İslam toplumları her alanda; zihinsel, ruhsal, fikri, sosyal, siyasal… büyük bir zillet ve travma altında yaşıyor. Uzun zamandır, yoğunlaşarak bu günlerde, sözün bittiği zamanları yaşıyoruz. İnsan olarak, mümin olarak, Müslüman olarak hiçbir kelam etmeden boş boş bakan, çaresiz insanlar durumundayız. Ölenin de öldürenin de Allah dediği bir ortamı, içlerinden çıkan hain ve zalimleri def etmek için başka bir zalim ve kafirden yardım isteme halini nasıl izah edeceğiz? Şu anda başımıza bombalar yağıyor, kefere orduları ve onların yerli işbirlikçileri eliyle. Müslüman olduğunu söyleyen yöneticiler çağırıyor onları, bu bombardımanın uzun sürmesini talep ediyor ve bunun için ellerinden geleni yapacaklarını ifade ediyorlar. Zilletin çukuruna düştük Rabbim. Bu durumdan ancak el-Mümin olan Allah’ a sığınarak kurtuluyoruz. El-Mümin, el-Hadi olan Rabbimiz olmasaydı halimiz nice olurdu. Ya nihilizm, ya anarşizm, ya da intihar hallerinden biriyle baş başa kalacaktık.
Her zorluktan sonra mutlaka bir kolaylığın olduğuna inananlardanız; gereğini yerine getirmek şartıyla.
Önce bu zillet çukurundan çıkmak ve Rabbimizin kolaylığına ulaşabilmek için şu soruları cesaretle kendimize sormak zorundayız: İzzet nimetini neden kaybettik? Zillete duçar olmamızın önce bizden, sonra dışarıdan kaynaklanan sebepleri nelerdir? Bunun için neler yapmalıydık veya neler yapmadık? Çünkü zillete duçar olmakta, izzete nail olmakta bir süreç işidir, birden tezahür etmez. Yapmamız gerekenleri esasa ve usule uygun gerçekleştirdik mi? Yeni bir çıkış için bu sorular üzerinde uzun uzun düşünüp, müzakereler yapmak mecburiyetindeyiz.
İslam, bizlere, başımıza gelenlerin ellerimizle yaptıklarımızın sonucu olduğunu bildiriyor. İnsana elleriyle kazandığından başkası yoktur, dünyada ve ukbada. Bu bilincin aydınlığında bakmalıyız olup- bitenlere. Yoksa medya saldırıları, medya bombardımanı altında akıl ve ruh sağlığımızı kaybedebiliriz.
Bu günkü medya düzeni ve işleyişi zamanımızın sihirbazları, Edward Said’ in ifadesiyle emperyalizmin keşif kolu, öncü kolu olarak görev yapmaktadır. Kitab-ı Kerim bizlere, fasıklardan gelen haberlere karşı temkinli ve teyakkuzda olmamızı öğütlüyor. İnsanlarla ve Müslümanlarla ilişkilerimizde bu ilkeye dikkat ederek hareket etmek zorundayız. Önce buradan başlamalıyız. Yazılı, görsel, sosyal medyada yayınlanan haber ve yorumlara karşı çok dikkatli olmak zorundayız. Bugünkü medya felsefesi, kurumları Batılı, Siyonist zihniyetlerin kontrolünde Burjuva Düzeni’nin devamı için çalışmaktadır. Bütün uluslararası ve ulusal medya kurumları bu amacı gözeterek hareket etmektedir. Bu gayr-i insani, ahlaksız medya düzeni emperyalistlerin lehine olacak şekilde işlemektedir. Önce bu düzeni sorgulamalı, kendi aramızda insani, ahlaki, İslami ilişkiler, yapılar, kurumlar oluşturmalıyız. Bunu yapmadığımız takdirde emperyalistlerin, zalimlerin oyuncağı olmaya devam edeceğiz demektir.
Diğer önemli bir konu ise; Velayet, Ümmet, Hilafet/Hükümet-i İslami (maalesef, uzun zamandır İslami kavram ve kurumlar bağlamından koparılarak gündeme geldiği için bunları kullanmaktan da, gündeme getirmekten de çekinir hale geldik) anlayışımız İslam nokta-i nazarından uzaklaştı veya bu değer ve amaçlardan uzaklaşarak kendimize başka değer ve amaçlar edindik.
İslam toplumları ve Müslümanlar, uzun zamandır İslami ıstılahlarla, kavramlarla düşünmüyor, bu değerlerin rehberliğinde fikir ve amel üretmiyorlar. Rehberliğinden uzaklaştığımız değerlerimizden biri de Velayet kavramıdır. İslam, Müslümanlardan “Allah’ı, Resul’ü ve Müminleri” veli olarak kabul etmelerini istiyor. “Allah’ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksızı örümcek evidir; bir bilselerdi…” (29-41).
“De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (3-31).
“Mümin erkekler ve kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9-71)
“(Ey insanlar) Rabbinizden size indirilene uyun ve ondan başka velilere uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (7-3)
“Zalimlere karşı eğilim göstermeyin, yoksa sizlere ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka veliniz yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.”. (11-113)
“Onlar, müminleri bırakıp kafirleri dost (velî) edinirler. Kuvvet ve onuru onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur Allah’ındır.”(4-139)
“Ey iman edenler. Yahudi ve Hristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah, zulmeden kişileri doğru yola eriştirmez.”(5-51)
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve elçisine düşman olanlara dostluk ettiğini göremezsin.”(58-22)
Müslümanlar insanlarla ilişkilerini merhamet, adalet ve ahlak temelinde, müminlerle ilişkilerini ise bu temellerin üzerine “iman kardeşliğini” ekleyerek devam ettirirler. İslam, bu temeller üzerinden yaşanan insan ve mümin ilişkilerini sosyal ve siyasi alanda ise “velayet” değeri üzerinden devam ettirir. Kur’an’da değişik kullanımlarıyla iki yüz yerde geçen velayet kavramı bizlerin kimlere yakınlık, muhabbet duyacağımızı, kimlerle dostluk kuracağımızı, dayanışacağımızı, dünya ve ahiret işlerimizi kimlerle deruhte edeceğimizi öğretir. Bunun pratiğinin nasıl olacağı, Siyer üzerinden bizlere öğretilir. Bu değerler ve ilişkiler mümin için hayati değerdedir. Bunlardan hiçbir durumda ödün verilemez. Bunlardan ödün verdiğimiz zaman insanın ve hayatın dengesi bozulur. Ahlaksızlık, zulüm ve zillet peşimizi bırakmaz. Bu gün olduğu gibi. Bu gün Müslümanlar ilişkilerini İslam ahlakı ve İslam kardeşliği üzerinden yürütmüyorlar. Dünyevi kaygılardan dolayı ahlaki değerler göz ardı ediliyor. İman kardeşliğiyle yetinilmiyor; buna cemaat, hizip, ırk, mezhep kardeşliği ekleniyor, bunlar iman kardeşliğine önceleniyor. Sorunlarımızı kendi aramızda konuşamıyoruz, konuşamadığımız için de çözemiyoruz. Böyle olunca da hayat boşluk kabul etmiyor; ya bizim dışımızdakilerin çözümüne mecbur kalıyoruz ya da birbirimizle boğazlaşarak çözümsüzlük girdabında yok olup gidiyoruz.
Ahlak, iman kardeşliği, velayet değerleriyle birbirine bağlanan mümin, Müslüman şahsiyetlerin dünya yürüyüşü, “Ümmet” birlikteliğinde zirveye ulaşır. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah’a inanırsınız.” (3/110)
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten meneden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir,” (3/104)
“Ve işte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, benden korkun.” (23/52)
Ümmet olmadan Müslümanlar kamil manada dinlerini yaşayamazlar, izzetlerini koruyamazlar ve insanlığa örnek ve şahit olamazlar. Ana İslami değerler etrafında bir araya gelen yeryüzü topluluğudur ümmet. Ümmetin vatanı yeryüzüdür. Ümmet, peygamberler gibi insanlığa karşı sorumludur. Yeryüzünün bütün renkleri bu bütünlük içinde kendini temsil edebilir. Bu birliktelik ahlaki ve İslami değerler üzerine inşa edilir. Ümmet’in hakkıyla görevlerini yerine getirebilmesi için başında “İmam/Halife” olması gerekir. İmam ve Ümmet aynı kökten türeyen kelimelerdir. Aslında Ümmet demek Kuran ve Sünnetin rehberliğinde “İmamlı Toplum” demektir. İmamsız ümmet çobansız sürü demektir. Bu günkü Müslümanların hali bu duruma en güzel örnek değil mi? Başından bu tarafa Ümmet hedefine kilitlenmeyen bir mücadele İslami mücadele olamaz ve başarıya ulaşamaz. Bu gün Müslümanların Hükümet-i İslami gibi bir hedefleri bulunmuyor. Kendi değerlerini, kavramlarını gündemlerinden çıkaran Müslümanlar, Modern kavramlarla düşünüyor, bu kavramaların izin verdiği, onayladığı sosyal, ekonomik, siyasal taleplerde bulunuyorlar. Bu günün moda kavramları, Seküler Paradigma’dan neşet eden Demokrasi, Serbest Piyasa Ekonomisi, Liberal Hak ve Özgürlüklerdir. Müslüman aydınlar ve onları takip eden topluluklar, cemaatler bu kavramların izin verdiği gündemlerle meşguller. Bu gündemleri kabul etmeyen yapılarda, tarihe ve geçmişe sığınarak o günleri diriltmenin peşinde koşuyorlar. Bu günü yaşayamayan, bu günde yaşamayan, hakiki manada Cemaat ve Ümmet olamayan topluluklar zilletten kurtulamazlar. “Müslüman şahsiyet” olmadan da ne cemaat olunur ne de ümmet olunabilir.
Bugün İslam toplumlarında Müslüman şahsiyetler değil, dindar insanlar bulunmaktadır. Cemaatler Batılı anlamda birer STK’dır ve dindar nesiller yetiştirmekle meşguller. Dindar birey ve topluluklar kendi ulus devletlerinin kontrolünde, ulus devletlerinin gösterdiği hedefler doğrultusunda oluşturdukları vakıf, dernek, hizip gettoları içerisinde, necat bir topluluk iddiaları altında mesut ve mutlu yaşıyorlar. Yeni bir dünya kuruluyor, başlarına bombalar yağıyor, harim-i ismetlerine tecavüz ediliyor ama onlar hala ulus devletlerinin menfaatlerini İslami bir maslahat olarak kabul edebiliyorlar. Ulus devlet, bir toprak parçasında yaşayan insan topluluğu demek değildir. Ulus devlet bir felsefenin, bir zihniyetin sosyal, siyasal dışavurumudur. Ulus devletle, Ulus devlete ruh veren değerlerle, felsefeyle, zihniyetle yüzleşmek mecburiyetindeyiz. Cemaatler, meşruiyetlerini öz İslami değerlerinden, Ümmetten değil, Ulus devletten alıyorlar. Ulus devlet kime makbul derse o makbul oluyor. Böyle olunca da; Cemaatler onu alma, beni al heyecanıyla kabul ve meşruiyet belgesi almak için devlet kuyruğuna giriyorlar. Ulus devletlerinin reisleri ulusal ve uluslararası sorunlarını zulmün, küfrün başkenti olan Washington’dan icazet almadan çözmüyor, çözemiyor. Ulus devlet yöneticileri ve onların şakşakçısı medya, çözülemeyen sorunlar için küfrün ele başısıyla yapılan on dakikalık görüşmeyi büyük bir şeref olarak takdim ediyorlar, halklarına. Ulus devletler, bütün bu seküler zalimlerle yaşadığı ilişkilere dini, toplumsal meşruiyet almak için dini cemaatleri, alimleri, kanaat önderlerini göreve çağırıyor, onlarda seve seve bu göreve namzet olmak için sıraya giriyorlar. İktidar merkezli dini okumanın, hayata iktidar odaklı bakmanın sorunlarıyla yeni tanışmıyoruz. Bu insanlığın kadim bir sorunudur. İslam toplumlarında Hilafetin Kureyşîliği, Cebriye- Kaderiye, Emevi-Mevali tartışmaları, Müslüman devletlerin kendi aralarındaki kanlı iktidar savaşları, iktidar odaklı hayata ve dine bakmanın nasıl sonuçlar doğurduğunu bizlere göstermiyor mu?
Bu gün Müslüman topluluklar, menfaatlerini Dünya Sistemi’ nin menfaatleriyle cem etmiş Ulus devletlerin, Ulus devletlerinin menfaatlerini İslami maslahat zanneden ve ona ram olmuş dini cemaatlerin kuşatması altında bulunmaktadır. Bu ikisiyle yüzleşmeden izzetli bir çıkış zor görünüyor.
Tevhidi değer ve ilkeler; devlet, mezhep, cemaat, hizip menfaati için zalimlerle, kafirlerle, münafıklarla velayet ilişkisine izin vermez. Hiçbir ulus, Ulus devlet, mezhep, cemaat menfaati, insan canı ve onurundan, Ümmetin maslahatından öncelikli olamaz.
İlk önce aklımızı ve ruhumuzu saldırıdan ve işgalden kurtarmalıyız. Zihinsel ve ruhsal işgale son veremeyenler, maddi ve fiziksel işgalden kurtulamazlar.