerin en büyüğü Şirk’tir. Şirk virüsü bir insana ve topluma yerleştiği zaman o insanın ve toplumun dengesi bozulur, adalet oradan hicret eder, zulüm her alanı kuşatır. Dün İbrahim-Nemrut, Musa-Firavun, İsa-Muharref Yahudilik, Roma, Hz. Muhammed-Mekke Oligarşisi örneklerinde olduğu gibi. Ed-Din, gerçek kimliğiyle tezahür etmediği zaman, Şirk’e payanda olmuş muharref dinler, zulüm sisteminin en büyük destekçisine dönüşürler. Muharref din, Şirk’ ten daha tehlikelidir, çünkü gerçeğin (Tevhid) yerine sahteyi (Şirk) davet eder, ona ortam hazırlar, onunla işbirliği yapar, onun devamının dini gerekçelerini oluşturur ve bu gerekçelerin zulüm kılıcına dönüşerek halkın kafasında sallanmasını sağlar.
Tevhid; İlahi hidayetin, İlahi değerlerin rehberliğinde hayata bakmaktır. Tevhid; hayatı bütün şubeleriyle bir bütün olarak algılamaktır. Tevhid; Vahyin tanımlamasıyla, Resul’ün temsiliyle Hakk’ı hak bilip ittiba etmenin, Batıl’ı batıl bilip içtinap etmenin adıdır. Tevhid, bütün zamanlarda bütün görünümleriyle Şirk’e karşı çıkmaktır.
Bugün genelde bütün Dünya, özelde İslam dünyası, Müslüman halklar Modern Şirk’in günümüzdeki tezahürü, mücessem hali olan Seküler Kapitalist ideolojinin, onu temsil eden devletlerin, onlarla çeşitli gerekçelerle işbirliği yapanların zulmü altında inim inim inlemektedir. Tevhid “La” derken somut olana, verili olana yönelir, soyut kelami tartışmalara girmez. Somutla uğraşmadan, mer’i Şirk’i, zulmü teşhir etmeden kelami, soyut mevzularla uğraşmaz. Bunları atlayıp soyut mevzularla uğraşmak bir şeytan aldatmacasıdır ve cin şeytanlarının işbirlikçisi olan ins şeytanların işine yarar, onların şeytani düzenlerinin devamını sağlar. Tevhid nasıl hayatın bütün boyutlarına hitap ediyorsa, Şirk de hayatın bütününü yönetmek ister. Çünkü hayat boşluk kabul etmez.
Küresel Şirk’i somutlaştırmayan, onu teşhir etmeyen, onunla mücadelenin azim, cehd ve karalılığı içinde olmayan hiçbir fikri, siyasi mücadelenin geleceği olmadığı gibi, var olabilecek umutların da en büyük ve öncelikli engelidir.
Dünya, İslam dünyası 15. Yüzyılda harekete geçen Batı menşeli Seküler İdeoloji’nin etkisinde kalmaya devam ediyor. Bu günün dünyasına zihniyetiyle, kavramlarıyla, kurumlarıyla bu “İdeolojik Düzen” hükmediyor. Seküler ideoloji ve onun taşıyıcıları insanlığa ve dünyaya bir merkezden (Batı), bir merkezin menfaatiyle ve üstünlük kibriyle bakıyor. Seküler zihniyet, seküler dünya ben-merkezci ve ‘öteki’leştiricidir. Kendi dışındakilerle “ötekileştirerek” konuşuyor ve ilişkilerini ona göre belirliyor. Öteki gördüklerini üç seçenekle baş başa bırakıyor: ya asimilasyon, ya entegrasyon ya da tasfiye. Uzun zamandır ve hali hazırda bu üçünü de kullanmaktadır. İslam coğrafyalarına, Batı’da “azınlık” olarak yaşayanların durumunu dikkatlice takip ettiğimizde bunlara şahit olabiliriz.
Tevhid, yeryüzünü, yeryüzündeki bütün insanları muhatap alır. Allah nasıl Alemlerin Rabbi ise, onun merhameti gereği gönderdiği İslam nimeti de bütün insanlığa gönderilmiştir. O yüzden Tevhid, insanı ve insanları ötekileştirmez. Ötekileştirici bir dil, Tevhidi/İslami bir dil olamaz.
İslam dünyası bu Seküler süreçlere gerekli cevaplar üretemedi. Bu süreçlerden etkilenerek bu günlere gelindi. Mısır’ın İşgaliyle (1798-1801) başlayan “maruz kalma” durumu, Tanzimat Fermanı ile kontrolden çıktı. Tanzimat’tan bu tarafa yaşanan askeri, siyasi, kültürel, sosyal değişimler hep Batı’nın lehine İslam toplumlarının aleyhine olacak şekilde tezahür etti. Tanzimat’la birlikte etkisini arttıran Seküler zihniyet, kavram ve kurumlar İmparatorluğun tasfiyesiyle iki önemli sonuç oluşturdu: 1-Meselelerin Seküler zihniyet üzerinden çözümlenmeye çalışılması. 2-İmparatorluğun parçalanmasına sebep olan Ulusçuluk akımının İslam dünyasında revaç bulması. Bu önemli iki sonuç etkilerini bu gün de devam ettirmektedir.
İmparatorluğun dağılmasıyla yaşanan işgaller ve sonrasında oluşturulan Ulus devletler İslam toplumlarında yeni bir siyasi, ekonomik, kültürel elit oluşturdu. Bu elitler, kurtuluş savaşlarında önde görünürken, zihin ve dünya görüşü olarak savaştıkları zihniyetle örtüşüyorlardı. “Mağluplar galipleri taklit ederler” sözünü doğrularcasına bu yeni elitler, Galipleri her yönden bazen onlara parmak ısırtacak kadar taklit ediyorlardı. Bu elit, zihinsel olarak Sekülerizmi, Medeniyet olarak Batı Medeniyeti’ni siyasal proje olarak da Ulus devleti savunuyordu. Küreselleşmeye kadar bu zihniyet, medeniyet ve siyasal anlayış devam etti. Küreselleşme ile beraber yeni düzene ayak bağı olan Ulus devlet projesi revize edilmeye çalışılıyor.
Seküler zihniyet ve pratiğe karşı Müslüman halklar içinden itirazlar ve muhalefet hareketleri oluştu. Bu itiraz ve muhalefet daha çok geleneğe ve tarihe yaslanan bir dil ve pratik geliştirdi. İslam dünyasında tarihsel anlamda iki ana fikri ve siyasal akım bulunmaktaydı. Sünni ve Şii olmak üzere. Diğer akımlar bu ana gövdelerden oluşuyordu. İmparatorluğun tasfiyesinden sonra Mısır merkezli İhvan-ı Müslimîn Hareketi, İran’da Usulî ekolden İmam Humeyni önderliğinde gelişen İslami Hareket, Hint- Pakistan bölgesinde Mevdudi önderliğindeki Cemaat-i İslami, Hicaz bölgesinde Vehhabilik, Lübnan merkezli Hizbu-t Tahrir Hareketi, modern ve geleneksel olana bir cevap olarak yükseldi ama zamanla Modern Ulus Devletlerin fikri ve fiili kuşatması altında çıkış amaçlarından uzaklaştılar. İmparatorluğun merkezi İstanbul ve Anadolu’da kurulan yeni rejimle birlikte yaşanan devrimler, özellikle dil devrimi ve medreselerin kapatılmasıyla, oluşabilecek muhalefetin sosyal ve kültürel temelleri büyük bir yara aldı. Sonrasında İstiklal Mahkemeleri’yle nitelikli insan unsuru da tasfiye edilerek halk sahipsiz bırakıldı. Bu nedenlerden dolayı, Türkiye merkezli İslamcı muhalefetin önderliğini daha çok edebiyatçı, şair, mühendis insanlar yüklenmek zorunda kaldı. İmparatorluğun gerileme devrinde ve sonrasında “İmparatorluğun devamını nasıl sağlarız?” sorusu ve kaygısı etrafında şekillenen düşünceler ve siyasi akımlar, İmparatorluğun dağılması ile birlikte dıştan ve içten gelen baskılarla otantik haliyle devam edemediler. Modern zihniyet şöyle veya böyle bütün muhalif hareketleri etkisi altına aldı. Sonrasında, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan Demokrasi tartışmaları, Müslüman halkların ve onların önderlerinin Seküler zihniyetten daha fazla etkilenmelerine sebep oldu. Mısır’da İhvan Hareketi, Türkiye’de hemen hemen bütün dini yapılar, özellikle siyasi anlamda Milli Görüş Partileri üzerinden bu gelişme takip edilebilir.
Bu gün gelinen noktada İslam dünyası büyük bir tıkanma ve beraberinde kültürel, siyasal, sosyal, psikolojik travmalar ve alt-üstler yaşamaktadır. Bu durum bizlere, Seküler ve Geleneksel zihniyet ve pratikle nereye kadar gidebileceğimizi de çok maliyetli, çok acıklı bir şekilde gösteriyor. Yaşananlar, ‘Seküler ve Geleneksel zihinsel ve kurumsal yapılarla buraya kadar’ dedi. Seküler zihniyetin, onun siyasal açılımı olan Ulusçuluğun, Modern Ulus Devlet’in İslam dünyasının yaralarına merhem olmadığı görüldü. Bu tespitimiz Türkiye’de yaşanan “Kürt Meselesi” tartışmaları üzerinden takip edilebilir. Seküler Türk Ulus Devleti’nin peydahladığı bu meselenin, Seküler ulus devlet merkezli teklif ve çözümlerle halledilemeyeceği 80 yıllık tecrübeyle anlaşılmış oldu. Bu günlerde gündeme gelen “Çözüm Süreci” de Sekülerleşmiş, Ulusçu Kürt elitleriyle bu meselenin halledilemeyeceği yaşanan son olaylarla acı bir şekilde anlaşılmış oldu. Seküler zihniyet ve ideolojinin Türk ve Kürt kavimlerine maliyeti üzerinde iyi düşünmeliyiz. ( http://www.venharhaber.com/dusunce-platformu/kemalizm-de-apoizm-de-basardi-h669.html ) Mısır örneği ise; Batılıların teşvikiyle davet edildiğimiz Demokrasi oyunuyla da nereye kadar gidebileceğimizi bize gösterdi.
Suriye, Irak IŞİD örnekleri ise; çağdaş sorunlarımızı çözmek için “tarihsel olan”a müracaat etmenin bizi, nasıl bir çıkmaz sokağa götürdüğünün canlı şahitleri olarak önümüzde durmaktadır. Tarihsel Sünnilik, Şiilik, Selefilik vb. düşünsel ve siyasal akımların tarihi, siyasi, sosyal şartların ürünü olduğunu unutarak; bu akım ve düşüncelere evrensel imkanlar olarak sığındığımızda, bu günden koparak nasıl çözümsüzlük ürettiğimiz aşikar değil mi? Bunu demek tarihe, maruf geleneğe sırt dönmek olarak anlaşılmamalı. İslam, Adem’le başlayan bir yeryüzü yürüyüşüdür. İnsanlığın ve Müslümanların yaşadıklarına kendimizi kapatmak aklı başında bir insanın kabul edebileceği bir şey değildir. Bunu kabul etmek İnsanlığın ve Müslümanlığın birikiminin de kutsal olduğu anlamına gelmez. Kavimlerimizi, mezheplerimizi, ekollerimizi, ulus devletlerimizi, coğrafyalarımızı, cemaatlerimizi kutsamanın sonuçlarına şahit olmuyor muyuz?
Her insan ve toplum kendi çağının çocuğudur. Her insan ve toplum ona verilen zaman içerisinde yaptıklarıyla Rabbinin karşısına çıkacaktır. Kendi çağımıza duyarlı olmak geçmişe ve geleceğe bigane olmayı getirmez. Tarihe duyarlı olmakla, tarihsel olana kapanmak çok farklı şeylerdir. “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin de kazandığınız sizedir. Onların yaptıklarından siz sorulmazsınız.” (Bakara, 134.Ayet)
Bu Seküler ve Geleneksel kuşatmayı yarmak için; yukarıda bahsettiğimiz Vahyin nüzul süreci içerisinde somutlaştırdığı Nebevi Sünnet üzerinde yeniden düşünmek zorundayız. Vahy’in Kureyş üzerinden gerçekleştirdiği Şirk, Ehl-i Kitap üzerinden gerçekleştirdiği Muharref din eleştirisine dikkat etmek zorundayız. Bu bütün çağlara hitap eden Evrensel Nebevi Usul’dür. Tevhid ve Şirk mücadelesi bütün zamanlarda geçerli bir mücadeledir. Her din, dikkat edilmezse, müminleri eliyle yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikelere karşı Fıtrat, Sünnetullah ve Rabbimizin koruması altındaki Münzel Vahiy’le, İnsanlığın ve Müslümanların birikimlerini test etmek zorundayız. Tevhid ve Adalet terazisinde değer ifade etmeyen hiçbir söz ve fiilin geçerliliği yoktur.
Müslümanlar olarak İlahi, Tevhidi değerlerin rehberliğinden ve onların ete-kemiğe bürüneceği Ümmet amacından her ne durumda olursak olalım vazgeçmemeliyiz. Meselelerimizi İlahi ve Tevhidi değerlerin rehberliğinde konuşmalı, müzakere etmeli, İnsanlığın ve Müslümanların maslahatına uygun çözümler üretmeliyiz. Biz, bu değerleri ve hedefi dillendirdiğimizde “ütopya peşindesiniz” diyenlere karşı, acıyarak gülüp geçmeliyiz.
İnsanlık bizden, Tevhid’den neşet eden bir alem, varlık, bilgi, siyaset… tasavvuru beklemektedir. Bunu gerçekleştirecek olan da insanlığa örnek ve şahit olacak Ümmet’tir.
“O akıllarını kullanmayanlara rics’i (azabı, rezilliği ve murdarlığı) verir.” (Yunus, 100.ayet).