وَالَّذٖينَ تَبَوَّؤُ الدَّارَ وَالْاٖيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فٖي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّٓا اُو۫تُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌؕ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهٖ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَۚ
وَالَّذٖينَ جَٓاؤُ۫ مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّـنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذٖينَ سَبَقُونَا بِالْاٖيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فٖي قُلُوبِنَا غِلاًّ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا رَبَّـنَٓا اِنَّكَ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌ
﴿١٠﴾
Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin! (Haşr Suresi 9-10. Ayet)
Hicret, ‘bir yerden başka bir yere göç etmek’ diye basite alınamayacak kadar önemli, mucizelerle dolu bir yolculuk olduğunu, hicret etmiş müminler özelinde gösteriyor ayeti kerime. Yine çağlar üstü mesajlarla, yine idrak üstü inşasıyla. Allah için yola çıkanın da onlara kucak açanın da övgüye mazhar olan davranışlarını okuyoruz. “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak pek çok güzel yer ve maddî-manevî genişlik ve bolluk bulur…” (Nisa Suresi 100) ayetinde vadedilen nimetlere kavuştuklarını görüyoruz. Kim bunlar? Tabi ki Muhammed Nebi (as) ve ona iman edenlerdir…
Hicret bir tercihin neticesidir. Kulun öncelikle kendine çizilen iki yoldan hangisine gitmesi gerektiğini tayin etmesiyle başlayan bir süreçtir. Sıratı müstakim seçildiğinde ise, uğrunda belli bir bedel karşılığı izin verilmesini beklemeye başlamasıdır. Zira izinsiz çıkılan yolculuk, terkediş başka müsibetlere yol açabilir. Kabul olunmayan dua gibidir. Gereğini yerine getirmeden, hakkını vermeden yapılınca belaya dönüşebilir. Hatırlayın, Yunus’u (as). Elçilik görevini bihakkın yerine getirmeden kavmini terketmişti. Bindiği gemi batmak üzereyken, çekilen kura onca insan dururken ona çıkıverdi. Denize atıldı, balığın karnına düştü. Karanlıklar içerisinde kaldı. Hatasını anlayıp tövbe etti.
İbrahim (as) putperest kavmini, tek olan Allah’a davetini tastamam yapmıştı ki, halkı onu ateşe atmış, Rabbi de onu oradan kurtarmıştı. Sonra onlardan yüz çevirdi ve “ben Rabbim’e hicret ediyorum.’ dedi. Allah da İbrahim’e (as), İshak ve Ya’kub’u bağışlayıp, soyuna nebiliği ve kitapları bahşetmiştir.
İşte Allah’ın son nebisi Muhammed’de (as) atası İbrahim’in (as) izi üzere, 13 yıl Mekke putperestlerine karşı elçilik görevini yerine getirdikten sonra hicreti haketmiştir. Önce Habeşistan’a bir grup mümini göndermiş, topyekün gitmek için de siyasi ve diplomatik arayışlara girişmiştir. Taif’i denemiş ama orada müşriklerin de kışkırtmasıyla reddedilmiş, kıymetli Rasulü taşlamışlardır. Ardından Yesriblilerle, Mekke’de gerçekleştirdiği görüşme netice vermiş ve onlarla Akabe mevkisinde biatleşmiştir.
Canları, malları, evlatları, anne babaları ticaretleri pahasına da olsa, Rasulullah’a (as) iman edecek ve onu koruyacaklarına dair verdikleri sözleri, hicret yurdunun, Yesrib’in kapılarını açmıştır.
Çağlara ölümsüz mesajlar bahşeden hicret sayesinde, Yesrib adını Medine olarak değiştirdi, medenileşti. Birbirine düşman iki kabile olan Evs ve Hazreç, kutlu Nebi’nin ellerinde kardeş oluverdiler. Ve o övülmüş müminler/ensar; mallarını, ticaretlerini, eş ve çocuklarını, her şeylerini Mekke’de bırakıp kendilerine göç eden, o övülmüş kardeşlerini/muhacirleri bağırlarına bastılar. Evlerini, işlerini, aşlarını paylaştılar, hem de kendileri ihtiyaç sahibi olduğu hâlde. İçlerinde en ufak bir kıskançlık ve haset olmadan kardeşlerine kucak açtılar. Allah bu amellerini kitabı kerimine alarak hem onları taltif etmiş, hem de tüm çağlara usvetün hasene kılıp, ölümsüzleştirmiştir.
Günümüz yeryüzünde, savaşlarla, kargaşalarla, soykırım ve katliamlarla; başta Müslümanım diyen kardeşlerimiz olmak üzere, insanlar yurtlarını terketmek zorunda kalıyorlar, kaçmaya mecbur bırakılıyorlar. Onunla kalmayıp ülkelerin sınırları göç etmek isteyenin önüne aşılmaz engeller örüyor. Dikenli teller, silahlı muhafızlar çaresiz mustazaflara geçit vermiyorlar. Dindaşı olan kardeşini kafirin ellerine terkediyor. Dışarıdan yardım götürmek isteyenlere de izin vermiyor. Batılı egemenlerin topraklarına üsler kurmasına canı gönülden izin veren müslüman yöneticiler! gözü önünde katledilen kardeşine bir yudum suyu, bir parça ekmeği göndermekten aciz kalıyor, çok görüyor.
Kapılarını, siyasi, ekonomik, sosyal ya da uluslararası anlaşmalar gereği açıp, mültecileri kabul eden devletlerin yanlış politikaları, içerideki halkın da kabullenemeyişleri, göçmenlere karşı kin ve nefreti artırıyor. Ne yazık ki, çoğunluğu müslüman olan toplumun bile tahammülsüzlüğü sorunu iyiden iyiye derinleştiriyor.
Çağın Muhaciri miyiz, Ensar’ı mı? Herhangi biri olmamız gereken ortam ve şartlara hazır mıyız, hazırlıyor, hazırlanıyor muyuz? Nefislerimizden başlamalı ve tercihimizi ona göre yapmalıyız. Bize el açıp gelmek zorunda kalanlara karşı tavrımız ne ise, yarın aynı imtihanı yaşarsak göreceğimiz muamele o olacaktır. Gün gelir istemediğimiz yolculuklara, tercih etmediğimiz göçlere, zorla tecritlere maruz kalırız ki, vasıfsız olarak oradan oraya savrulan düzensiz göçmen oluruz.
Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!